Tolkien ve Mythopoeia – Bölüm 39

0

MYTHOPOEIA

Metnin Aslı
…………
Yet trees and not ‘trees’, until so named and seen –
and never were so named, till those had been
who speech’s involuted breath unfurled,
faint echo and dim picture of the world,
but neither record nor a photograph,
being divination, judgement, and a laugh,
response of those that felt astir within
by deep monition movements that were kin
to life and death of trees, of beasts, of stars:
free captives undermining shadowy bars,
digging the foreknown from experience
and panning the vein of spirit out of sense.

…………
J.R.R. Tolkien

Çevirisi
…………
Henüz ağaçlar “ağaç” değildir, vakta ki öyle isimlendirilene ve görülene dek
ve onlar isimlendirilene kadar hiç isimlendirilmemişlerdi
ki onları beyanın içe dönük nefesi göz önüne serdi,
dünyanın müphem/zayıf bir yankısı ve soluk bir resmi,
ancak ne bir kayıt ne de bir fotoğraf,
ağaçların, hayvanların, yıldızların yaşam ve ölümüne benzer
içlerindeki derin ihtarın/hatırlatmanın kıpırdanmalarıyla
kehanet, hüküm ve kahkahalı bir tepkisi olarak:
gölgeli parmaklıkların altını kazan hür tutsaklar,
“önceden bilineni” tecrübelerinden kazıp çıkarıyorlar
ve nüktenin (ruhun) damarını anlamdan eliyorlar.

…………
J.R.R. Tolkien

TARİHİN SONU MESELESİ veya ZAMANIN ÇARKLARINA HAPSOLMAK

Thomas More’un çok da kavramsallaştırmadan sunduğu “Tarihin Sonu” meselesi, pek çok felsefeci tarafından da dile getirilmiştir. Ütopya veya dizütopya (Disutopia/Dystopia) formunda gördüğümüz düşünceler, iki ana kutupta gruplanmaya müsaittir: (1) Daha ötesine ulaşılamayacak bir sistemin politik ve sosyal olarak inşasını mümkün gören veya halihazırda inşa edildiğini savunan tezler, (2) Anlam arayışlarının ve insanın kendini adayışlarının sonuçsuzluğu ile ideallerin tükendiği ve insanlığın, anlamsızlık/absürdite ile kuşatıldığı, hapsolduğu bir tasvir, tasavvur içeren görüşler.

Thomas More

Thomas More

Birinci kategoride yer alan görüşler, daha çok ütopyacı, daha kaçışcı – hayali ve idraki serbest bırakan bir yapıda – gözükse dahi sadece biraz daha geniş bir hapishane gibidirler. Tanımlanan/somutlaşan her ideal tanımlandığı andan itibaren yaşlanmaya başlar. Ruhun ölümsüzlüğüne mukabil yaşlanmak cesedin kaderidir. Bu sebeple, bir ütopya ancak yaşanabilir ve belki bazı hikayelere de konu olabilir ama tanımlanamaz çünkü tam olarak tanımlanabileceğini iddia etmek ruhun tam olarak cesede hapsedilebileceğini iddia etmektir. Sonsuz olan ise sonlu olan tarafından kapsanmaz. Bu yönüyle bir ütopyanın tanımları ne kadar çok insan zihninde mutlaklaşır ve somutlaşırsa o ütopya aynı oranda insandan uzaklaşacaktır. Ütopyacılık, ruhu cesede hapsetmenin bir aracı haline dönüştüğü sürece “kaçışcı” niteliğini kaybeder ve tersi bir işlev ile hapishane hükmüne geçer.

Dolayısıyla insanlığın bir “Altın Çağ”a ilerlediğine inanmak veya işaret etmek sorunsuzken bu çağın tam olarak tanımlanebileceğini iddia etmek sorunludur ve bir ütopyayı dizütopyaya çevirebilecek güçtedir. İlginç bir biçimde İslam Eskatolojisi’nde – İslam’ın Altın Çağı’nın tasvir edildiği dönemde – , çok ince teşbihlerle, sembollerle lebaleb dolu bir dil kullanımı tercih edilmiştir. Hadislerden ve Kur’an’ın Ahirzaman ile ilgili ayetlerinden itibaren İslam’a göre tarihin “kronolojik sonu” sembolik dille anlatılmıştır ve mutlak tanımlamalar ve somutlaştırmalara rastlanmaz. Mutlak tanımlamalar ve somutlaştırmaların olmamasının hikmetlerinden biri de bir “Altın Çağ”ın herhangi bir devrin giydirdiği libaslarla önce somutlaşıp sonra da anakronizme saplanarak donuklaşmasının – solidifiye olmasının – engellenmesidir.

