Uyan Uykusu Çok Gözlerim Uyan          

2

Günlerden Cuma. Hava berrak ve soğuk. Deniz lacivertin en güzel tonuyla yeni bir güne uzanıyor. Eşimle kahvaltıdan sonra müzik dinliyoruz. Müzik tam anlamıyla evrenselin yankısıdır bizim evde. Kulağı tırmalamasın, güftesi anlamlı olsun yeter. Çünkü güzel olanın ancak samimi hislerden, gerçek sanattan kaynaklandığına inananlardanız. Türkü, Türk sanat müziği, ilahi, caz, klasik müzik, new age… tarzı ne olursa olsun. Sınır yok, millet yok, ırk yok… Sadece insana yakışır olsun. Hemen hemen her gün bazen radyodan bazen eşimin dosyalarından sanatın kulağa hitap eden bu latif dalından ruhun varmak istediği yere uzanmaya çalışıyoruz.

Düğmeye basıldı. Hafiften eserek ta gönle işleyen bir rüzgar. Ney. Ve neye tam uyum sağlayan kadife bir ses:

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten
uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Çok zamandır dinlememiştim. Özlemişim diyorum. Hayatımda yeri, ağırlığı ve derinliği olan bir eser. Benden bana uzanan içsel yolculuğumda ilk konaklama yerlerimden biri. Yeni yeni öğrendiklerimim hazmını kolaylaştıran, tefekkür edilecek köşeler açan bir dost gibi. Çok özlemişim diyorum. Güftesi Üçüncü Murad’a, bestesi aslen Polonyalı saray tercümanı Ali Ufkî’ye ait.

Semâvâtın kapıların açarlar
Âlemlere rahmet suyun saçarlar
Seherde kalkana hülle
1 biçerler
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Doksanlı yılların ortaları. Yaşamımı hayata dönüştüren günler. Kapıya üst üste vuran darbeler gibi. Önce korkutuyor; ama sonra kaynağını bilemediğim kendiliğinden doğan duygularla rahatlatıyor. Söz yok, bilgi yok… Sadece çaresizliğe çarem olan bir âlemin esintileri. Şer sanılanın aslında hayır olduğuna şahitlik eden bir dönem. Kalabalığa sığamıyorum. Sessiz köşeler ferahlatıyor. Zaman yüzünü bir başka gösteriyor. Varlığı daha bir başka sevmeye başlıyorum.

“Semâvâtın kapıların açarlar Âlemlere rahmet suyun saçarlar.” Yağmurun kokusu çok farklı. Senelerce farkına varamasam da derinliklerimde aradıklarımın sesini duyar gibi oluyorum.

Okuduklarım değişiyor. Dinlediklerim değişiyor. Hele yazdıklarım tamamıyla değişiyor. Öğrendiklerim ezberletilenleri bozuyor. Bilgiler gök nakışlı, mekan dünya renginde değil. Zamanın elbisesi ruha uygun; eskisi gibi sıkmıyor. 

Gördüğüm şeylerin, yaşadığım olayların anlamını kavramak o şeye ve olaya yaklaşmak ve hakikatlerini görmeye başlamak olduğunu öğreniyorum. Hakikati bilmenin, yaradılış gayesini idrak etmek olduğunu öğreniyorum. Öğreniyorum… öğreniyorum… İdrak ettiğimiz kadar değerini anlarmışız. Değerini anladığımızda da önemsemenin, dikkatin yolu açılırmış, gaflet azalırmış. Ne güzel hakikatler… 

Hayatıma “hikmet” denilen bir kelime yerleşiyor. Daha önce bilmediğim bir tarzda yerleşiyor. “Herhalde bunun bir hikmeti vardır” sorusu “Her şeyin bir hikmeti vardır” cevabını buluyor gözlerimin önünde. Allah’ın Hakîm olduğu, hikmet sahibi olduğu, yarattığı her şeyin hikmetli olduğu tek tek işleniyor kalbime: Daima hayırlısı istenmeli; çünkü hakkımızda ne hayırlıdır; bunu asla bilemeyiz. Bilen sadece Hakîm olandır. Olanda hayır vardır.

Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize, sevdiğiniz şey de kötülüğünüze sebep olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.

Her gün ayrı bir hazinenin kapağı açılıyor. İçinde inciler, elmaslar… Ah!… İncik, boncukla geçirdiğim zamanlar. Ruhum ne kadar haklıymış bunalmakta. 

