Tasavvurun Kalemi Zihne Bir Nokta Koyduğunda

2

Yıllar boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istedim. Kendimi herkes gibi yaşamaya, herkese benzemeye zorladım. Kendimi ayrı düşmüş hissettiğim zaman bile, bütünleşmek için böyle davranmak gerektiğini söyledim. Ama bütün bunların sonunda felâket geldi…

Şimdi kalıntılar arasında dolaşıyorum, kuralsızım, tereddütler içindeyim, yalnızım ve bunu kabullenerek, tek oluşuma ve kusurlarıma boyun eğdim. Tüm yaşamımı bir nevi yalan içinde yaşadıktan sonra, bir doğru yaratmak zorundayım.

Albert Camus / Defterler / s.262

Kuralsızlık, kararsızlık, herkesin dediğine göre yaşamak, yap dediğini yapmak, her şeye şüpheyle yaklaşım, kalabalık içindeki yalnızlık ve meğerse koskoca bir yalanmış denilen yaşanmışlık. 20. yüzyılın tarifi ve maalesef 21. yüzyılın da. 

Çağın insanı olarak başımda iki tehlike bekliyor beni. Ya kendimi yok sayarak topluma boyun eğip sürüleşeceğim ya da “hep ben, hep bana” diyen nefsime uyarak bireyselleşeceğim. İkisi de yaradılışıma ters. İkisi de çıkmaz sokak.

Çünkü aklım, iradem, kalbim ve ruhumla bana ayırt etme, seçme, paylaşma, sevme ve özgür olma hakkı verilmiş. Bütün bu değerlerime rağmen nasıl sürüye katılır veya nasıl bencilleşebilirim? Çünkü sürüleşme beni toplumun güdümünde ilerleyen bir yaşama nasıl sürükleyecekse, bireyselleşme de kendi egomun güdümündeki yaşama sürükleyecek. İkisi de insan olana, özgür olana, vicdanı olana uymayacak. Hiç yakışmayacak. Birinde kendimi yok sayacak, diğerinde sadece kendime, menfaatlerime odaklanacağım. Her ikisinde de huzuru yaşamama imkan yok. Birinde topluma boyun eğeceğim; diğerinde toplumla beraber sevgiyi, merhameti, paylaşımı iteceğim. Her ikisi de benden insanlığımı alıp götürecek. Hem de süratle götürecek. Huzursuz insan dünyayı da huzursuz eder. Çünkü dünyanın ruhudur, kalbidir insan. 

İnsan yaşamının en büyük sorunu bizzat ‘insan’ sorunudur. Hayat ne ölçüde aydınlanırsa aydınlansın, yeryüzünün güçlükleri ne ölçüde kolaylaşırsa kolaylaşsın, insan ne denli dünyaya egemen olursa olsun, sorunlar ne denli çözülürse çözülsün, bu ölçüde de ‘insan’ sorunu belirsizleşmekte ve giderek trajik boyutlara varmaktadır. 

Bilim aracılığı ile her gün eskisine oranla daha çok sorunun cevabı verilebilmektedir. Gelgelelim İnsan nedir?’ sorusu da daha güncel olmakta ve gitgide sorunlaşmaktadır. Nitekim bu bunalıma, Batı’da bizden daha büyük boyutlarda ve bizden daha erken varıldığını görüyoruz. Orada İnsanın kim olduğunu bilmiyorum!’ trajedisi bizden daha fazla sezilmektedir ve bir ölçüde bizim aydınlarımızı da etkileyecek boyutlara varmış bulunmaktadır.
….
İnsanın ne olması gerektiğini, ne olduğunu kavramıyor isek, diğer bir deyişle açık ve üzerinde anlaşılmış bir insan gerçeği düşüncesine ulaşmamış isek kültürü, eğitim ve öğretimi, ahlâkı ve toplumsal ilişkileri düzeltme yolundaki bütün çabalarımız boşunadır ve boşa gitmiştir. 

Böylelikle de aşılama ve ayıklama yöntemlerini, bağ bakımını ve bitki bilimini çağdaş bilimin en üst düzeyinde bilen, gelgelelim diktiği ağacın türünü düşünmeyip içinde bulunduğu toplumun hangi ürüne ihtiyaç duyduğunu göz önünde tutmayan bir bağcıya benzeriz.
….
Yüksek düzeyde toplum, büyük uygarlık, siyasî veya iktisadî öğreti düzenlerinden çok daha önce, ne tür bir insan oluşturmak istediğimiz ilke olarak belirlenmelidir. Şu halde her şeyden önce insan olma ve nasıl insanlaşma sorunu çözülmelidir. Her sorunun temeli budur

Dr. Ali Şeriati / İnsanın Dört Zindanı / s.8-9-10

Doğru bir dünya için doğru insan lazım. Huzurlu hayat için de huzurlu insan. Yani yeni bir insan modeli. Dünyanın iyileşmesi, hayatın dirilmesi, önce umudu kaybetmemeye sonra bu modelin çizilmesine bağlı. Ve ilk önce de inşasına kendimizden başlamaya. 

Geçenlerde bilmiyorum nedendir; beynimin içi karmakarışık, bedenim yorgun; öylesine oturuyordum. Oğlum geldi yanıma. “Seni rahatlatmak için bir planım var.” dedi. İnsanın gerginliğini alıveren, sadece tabiat seslerinin duyulduğu mekanları gösteren videolar seyrettirdi. Birbirinden güzel manzaralar… Varlıktaki muhteşem ahenk. Zerrelerden yayılan, adeta ekrandan bize geçen sükunet. Bir saate yakın sadece dere, deniz ve kuş seslerini dinledim. Haklıymış; bayağı rahatlamıştım.

Sonradan düşündüm neden bu kadar etkilendiğimi? Bilhassa dereden. Sular büyük taşların arasından ta iliklerime akıyordu. İçinde küçücük çakıl taşları, pırıl pırıl bir dere… Ruhumu aydınlatıyordu. Her şey el değmemiş, tertemiz. İki tarafında boydan boya yeşillikler, sarmaşıklar, ağaçlar. Hayat… Diriliş… Neydi ruhumun aldığı? Nerden geliyordu kalbime huzur veren esintiler? Sadece akan bir dere, su sesi. O kadar. Ama içimde bir yerlerde düğümler çözülüyordu. Neydi bunun sırrı?

Uzun süre aklımdan çıkmadı görüntüsü. Sesi kulağımdan gitmedi. Evet. Beni rahatlatan, dereydi. Suları bazen coşarak bazen usulca; ama durmadan akan dere. Nerden alıyordu gücünü, nerden geliyordu bunca bereket? Elbet kaynağından geliyordu. Suların üzerinde çerçöp yoktu. Kenarlarda göze batacak kirli görüntüler yoktu. Acaba bir çöplüğün arasından aksaydı aynı etkiyi verir miydi? Veya üzerinde atıklar olsa, bozbulanık aksa içindeki taşlar parlar mıydı? Hayır. Asla aynı etkiyi veremezdi. Üstelik berbat bir koku da yayacaktı çevresine. İkisi de akan su; ama etkileri farklı. Birinin güzelliğinden gözümü alamıyorum, diğerine bir an dahi bakmak istemiyorum. Demek ki etkileyen suyun saf, berrak görüntüsüydü. Sırrı kaynağındaydı. El değmemiş, sadece Yaradan’ın zenginliğinden, rahmetinden beslenen sularındaydı. İçten gelen sözler nasıl gönle tesir ediyorsa, saf, tertemiz kaynaktan gelenler de gönlü öyle etkiliyordu. Gönül yanılmazdı; saf olanı tanırdı. Çünkü bozulmamış fıtrat onun rehberiydi. 

İşte o gün yaşadıklarım, kavram dünyası ve halimizi hatırlattı. Kavramlar… Bozbulanık sular gibi zihnimizde akan kavramlar karmaşası. Veya berrak sular gibi doğru akan kavramlar. Her şeyin kaynağı sadece kudretin, bereketin merkezi olmalıydı. Yaradan olmalıydı. O’nun İlahî isimleri, İlahî kelamı olmalıydı. 

Güneş olmasaydı, taşlar parlamazdı. Düşünce olmasaydı, kavramlar anlam kazanamazdı. Her şeyin ışığı Nur olandı. Her zihni tecellileriyle aydınlatacak, ancak Alîm olandı. 

Bizim çarkımızı döndüren, havada uçurup, yeryüzünde dik tutan hep O’dur. Güneş ışığı, aranıp bulunan değil, görülüp kabul edilendir. O, şeylerin tümüne mündemiçtir. Bitkilerin içindedir, toprağa ve karanlığa gömülen tohumla birliktedir. En uygun zamanda tohumun çatlayarak bir ağaca yahut buğdaya dönüşmesini sağlayan yine onun enerjisidir. O ağaç ölür ve o ağacın ölüsünden, yine gün ışığında evlerimizi yaparız. Hayat verir. Güneş, bizim kendi ruhumuzun karanlığında gömülüyken yalnız bırakmayan ve bize kötülüğe çeken ahlâkî bir yerçekimine karşı bizim sathımızda yer alan lütfun imgesidir.

Bir çiftçinin işi güneş enerjisini yakalamak yahut onu hapsetmek değildir. O, ekimini güneşe göre yapar ve bitkilerini ondan en sahih şekilde yararlanacak şekilde yetiştirir. Bu emekte saklı olan çabanın mihenk noktası çiftçinin kendisi değil, güneştir. Bu durum bizim de iyiliğe erişmek için ve ruhumuzu dindirmek için, merhametin ve lütfun ışığından ayrılamayacağımızı anlatır. O çiftçi gibi hepimiz de Tanrı ile yaratılışın sahnelendiği kutsal bir dramda basit oyuncularız.

Öyle bir şiir ortaya çıkmalı ki, bu ebedî ışığın yaptıklarının tümünü kapsasın. Öte türlü şiirimiz, uyuşukluğa, umutsuzluğa yahut en aşağılık hislerimizin tatminini arayan yeknesak bir ses olur çıkar. Sonluluk korkusu etrafında çoklukla şahit olduğumuz insanlık durumu budur.

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.13

Hayatın tadı, varlığın dilinden okunan şiirin doğru yorumunda. Nice güzellikler sergilense de gözler şiiri yanlış yorumluyorsa, sahibine hiçbir şey kazandırmıyor. Ama doğru yorumlanıyorsa paya düşen huzur ve mutluluk.

Toprağı ıslah etmek, diri tutmak, güzelleştirmek için temiz kaynaktan beslenen sulara ihtiyacımız var. Kendimizi ıslah etmek ve ayakta tutabilmek için doğru kaynaktan gelen kavramlara. İnsanı yeniden diriltmek ve yeni bir nesil inşa etmek adına proje üretenler her şeyden önce doğru kavramların oluşturulmasını öngörüyor. Çünkü onlarla hayatımıza şekil veriyor, düşünüyor ve konuşuyoruz. Kısacası yolumuzun üzerindeki işaret gibiler. 

Asıl mesele kavram ve tasavvur dünyasının, hayata bakış açısını belirliyor olması. Düşün ki hayata nereden bakmayı bilmiyorsun. Biri bir yer gösteriyor; oradan bakıyorsun. Diğeri başka bir yer gösteriyor; o noktadan bakıyorsun. Hele kendini bilmezler daha fazla yer gösteriyor. Nereden bakacağını iyice karıştırıyorsun. Sonuç ne? Parçalanmışlık. Hayata baktığın yer dağılıyor. Darmadağın görüyorsun. Herkesin bak dediği yerden bakmak seni varlığın, hayatın hakikatinden uzaklaştırıyor.

Kainattaki nizam, bir hakikat. Varlıktaki sevgi bir hakikat. Hayat bir hakikat, ölüm, ecel, ahiret bir hakikat. İçimizde hem iyiyi hem kötüyü taşımamız; hem kalbe hem nefse sahip olmamız bir hakikat. Yerçekimi bir hakikat. Yükseklere çıkmak, dibe saplanmak bir hakikat. Peki ne yapacaktık, nasıl bulacaktık anlamlarını? 

“Bütün hakikatlerin Sahibi”ne soracaktık. Tek adres İlahî olandı. Her kavram, bizi Yaradan’ın işaret ettiği noktadan baktırmalıydı. İnsanın ihtiyacı olan buydu. Ama kaç kişi hakikati merak etme, anlamını bulma derdindeydi? Kaç kişi doğru adresi arama peşindeydi? 

Tabiatta her kaynak kendi deresini, nehrini oluşturuyor. Her sistem de kendi kavramlarını kuruyor. Şayet sistemde bir yanlışlık varsa biz anlayana kadar çoktan düşüncelerimizde kendini göstermiş oluyor. O sebeple tedbirli olmak, verilen her mesaja, görüntüye zihnimizde sorgulamasını yapmadan dalmamak lazım.

Cevdet Said, Suriyeli bir düşünür. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları adlı eserinde günümüz insanının psikolojik özelliklerini sunarken bir masal anlatır: 

Vaktiyle gücü insanları dehşete düşüren, şöhreti ufukları tutmuş bir dev varmış. Ağızdan ağza dolaşan rivayetler, yakın bir kentte oturan başka bir devin kulağına da gelmiş. Bu dev insanların ağzında dolaşan rivayetlere bakarak onunla tanışmak istemiş ve iltifatlarla dolu bir mektup göndererek dostluğunu arz etmiş, muhabbet talebinde bulunmuş. Ne var ki cevap hiç de umduğu gibi gelmemiş. Haddini bilmesini isteyen küstahça bir mektup almış. Bunun intikamını almaya karar vermiş. 

Hasmının arzı titreten ayak seslerini duyan mağrur devin dizlerinin bağı çözülmüş, rengi atmış. Durumu anlayan karısı biçare kocasına işaretle, onun yatağa girmesini istemiş ve üstüne de yorganı atmış. 

Öfkeli dev oraya ulaşınca o mağrur devin nerede olduğunu sormuş. Diğer devin karısı 

‘Hişt yavaş konuş, çocuğu uyandıracaksın! demiş ve yorganın altından uzanan iki ayağı göstermiş. 

Bu iki ayağı gören öfkeli devin kalbine bir korku düşmüş. Başından soğuk sular dökülmüş, oracıkta kalakalmış.Çocuk buysa babası kim bilir nasıl acaba!’ Sonra da kaçarak geldiği yere dönmüş.

Cevdet Said / Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları / s.72 

Bu masalda iki dev var. Biri kibirli, diğeri öfkeli. İkisi de nefislerinin güdümünde. Hem kibir hem öfke aklın istikametini saptırır. Muhakemeyi engeller. Bu masalda üzerinde durulan, öfkeli devin psikolojisi. Kibirli devin karısı çok zeki ve atik. Öfkeli devin önüne hemen bir görüntü sunuyor. Ayakları kocaman; uyuyan bir çocuk. Bu görüntü karşısında dev, zihninde hemen bir tasavvur oluşturuyor. Görülenin algılandığı ilk nokta. Kıyasın yapıldığı ilk adım, iliklenen ilk düğme. Aklın çalışmaya başladığı, düşünceye istikamet verildiği ilk an. Bundan sonra kıyasın sonucuyla akıl bir açı oluşturacak, düşüncenin istikameti çizilecek, oluşan şuurla muhakeme edilecek, verilen hüküm davranışı oluşturacaktır. 

Ne yazık ki dev burada heyecanla zihninde hatalı bir resim çizmeye başlar. Yanlış çizimin etkisiyle hatalı kıyaslama yapar: “Çocuk buysa babası kim bilir nasıl acaba!” Önüne başa çıkamayacağı korkunç bir dev portresi çıkar, “Sonra da kaçarak geldiği yere döner.” 

Burada yapılan hata, devin sunulanı sorgulamaması. Örtüyü açsa gerçeği görecek. Onun gerçek sandığı şey ise sadece bir aldatmaca. Ve düğmeyi yanlış ilikler. Sonra yanlışlar birbirini takip ede ede ortaya sakil, komik bir görüntü çıkacaktır. 