İkinci grupta yer alan görüşler “Tarihin Sonu” kavramı kullanılmadan dahi ifade edilse postmodern düşünürlerle/felsefelerle çerçevelenebilir. Frankfurt Okulu, Walter Benjamin, Baudrillard, McLuhan, Gilles Deleuze vs. (*), düşünceleri farklı disiplinlerden beslenmekle birlikte bir ortak noktaya sahiptir: Modernist düşünce, ideolojiler, insanlığın mana arayışına bir cevap üretmemekte veya bu arayışı daha anlamlı hale getirmemektedir.

Modernizmi, ideolojilerin hakikati söyleme ve tanımlama görevini kendilerinde gördükleri ve bilimin çok dar ve 19. yüzyıldan kalma müfrit rasyonalist ve maddeci bir tanımını dinin yerine koyması olarak da yorumlayabiliriz. Karl Popper’ın sürecin bir kısmını yorumlama potansiyeli olan sözlerine, bu noktada bir göz atmak faydalı olacaktır:

Metnin Orijinali

The earlier, naturalistic revolution against God replaced the name God by the name Nature. Almost everything else was left unchanged. Theology, the science of God, was replaced by the science of nature. God’s laws, by the laws of nature. God’s will and power, by the will and power of nature (the natural forces) and later God’s design and God’s judgment, by natural selection. Theological determinism was replaced by naturalistic determinism, that is. God’s omnipotence and omniscience were replaced by the omnipotence of nature and the omniscience of science.

Karl Popper

Çevirisi

Tanrı’ya karşı natüralist devrim, ‘Tanrı’nın yerine ‘Doğa’yı geçirdi. Bunun dışında hemen her şey aynı kaldı. Teoloji, yani Tanrıbilim yerini Doğabilime; Tanrı’nın yasaları yerini Doğa yasalarına; Tanrı’nın iradesi ve gücü yerini Doğa’nın iradesi ve gücüne (Doğa kuvvetlerine); ve sonradan da Tanrı’nın tasarısı ve Tanrı’nın hükmü (kaderin hükmü) de yerini Doğal Seleksiyon bıraktı. Yani, Teolojik determinizmin yerini natüralist determinizm aldı. Tanrı’nın her şeye kâdir oluşunun (Kâdir-i Mutlak / Külli Şey’in Kâdir Oluşu) ve her şeyi bilirliğinin (Âlim-i Mutlak /Külli Şey’in Kâdir oluşu) yerine doğanın her şeye kâdir oluşu ve bilimin her şeyi bilirliği geçti.

Karl Popper

Karl Popper

Karl Popper

Popper’ın “natüralist devrim” olarak nitelediği dönem, göklerle insanın irtibatının koptuğu veya zaten çoktan kopmuş bir irtibatın bir zamanlar var olduğunun dahi reddedildiği dönemdir. İnsan artık fiziki alemin sınırlarına çekilmiş ve burada rasyo sınırları içinde yaşamaya başlamıştır. Geçmiş yazılarda az da olsa değindiğimiz gibi insanın duyabilme/sezebilme kapasitesinin ancak çok az bir kısmıyla ilgili olan rasyonun, mutlak ve her şeyin ölçüsü bir makama yükseltilmesi, insanın hakikati bulma aracı olan akıl ünitelerini bütünüyle kullanılamaz hale getirmiştir. Bu noktadan sonra ise körelmiş duyuları/sezileri/düşünceleri ile eşyaya temas edebilecektir. Çevre ve toplum, algı düzeyinde küçülmüş olacak yani insan kendi algısının darlığına hapsolacaktır.

Bahse konu diğer düşünürler, anlamların uzağında/sürgünündeki esareti kendi pencerelerinden teşhis etmişlerdir. Hapishanede olduklarını – en azından batı düşüncesi açısından – ilk tespit edenler hükmündedirler.