Kelimeler dünyasından kavramlar dünyasına açılyorum. Kelimeler önemsenerek değerlendiğinde zihnimde yepyeni ufuklara götürüyor beni. Daha önce sadece anlamlarına bakıp geçtiklerim, düşüncelerimde vazgeçemediklerime dönüşüyor. Bir kelimenin baş verdiği tohumdan tefekkür ederek nasıl fidana varılır? O fidan nasıl beslenir, nasıl sulanır? Tek tek öğrenmeye çalışıyorum. Gece gündüzden bereketli, sessizlik sesten anlamlıymış. Tatları gönlümde, gözlerimde şebnemler; seheri bekliyorum.

Bir mühendis tasarladığı makinada hangi işlemleri gerçekleştirmek istiyorsa, o makinaya işlemin özelliklerini taşıyan bir program yükler. Mühendisin gerçekleştirmek istediği programın başlaması için vereceği emir, makinenin düğmesidir.

Usta bir mühendisin hazırladığı tasarım, en mükemmel bir fabrikada, en sağlam malzemeyle yapılıyorsa o makine kaliteli demektir. Eğer bir hata olursa, hata kullanma hatasıdır. Bizim mühendisimiz Yaradan. Fabrika, kullanılan malzeme Kainatın Sahibi’ne ait. O zaman ortaya çıkan ürün olan çocuk en mükemmel tasarım. Küçük Prens gibi.

Küçük Prens

Küçük Prens

Yaradan’ın bize verdiği bu mükemmel fıtrat da içimize yüklenen bir program. Çamaşır makinesi çamaşır yıkar, elektrik süpürgesi süpürür, ızgara pişirir, ütü ütüler. Hepsi elektriğe bağlandığında ve düğmelerine basıldığında kendilerinden istenileni yerine getirirler. Peki bizler, varlığımıza yüklenen fıtratımızla, düşünelim diye verilen aklımızla, doğruyu, güzeli hisseden kalbimizle, hakikati tanıyan vicdanımızla ve Yaradan’a götürecek yolu ve adresi bilen ruhumuzla neleri yerine getirebiliyoruz? 

Ne acıdır ki; çocuk büyürken çağ çağını, çağla beslenen beyinler ona yapacağını yapıyor. Hatalı eğitim, o masum fıtrata yanlış anlam yüklemeler. Bir de yaşamın içine giren yanlış kullanılan kavramlar… Oluşturduğumuz dünyada ya soluk alıyoruz ya da boğuluyoruz. Çünkü kullanılan malzeme sağlamsa çok şey kazandırıyor. Çürük kavramlar ve hasarlı düşünceler ise çok şey götürüyor. Bu ise ürkütücü bir gerçek. Çünkü gençliğimde yakinen bunlara şahit oldum. 

İnsanı ayakta tutan inanç dünyasıyla ilgili değerler içi kof sözlerle dile getirilirse ne olur? Hiçbiri akla tesir etmez, kalbe inmez. Ahlak nedir? Kişilik nedir? Gaye, sorumluluk nedir? İman, Rab ne anlama gelir? Tefekkür etmek nedir? Özgürlük nedir? Bunların hepsi kulaktan dolma bilgilerle içleri doldurulur. Sözüm ona görevler yerine getirilir. Kavramlar araştırılmaz, önemi üzerinde durulmaz. Kavramın düşünceyle ilişkisi öğretilmez. Anlamı bilinerek doğru kullanılırsa doğru düşünceye götüreceği anlatılmaz. Anlamını bilmeden yanlış kullandıklarımızın bizi nasıl bir tehlikeye soktuğunun üzerinde hiç durulmaz. 

Öğretim yıllarımda da bu, böyleydi. Kavramların içi boş kaldı. Her boşluk işe gelindiği gibi dolduruldu. Yanlış anlamlar, zihinleri kendi renkleriyle boyadı. Boş kavramlarla kof düşünce dünyaları inşa edildi ve gün geldi o dünyalar sapır sapır dökülmeye başladı ve bunun sorumlusu olarak “isyankâr gençlik” gösterildi. Vicdanlar rahatlatıldı.

Oysa her şey, içinde kendi hakikatini taşır. Kökünden meyvesine kadar ulu bir ağacı varlığında saklayan çekirdek gibidir zihin. Çekirdeğin yaşaması için toprak, baş vermesi için su, gelişmesi ve diri durması için güneş gerekir. Toprağın, suyun, güneşin anlamını bilmeyen bahçıvan, tohumu ziyan eder. Kavramlara yanlış anlam yükleyen düşünce sistemi, aynı gafil ve sorumsuz bahçıvan gibi nice tohumu, çekirdeği göz göre heba etti ve etmeye devam ediyor. Sığ bakış bugün de var. Ki bu bakış nefsin bakışıdır. Kalbî hayatımızla ilgili değerler bizlere doğru iletilemiyor. Verilmek istenen hakikatler yanlış mesajlar yüzünden yerine varamıyor. 

Anlamak, anlamı bir dünyadan dünyana taşımak kolay değildir. Hele soyut olan şeyleri anlayabilmek ve anlatabilmek hiç kolay değildir. Onun için anlamı görünür kılmak için ona bir siluet lazım. O siluet kavramdır. Bakışın anlamı gözde şekillenir, duyguların anlamı sesle, müzikle, notayla çizilir. Anlamlar da kavramlarla ortaya çıkar. Kısacası ruhun bedeni gibi düşüncelerin, duyguların bedeni de kavramlardır. Heykeltıraşın bir temayı tasarlayıp sonra onu taşla, mermerle meydana çıkarması gibi bizler de hayal ettiklerimizi, niyetlerimizi, düşüncelerimizi kavramlarla dile getiriyoruz.

Kavram kavramak. Kavramak da yakalamak, içermek2. “Saygınlık,” bir kavram. Zihnimizde çizdiğimiz bir resim. Her zihne göre farklı olacaktır. Herkes bilinçaltında biriktirdiklerine göre farklı bir saygınlık tanımı yapacaktır. Alınan terbiyenin, içinde yaşanılan kültürün de etkisiyle birbirinden apayrı manalar çıkacaktır ortaya. Kısacası söylenen veya görülen farklı kavranacak, beyin farklı yakalayacak, içine farklı alacaktır. Ve bunun sonucu farklı kavramlar oluşacaktır. Zaman geçtikçe toplumda manevî değerlerin neden bu kadar farklı anlaşıldığını veya hiç anlaşılmadığını idrak etmeye başlıyorum. Ve kavramların yaşamımızdaki hayatî önemi iyice öne çıkıyor. 

Resim, verilmek istenen temayı hem çizgiyle hem renklerle en mükemmel şekilde kavrayan ve kavratan bir sanat. Çocuk kitapları neden resimlidir? Çünkü lekesiz beyinlere istenilen değerler, rahatça yerleştirilebilir. Onlarda merak, heyecan uyandırılır. Renklerin, şekillerin cazibesiyle yürekler fethedilir. Görsellik, gözden beyne hızla ilerleyen bir yolculuk. Etkileyici, meraklandırıcı. Romanlarda tasvirler; kelimelerle çizilen resimler akılda kalıcıdır. Misallerle anlatımda, metaforik üslupta hep bu var. Küçük Prens’in etkileyici gücü de buradan gelmiyor muydu? 

Kavramların beyne çizilen resimlerden oluşması, insanın düşünce dünyasında önemli bir etken. Onun için resimlerin kimin, kimlerin tarafından çizildiği, bu çizimlerde neyin anlatıldığı göz ardı edilecek bir konu değil. Kirli zihinlerin, yanlış düşüncelerin ürünü olan kavramlar veya içi boş bırakılmış kavramlar toplumu içten içe tüketiyor.

Kavram kullanmak, aynı zamanda ceketin düğmesini iliklemek gibi. Zihnimize çizilen ne ise o, bizim ilk düğmemizdir. Başta yanlış iliklenmişse eğrilik, yamukluk birbirini takip eder. Kavram yol gibi bir vasıta, köprü gibi bir geçittir. Sevgi, kalp, akıl, şuur, iman, özgürlük gibi kavramların içi boşaltıldığında hakikate varılamaz. Yollar bozuk, üzerinden geçeceğimiz değerlerin köprüleri çürük. İnsanlığın sorunları gün geçtikçe ağırlaşıyor. Çoğumuz ya yolda kalıyoruz ya da çağın batıla bulanmış sularına gömülüyoruz. 

Hiçbir çağ, insanla ilgili bizimki kadar çok ve çeşitli bilgiyi bir araya getirmeyi başaramamıştır. Hiçbir çağ, insanla ilgili bilgisini bizi bu kadar ilgilendirebilecek bir biçimde sunmayı başaramamıştır. Hiçbir çağ, bu bilgiyi şimdiki gibi öylesine çabuk ve öylesine kolay bir biçimde ulaşılabilir hale getirmeyi başaramamıştır. Ama aynı zamanda, insanın ne olduğu sorusunun en az bilinebildiği çağ da sadece bu çağ olmuştur.

Ayrıca insanla ilgili olan ve sayıları her geçen gün artan özel bilimler ne kadar değerli olsalar da aslında insanın özünü aydınlatmaktan çok örtmektedirler.

Martin Heidegger

Ruh, gönül, vicdan… Neden sadakat önemli? Neden istenilir müstakim sırat? Her biri ayrı kavram. Hepsinin kendine has, özel bir dünyası var. Bu dünyaları ne kadar tanıyoruz veya tanımaya çalışıyoruz? Tanımadan kullanım, karmaşaya sebep oluyor. Yaptığımız çoğu hatanın kaynağı, bu kavram karışıklığı. Ve bütün bunlar özümüzü, fıtratımızı kapatan kalın perdeler gibi. Ne zaman ki bu perdeler kalkacak, işte o zaman fıtrî yapımıza kavuşabileceğiz.

Mesela İslam bir kelime. Kendimi bulmaya başladığım o yıllara kadar teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamını taşıdığını, Allah’ın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle de dinimize İslam denildiğini biliyordum. Etimolojiye baktığımda “Silm” kökünden geldiğini, aynı kökten olan “selam”ın sağlam olma, güvende olma, barışık olma anlamında olduğu öğrendim. Adını, kime ait olduğunu unuttuğum bir kitaptan edindiklerim, İslam’ı zihnimde çok farklı çizgilerle şekillendirdi. İslam ve barışık olma. Allah’la barışık olma, kendinle barışık olma, toplumla barışık olma. 

Öyle insanlar var ki, Allah’ı gerçekten seviyor. Görüntüde teslimiyeti yaşıyor. Çevresiyle ilişkisi sıcak; yardımsever. Ama kendisiyle barışık değil. Kendini beğenmiyor, burnunun şekline, boyuna, saçına takılıyor. Takıntı onu önce komplekse, sonra karamsarlığa, karamsarlık bunalıma, bunalım isyana götürüyor.

Bazıları var: Allah’ı seviyor, kendisiyle hoşnut; ama varlığa bakışı gölgeli, insanları değerlendirmesi eleştiriyle, zanla dolu. Bir bakıyorsunuz gıybetin tam ortasına düşmüş.

Bir de öyleleri var ki. Kendisiyle barışık, çevresiyle barışık; ama gözleri hakikati görmede kör; kalbi boş, ruhu sahipsiz. Neylesin? Ne etsin?

İşin özü kavramı yanlış kullanma yanlış anlamlara sebep oluyor. Yanlış anlamlar gözün, kulağın, dilin istikametini bozuyor. 

Arif bir zat “Göz bir hassedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder.” der. Bu hakikate göre yanlış yere açılan pencereden bakan ruh, elbet yanlış manzaralara şahit olacaktır. 

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince
3 tesb
ihe başlar
Tevhid eyler dağlar, taşlar, ağaçlar

Seherin ibrişimden telleri, kaderden yeni satırlar yazmaya başladı. Bütün varlık, kalemin nağmeyle sarmalandı. Hikmetin güftesini her varlık, kendi dilince tesbih etmede. Kim güzel sesle yaklaşırsa, varlık gül gibi açılıyor goncasından. Kim çirkin sesle yaklaşırsa varlık kapatıyor yapraklarını. Gönül, ayak seslerini tanıyor. Yürek hissediyor. Bu güfte başkaydı, bestesi çok başka… 

Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Gönülden gelen davet, sesin sınırsız doruklarından yayıldı. Yaratılandan yaratılana… başka yaratılana… derken her zerre birer mızrap gibi gezindi güzelliği, hikmeti, nimeti. Ve muhteşem bir müzik yayıldı.

 Mızrap vurdu:                       

Neredesin?
.

 Tel konuştu:

Göze, kulağa, ruha, vicdana dokunan dilin tellerindeyim. Öyle vur ki gaflet gitsin. Akıllar uyansın, canlar dirilsin ve “Dost”a açılsın kapılar.

1. Hülle: Cennet elbisesi.
2. Fransızca’da karşılığı “concept.”  Latince, conceptus.
İçine almak, kavramak, hamile kalmak demek.
Latince capere, capt   +   con    = Concept
           almak, tutmak  +  öneki  = Kavram
3. Kendi  dillerince.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Ömer Faruk on

    Elif hanim elinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş. İnşallah gafletten uyananlardan oluruz.

  2. Emeğinize yüreğinize sağlık. Tefekkürün ne anlama geldiğini anlatan bir yazı. Teşekkürler

Reply To alaca Cancel Reply