Dev ilk başta öfkesine kapılarak ayakların sahibini yanlış tasavvur etti. Önce ürktü, sonra art arda gelen vehimlerle korkunç hayallere girdi. Hayalleri tasavvurunun açısını iyice genişletti. Açılan koskoca alanda korkudan ne yapacağını bilemedi. Bütün bunlar vücudunun dengesini bozdu. Eli titredi, yüzü sarardı, kendine güveni kalmadı. İyice acze düşerek paniğe kapıldı. Sonunda cüssesine hiç yakışmayan bir şey yaptı: Kaçtı. Tabi bu kaçmadan sonra kim bilir daha neler oldu? Gözden mi düştü? Mevki mi kaybetti? Bunlar, yorum yapıldıkça akla gelen şeyler. 

Tasavvurun kalemi zihne bir nokta koyduğundan itibaren bir açı çiziliyor. Pencereden ufuklara bakıyorum. Bakış açım genişledikçe ilk önce sahil, sonra adalar, sonra Yalova’nın puslu görüntüsü… derken ürpertici bir alan oluşuyor önümde. Bir de bunu zihinde yaptığımızı var sayalım. Hatalı bir adımın nasıl ürkütücü sonuçlara götüreceğini düşünmek bile istemeyiz.

Tanrı’ya yönelmiş bakışımızı her daim sabit tutmak. Bu, işlerin en ağırıdır; zira bizim vasatlığa değgin, kendilik olarak adlandırdığımız tüm bayağı yanlarımız, istikameti Tanrı’ya yönelen bakışlarımızı bir ölüm fermanı gibi görür. İçimizdeki bu bayağılık, bakışımızı yücelikten çevirmemiz için tüm yalanları söyler.

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.16

İlahî adresten gelen her kavramın içi, İlahî olanla doludur. Doğal kaynağından çıkan sular nasıl varlığa bereket, ölü toprağa can oluyorsa, İlahî adresten alınanlar da önce akla sonra kalbe, ruha bereket olur. Nefis onunla ıslah edilir. Kuruyan, ölmeye yüz tutmuş hisler onunla canlanır. İlahî kelamın aktığı yerler de böyle bereketlenir, tahrif olmuşlar düzeltilir. Ölü ruhlardan diriler doğar. Gönül bu hakikati iyi bilir; çünkü keskin bir mercekten izler olanları. Bu mercek hem akılla hem sezgiyle görmeye çalışır. İçinde yansıyan İlahî özün fısıltıları, vicdanın gösterdikleri, gönle rehberdir. Gönül, çok dikkatle yol alan hakikat yolcusudur. Yolunun üzerindeki levhaları iyi görür. Hepsini teker okur ve anlamaya çalışır. Nefsin engellerine takılmaz. Sağa sola bakmaz; hedefe kilitlenir. Bir inandı mı vazgeçmez, sebatkardır, nazarının hakkıyla bulur.

Nefis ise tembeldir, havaidir; orda burda dolandığı için bulamaz. Kolay olanı sever. Kolayda emek yoktur. Emeğin olmadığı yerde de ne ter ne tecrübe. Düşün ki nefsinin gözüyle bakıyorsun çevrene, insanlara ve olaylara: Ne görürsün? Elbet bir şeyler görürsün. Ama şaşı olarak görürsün. İkiliğin içinde bocalarsın. Oysa her şeyin hakikati tektir. Çevrende çoğu köşeyi kaçırırsın. İnsanda çoğu özellikleri göremezsin. Olayları yanlış değerlendirirsin. Algıların iyice bozulur, düşüncelerin karışır, şuurun bulanır. Daha da korkunç olanı, manevî değerlere nefsinin gözüyle baktığında iç âleminde olacaklar.

Oysa gönlün gözü “Tek”i görür. Nefsin gözü her şeyi. Bu sebeple gönül huzurda, nefis kaostadır. Gönlün gözü tek görür. Nefsin gözü çift. Onun için gönül bulur, nefis kaybeder. Aynı Mevlâna’nın Mesnevi’sinde anlatıldığı gibi:

Ustanın birisi, gözleri şaşı olan çırağını bir gün evine yollar:

.Bizim eve git, rafta bir şişe var, onu al bana getir.

Şaşı eve gider, içeri girer ve ustanın dediği rafı bulur. Fakat iki tane şişe gördüğü için dönüp gelir ve:

.Ustacığım, dediğiniz rafta iki şişe var. Hangisini getireyim? diye sorar.

.O rafta bir tane şişe var, iki tane yok, git onu getir.  

Ancak çırak inatla itiraz eder:

.Beni boş yere azarlama usta. O rafta iki şişe var. Hangisini getirmemi istiyorsan onu açıkça söyle, getireyim.

Usta bu inat üzerine çırağa ne söylerse söylesin bir şey anlatamayacağına kanaat getirir ve der ki:

.Madem orda iki şişe var diyorsun; git birini kır, diğerini getir.

Çırak gidip şişelerden birisini yere çalarak kırınca, ikisinin birden ortadan kaybolduğunu görür.

Mevlâna

Toplumda biri iki gören o kadar çok insan var ki. Doğru yerden bakmayı bilemediği için aradığını bulamayan, yola koyulup elleri boş dönen nice inatçı beyin, nice körleşen kalp var. Onları şaşı olduklarına inandıramazsınız. Ne yazık ki iş işten geçtikten sonra, testiden biri kırıldığında, diğer testiyi kaybettiklerinde anlayacaklar. 

Maddî dünya şaşı gözüyle tek gerçek olan beden ve ruhu ayrı ayrı, iki gerçek olarak görüyor. Ancak testiyi kırdığında neleri kaybettiğini anlamaya başlayacak. Her yerde kırılan testiler, boş dönen eller, hayal kırıklıkları… Ruhun testisi kırıldığında beden testisinin de stresle elden kayarak kırılmış olduğu ancak fark ediliyor. Hakikat testisini kıran göz, batıldan başka neyi görebilir? Her yer batıl örneklerden geçilmiyor. Akıl şaşılığı, kalp körlüğü çok daha vahim sonuçlara sebep oluyor. Dünya bu vahameti inşallah uzun süre yaşamaz.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Paylaştığınız doğa seslerini bir ara ben de dinlemiştim. Bunu değil de yağmur ve gök gürlemeleri de vardı. Fakat sonra bunun da doğal olmadığı nedense içimde belirdi. Ondan sonra dinlemeyi bıraktım. Rahat uyuyor insan ama belki de o rahatlık olmaması gerekiyordur. Gerçekle yaşamak gerçekten çok zor. Emeğinize yüreğinize sağlık. Çok güzel bir yazıydı.

  2. O kadar güzel ki yazınız..Okurken de cocukluğuma götürdü satırlar ve fondaki doğa sesi. Çocukken derenin oldugu bir yere giderdik yazları. Etrafındaki herşey suya yansırdı,sık dalların arasından güneş hüzmeleri vururdu suya,kazlar yavrularıyla yüzer; arada merakli bizi kovalar ,onlarca kaplumbağa ağaçların dibinde oturur ve tabiki kurbağaların korosu olurdu 🙂 yıllar icinde civarda insanlar cogaldi,su bulaniklasti,once kazlar gitti sonra agaclar kurumaya basladı.Böyle olunca sanki cocuklugumun bir parcasi koptu ama hakikat orda.
    “Doğru bir dünya için doğru insan lazım. Huzurlu hayat için de huzurlu insan. Yani yeni bir insan modeli. Dünyanın iyileşmesi, hayatın dirilmesi, önce umudu kaybetmemeye sonra bu modelin çizilmesine bağlı. Ve ilk önce de inşasına kendimizden başlamaya.”
    Inşa etmek o kadar zor ki ve giderek zorlasiyor. Dediginiz gibi ,umudu kaybetmeyecegiz en başta kendimizden sonra cevremizden. Bir sonraki yazinizi sabirla bekleyecegim. Gönlünüze ,emeklerinize sağlik.Tesekkur ederim

Reply To Oya Cancel Reply