FRANCIS FUKUYAMA ve TARİHİN SONU “HAPİSHANESİ”

Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu” kavramını popülerleştirdi. Aslında ilk değildi ama “Tarihin Sonu”nu kamuoyuna mal olan bir söylem (discourse) haline getirmeyi başardı. Global politik açıdan çok elverişli şartlarda ortaya çıkması haricinde pek de değeri olmayan görüşü, akademik bir dille Amerika’nın Soğuk Savaş’tan zaferle çıkışının bir kutlaması/kutsanmasıydı.

Francis Fukuyama bu tezi ile insanlık adına yeni bir hapishane de inşa ediyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve Soğuk Savaş dönemlerinde ideolojilerin dayattığı deli gömleğininin bir benzerini, insan idrakine, ulaşılması mümkün son nokta olarak tekrardan sunuyordu. Kasıtsız olarak dahi olsa kaçış yönlerinin ve gidilmesi gereken yerlerin artık kalmadığını söylüyordu. 20. Yüzyıl Liberal Demokrasisi ve liberalizmle ne derece uyumlu olduğunu bilemediğimiz kapitalizm, Fukuyama’ya göre bir çeşit son sınır teşkil ediyordu. İnsan idrakine çekilen bu son sınır/Tarihin Sonu çizgisi yeni bir idrak hapishanesiydi.


(*) Gilles Deleuze, doğrudan “Tarihin Sonu” kavramını kullanmaz. “Felsefenin Sonu ve Sinemanın Yükselişi” meselesinden ilk bahsedenlerdendir. Böylelikle bir tarihin sonunu ilan eder; felsefenin son bulması, çağlara yayılan manada düşüncenin aracılığının kelimelerden imgelere geçmesidir. İmgelerle doğan ve sözü tahtından indiren “yeni düşünce” elbette büyük bir sonun da ifadesidir.

McLuhan, televizyonu/“medium”u, “kuşatıcı” ve mesajı “kuşatılan” olarak yorumlayan ilk akademisyendir. Mesajın/düşüncenin esaretini McLuhan’ın yaklaşımında gördüğümüz için ve yeni medyanın öncekilere oranla benzersiz bir esaret sunmasını vesile kılarak McLuhan’ın bir çeşit kasıtsız “Tarihin Sonu” tanımı yaptığını varsaydık. Tanımladığı kuşatılmışlık/hapsedilmişlik doğrudan tarihin akışını benzersiz biçimde değiştirmeye adaydır ve bildiğimiz ve aşina olduğumuz tarihin sonunu andırır.

Baudrillard, simülasyon öncesi tarihe dönüşün neredeyse imkansızlaştığını tespit ile bize bildiğimiz tarihin sınırına/sonuna yaklaştığımızı hatırlatır. Bu yönüyle “Tarihin Sonu” tartışmasının bir vechesi olarak konumuza dahil oldu.

Burada geçen düşünürlerin ortak özelliği, eleştirel yönlerinin derin olması ve sorunun çeşitli yönlerden teşhisi açısından çok önemli idrak seyahatleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. Bir şeyi sadece yeni olduğu için alkışlamak yerine “yeni histeryası (Hysteria)“ndan azade, “yeni”nin çıkmazlarını görmeye ve göstermeye çalışmışlardır.


Not: “Gölgeli Parmaklıklar” bahsini uzunca açarak, Tolkien’in “kaçışcılık” ile ne amaçladığını ve gölgeden asla geçmenin, suretten ruha sıçramanın önemini ve bu konuda ihtiyacın şiddetini vurgulamaya çalıştık. Önümüzdeki yazıda, “Yüzüklerin Efendisi’nde Tarihin Sonu ve Tolkien’in Kaçış Planı” ve “Tarihin Sonunda Yeniden Doğmak: Bir Zümrüd-ü Anka Projesi Olarak Tolkien” başlıkları ile devam edeceğiz. Geçen yazıda vaat ettiğimiz cevapları da mezkur başlıklar çerçevesinde ele almaya çalışacağız.


‘Thomas More’ Tablosu © Hans Holbein the Younger

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply