Su Yürek İçin de İyidir

1

Mekân, varlık, gaye, menzil, yol, kalp ve sevda. Hepsi bir âlemin hücreleri gibi. Âlem, yaratılmış bir mekân. Mekân içinde yaşayacak varlıklar. Varlık ve mekân birbirine uyumlu olacak. Bu âlemin hakikati: “Yaratılan her şeyin bir gayesi olduğu ve her gayenin de bir menzili.” Gayeden menzile bir yol uzanacak. Şevk, merak, heyecan olmadan yolcu yola nasıl düşecek? Ve bunların hepsini hissedecek bir kalbin varlığı ve o kalbi harekete getirecek bir sevda…

Mesela hakikat bir âlem. O âlemi en güzel hissedense kalp. Tasavvufta hakikatin sembolü, “ab-ı hayat”; yani hayat suyu. Onun için kalp, suya susamış. Susuz olan, susuzluğunu dile döker; kalp de dökecek duygularını. Yolcunun menzile kavuşması, o menzile olan sevdasına bağlı. Yoksa yoldan dönmek de var. Çıkılan yola hazırlıklı olmak lazım gelir ki engeller, zorluklar yolda bırakmasın.

Bülbül de bülbül olalı bu sırdan dolayı hep figan ediyor gül için. Neden serçe, kartal; bir başka kuş değil de bülbül? Çünkü bülbül, güle sevdayı en iyi hisseden kalbe sahip. O günden bu güne hiçbir engel susturamamış feryadını. Neden sümbül, papatya, yasemin değil de gül? Çünkü bülbülün kalbini açacak kabiliyet gülün sırrında. O günden bu güne hep çekiyor cazibesiyle. Kalp de hakikate sevdayı en iyi duyan bir yapıya sahip. Var olduğu günden bu güne arıyor, hasretle hep arıyor ve hakikat de durmadan çekiyor kendine. Aynı suyun susamışı çektiği gibi.

Teşnedir müştâk-ı âb-ı dilsitân
Abdır hem tâlib-i leb teşnegân1

Mevlâna / Mesnevi / 3 / 4442

Susuz kişi, gönlünü alıp götüren suya hasrettir. Ama sevda karşılıklıdır; çünkü su da isteklidir susamışa. Yani kuruyan dudak nasıl suya hasretse, su da o dudağa kavuşmaya hasrettir. Menzil yolcuyu çekmese, adımlara nasıl şevk ve güç gelecek?

Gaye, suya kavuşmak. Suya hasret olan kim? Susuz kalan. Böylesi derin bir susuzluğu anlatabilecek en uygun mekân çölden başka neresi olabilir?

Küçük Prens’le Pilot çölde karşılaşırlar. Ama şüpheyi ortaya çıkaran, bizi kendimizle yüzleştiren ve derin düşüncelere dalmamızı sağlayan sadece çöl değildir artık. Burası hayat ve su olmayan, yalnızca sınama, deneme, uyanış ve dönüşümün yaşandığı yerdir.

Bildiğimizi sandığımız şeylerin ötesine geçmek, varoluş gerçeğini yakalamak için aşmak, geçmek gereken bir geçittir. Tıpkı aydaki bir kum tanesi gibi, varlığımızın gerçeği de onu aradığımız bu sonsuzlukta kaybolmuştur.

Kendini tanımak topluluklardan, insan kalabalıklarından uzaklaşmayı başarıp kendi kişisel deneyimleriyle çölde yürümektir. Çöl, gerçek mutluluğa varmak için ilk etaptır.             

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.76

Çölde kazaya uğradığımdan bu yana sekiz gün geçmişti. 

Tüccarın öyküsünün sonunu dinlerken son yudum suyumu içiyordum.

‘Evet,’ dedim Küçük Prens’e. ‘Anlattıkların çok hoş; ama ben hâlâ uçağımı onaramadım; içecek bir şeyim de kalmadı. Doğrusu ben de gönlümce bir su kaynağına yürümeyi isterdim!’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.96

Pilot bir taraftan uçağın motorunu tamir etmeye çalışırken bir yandan da Küçük Prens’i dinler. İşte tam bu sahnede maddî dünyanın mantığıyla manevî dünyanın hisleri karşı karşıyadır. Bir anlaşmazlık vardır arada. Yanındaki suyun son yudumunu içerken susuz kalma telaşında olan pilot, bu küçük çocuğun söylediklerini anlamaktan çok uzak bir haldedir.

‘Dostum olan tilki…’

‘Sevgili küçük adamım. Bu işle tilkinin bir ilgisi yok.’

‘Neden?’

‘Çünkü susuzluktan ölmek üzereyim de ondan…’

Söylediğimi anlayamıyordu. ‘Dost edinmiş olmak iyi bir şeydir,’ dedi yanıt olarak, ‘ölmek üzere olsa bile insan. Örneğin ben bir tilki ile dost olduğum için çok mutluyum…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.96

Kaç günlük yorgunluk, motorun tamiri ve susuz kalma korkusu ve bu arada “Dostum olan tilki…” sözü. Küçük Prens pilota göre “Dam üstünde saksağan. Vur beline kazmayı,” gibi saçma konuşmaktadır. Çünkü kelimelerin derinliğine inememiş, manayı bulamamıştır. Belki telaşı olmayıp da düşünebilse, bulacak.

Oysa tilki gerçek insan olma yolunda ilerleyebilmesi için gerekli olanları öğretmiştir Küçük Prens’e. Sevgiyi, sevgi için emeğin gerekli olduğunu ve bunların yolunu görebilecek kalp gözünün varlığını… Hepsini küçük dostuna tek tek, usanmadan, örneklerle anlatmıştır. Küçük Prens bundan dolayı maddî susuzluğun altındaki daha büyük bir susuzluğu; duygusal susuzluğu hissetmiş ve “Dostum olan tilki…” deyivermiştir. Ama pilotun bu küçük çocuğun bilgeliğini anlayacak ne zamanı ne de anlama kapasitesi vardır o an.

Ancak zamanla öğrenecektir pilot. Çünkü kendinden içeri ve kendinden öte olan hakikate yöneldikçe hakikat âleminin Sultanı da onu kendine çekecektir. 

Exupéry eserlerinde; bilhassa Kalede insanın içinde kendinden daha değerli olan bu halin, kendinden öte Olan’a varmanın heyecanını, hasretini anlatır ve eserdeki karaktere bu İlahî yolculuğun aşamalarını yaşatır. 

Hüzün dalgası çarptıysa bir insanın yüreğine ya Mevlâ’sını özlemiştir ya da Mevlâ’sı onu.

Mevlâ’yı özleyen gönül ya hüznü bekler ya da hüzündedir. Bela, gam ve keder Mevlâ’nın sevdiklerine gösterdiği kamçıdır. Vurdukça kendine çeker…

İmam Rabbani    

Exupéry’in hüznü, gamı, kederi; bu eserinde pilotun manevî susuzluğudur. Pilot çaresizliğinin son noktasında çöle düşer ve yüreğinde Küçük Prens’i bulur; yani varoluşunun ilk saf halini.  Her varlık, suyun hakikatini bilir; çünkü doğuştan bu tat, özün damağındadır. Pilotun karşısındaki çocuk da bozulmamış saf haliyle bu tadı bilmektedir. Pilot ise kirlenen dünyasının telaşında bu tadı unutmuş; aynı anda farkında olduğu ve olmadığı iki susuzluğun sancısını çekmektedir.

‘Durumu anlayamıyor,’ diye düşündüm. ‘Hiç susamıyor, hiç acıkmıyor ki. Biraz güneş yetiyor ona…’

Ama dimdik bana bakarak düşündüklerimi yanıtladı:

‘Ben de susadım. Haydi bir kuyu arayalım…’

Bezginlikle elimi salladım. Koskoca çölde rastgele kuyu aramak saçmaydı. Yine de yürümeye başladım.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.97

Koskoca çölde rastgele kuyu aramak saçmaydı.
.

Bu söz çok önceleri seyrettiğim, bir yolculuk hikayesi olan Baba Aziz filmini hatırlatıyor bana. Yaşı ilerlemiş a’ma bir derviş olan Baba Aziz, çölde dervişlerin otuz yılda bir gerçekleştirdiği toplantıya gitmek üzere yola çıkar. Torunu İsthar da görmeyen yaşlı dedesine çöl yolculuğunda yardım edecektir. Dede ve torun çölde, kendi hikayeleriyle gelen yolcularla karşılaşırlar. Herkes kendisine ayrılmış yolda kendisine biçilmiş yolculuğu tamamlayarak toplantıya varacaktır. Fakat bu toplantının yapıldığı yeri kimse bilmez.

.Neden toplantının yeri bilinmez?

– Çünkü bu bir arayış yolculuğudur ve ancak hasreti olanlar vuslatı hissedenler bu yolculuğa çıkabilir. Çöl arayıştır. Ne bir işaret ne bir ayak izi ne de bir damla su. Sadece uçsuz bucaksız bir alan. Yapılacak şey sadece kalbin gözüyle yücelere bakabilmek. Çünkü kalp bilir ki baş tacı ettiği Sahibi onu vuslata erdirecektir. Ancak İsthar toplantının yapılacağı yeri bulamamaktan ötürü çok korkuyordur ve sorar dedesine:

.Baba Aziz! Ben gelmesem de gidecek misin?

.Evet, küçük meleğim.

.Tek başına mı?

.Ben yolumu bulabilirim.

.Ama kaybolursan?

.İman sahibi olan kimse asla kaybolmaz yavrum. Huzura ermiş kimse yolunu kaybetmez.

.Peki, buluşma nerde?

Dede gülerek cevap verir:

.Bilmiyorum meleğim.

.Ya diğerleri? Onlar biliyor mu?

.Hayır, onlar da bilmiyorlar.

.Nerde olduğunu bilmediğin buluşmaya nasıl gideceksin ki?

.Yürümek kâfi. Yürüyeceğiz. Davet edilen kimse, yolunu bulur; mutlaka bulur.

Yönetmen: Nacer Khemir / Film: Baba Aziz

Ve görmeyen gözleri göklere doğru, yürümeye başlar.

Pilot da aynı Baba Aziz gibi bu çöl yolculuğunda Küçük Prens’le yan yana yürümeye başlar.

Birkaç saat konuşmadan yürüdük. Gece oldu ve yıldızlar çıktı. Susuzluk biraz başımı döndürüyordu; rüyadaymışım gibi baktım yıldızlara. Birden Küçük Prens’in son söylediği çınladı kafamın içinde.

‘Demek sen de susadın?’ dedim.

Sorumu yanıtlamadı, yalnızca, ‘Su yürek için de iyidir…’ dedi.

Bir şey anlamamıştım; ama sustum. Onu sorguya çekmenin bir işe yaramayacağını biliyordum.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.97

Su ve yürek… Yüreğin ihtiyacı sevgi, dostluk ve onu gerçek Dost’a, güzelliğe götürecek değerler. Pilotun dudakları kurumuş, su hasretinde. Küçük Prens’in anlayışında asıl susuz olan yürektir. Ve masum dünyasına yine tilkiden yansıyan bir hikmetle konuşur: “Su yürek için de iyidir.”

Exupéry susamışlığı, suyun değerini ve anlamını çok iyi bilen biri. Çünkü yolu çöllerden geçmiş, susuzluğu yaşamış ve izi olmayan kuyularda kendi ab-ı hayatını; varlığının hakikatini, yaşamın iksirini aramış. Kale’de ve İnsanların Dünyası’nda bunu görebiliyoruz:

Sen kuyudan kuyu olarak yararlanmak istiyordun. Kuyunun işlevi su sağlamaktır. Ama su, susuzluktan başka bir şey değildir. Ve susuzluktan ölmemek şüphesiz ki yaşamak değildir.

Su olmadığından çölde kuruyan ve bildiği bir kuyuyu düşleyen, sayıklarken makaranın gıcırdadığını ve ipin çıtırdadığını duyan biri hiç susuzluk hissetmeyen, yıldızların götürdüğü tatlı su kuyuları bulunduğunu bilmeyen birinden daha iyi yaşayacaktır.

Ben senin susamışlığını, suyun maddî olarak zenginleştirdiği için önemsemiyorum. Yıldızları ve rüzgârı, düşmanın kumdaki izlerini okumak zorunda olduğu için önemsiyorum. Bu nedenle sana can vermek için seni su içme hakkından mahrum etmenin yaşamın bir karikatürü olduğunu anlaman önemlidir. Çünkü ben ancak o zaman senin su isteyen mideni yüceltebilirim; ama önemli olan sadece şudur:

Su içmek istiyorsan seni yıldızların altında yürüyüş törenine ve ezgi olan paslanmış manivela törenine katmam önemlidir. Böylece senin eylemin duanın anlamı olur ve mideni besleyen şey aynı zamanda yüreğini de besler.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.459

Posta servisi yaptığı Toulouse ve Dakar arasında Sahra çölüne zorunlu inme sonucu Exupéry yanında Prévort’la yaşadığı dört günlük macerayı, bir bedevi tarafından bulunuşlarını anlatır İnsanların Dünyası’nda. Her şeyden soyutlandıkları bu tecrit dönemi yazar için bir dönüm noktasıdır. Kendini ve geçmişi sorgular. Sonunda Küçük Prens’teki pilot gibi maddî susuzluktan suyun hakikatine ulaşır.

Arap şöyle bir baktı bize kısaca. Sonra elleriyle omuzlarımızdan bastırdı. İtaat ettik ona. Yere uzandık. Burada ne ırk var artık ne dil ne farklılık… Melek kollarını omuzlarımıza koyan fakir göçebeden başka hiçbir şey.

Alınlarımız kuma yapışmış, öyle bekledik öylece. Şimdi, yerde yüzükoyun, başımız suyun içinde danalar gibi su içiyoruz. Bedevi bu halimizden telaşa kapılıp ikide bir bizi geri çekiyor. Ama bıraktığı anda yüzümüzü yine suya gömüyoruz anında.

Su!

Tadın yok senin su, rengin yok, bir tarifin yok senin. Tadını bilmeden içeriz seni. Sen yaşamanın gereği değilsin; sen yaşamın kendisisin. Hiçbir duyumuzla açıklanamayacak bir hazla sararsın bizi. Elimizden alınan bütün güçler geri döner seninle bize. Yüreğimizin kuruyan bütün pınarları yeniden açılır senin sayende.

Sen dünyaya gelmiş en büyük servetsin, dünyanın karnından gelen en saf lezzetsin. Magnezyumlu bir suyun başında ölebilir insan; tuzlu bir gölün iki adım ötesinde de. İçine biraz kimyasal karışmış iki litre çiy damlasına rağmen de ölebilir. Hiçbir karışımı kabul etmezsin sen, bozulmak istemezsin. Hassasiyetindir seni tanrısallaştıran. Ama bize sonsuzluk kadar yalın bir mutluluk verirsin.

Sana gelince, Libya çöllerinin Bedevisi, hafızamdan sonsuz kadar silineceksin. Yüzünü hiç hatırlamayacağım. İnsansın sen ve bana bütün insanların tek bir suretinde görünüyorsun. 

Gözlerimizin içine bile bakmadan tanıyıverdin bizi. Sen bizim sevgili erkek kardeşimizsin. Baktığım her yüzde seni göreceğim.

Asalet ve iyilikle yıkanmış duruyorsun karşımda, insanlara su verme gücüne sahip kutsal insan. Bütün dostlarım, bütün düşmanlarım üzerime doğru geliyor senin bedeninde. Ve benim tek bir düşmanım bile yok artık yeryüzünde.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.170-171

Çöl idrakimizin açıldığı ve kendimizi değerlendirdiğimiz bir yer. Yaşam telaşı, hızlı geçen zaman, gürültü ve kargaşa bizi düşünmekten, sezgilerden uzaklaştıran engeller. Bu âlemin kendine has atmosferi insanın, iç dünyasına açılmasını sağlıyor. Çöldeki yokluk, ruha adeta varlığını kazandırıyor. Çünkü bedeni besleyecek, oyalayacak şeyler yok burada. Sadece hayatta kalabilmek için dirençle yüklü bir irade ve su içebilmek ümidi.

Çöl, hasreti körükleyen bir âlem. Kısacası çöl derinlere dokunmak demek. Ve bu âlemde bizler içimizdeki “İlahî öz”ün kapılarını Mevlâ’nın yardımıyla açabiliyoruz. 

Ve babam bu çürüyen insanlığa bir şarkıcı gönderdi. Şarkıcı akşama doğru meydanda bir yere oturdu ve şarkı söylemeye başladı. Birbirleri üstünde yansıyan parçalar söyledi. Güneşin altında, kuyusuz bir çölde ancak yüz günlük bir yürüyüşten sonra ulaşılabilecek şahane prensesin şarkısını söyledi. Ve kuyuların olmaması, aşk uğruna kurban olmak ve sarhoşluktur. Ve tulumların içindeki su da duadır; çünkü sevgiliye götürür. 

‘Palmiyeler ve hafif yağmur istiyordum; ama özellikle de beni gülücüklerle karşılayacağını umduğum sevgiliyi… Ve ateşimi aşkımdan ayıramıyordum artık…’ diyordu.

Ve susuzluğa susadılar ve yumruklarını babama doğru uzatarak bağırdılar:

‘Hain! Susuzluktan mahrum ettin bizi… Susuzluk aşk uğruna kurban olmanın sarhoşluğudur!’

Savaş ilan edildiğinde ve çölü engerek yuvasına dönüştürdüğünde hüküm süren tehdidin şarkısını söyledi. Her bir kumul yaşam ve ölümden müteşekkil bir güçle büyür. Ve onlar kuma can veren bir ölüm tehlikesi susuzluğu çektiler. Her taraftan beklenen ve ufukta bir uçtan ötekine nereden çıkacağı bilinmeyen bir güneş gibi yuvarladığı düşmanın saygınlığının şarkısını söyledi! Ve onlar aynı bir deniz gibi ihtişamıyla kendilerini kuşatan bir düşmanın susuzluğunu çektiler.

Bir yüz gibi fark edilen aşkın susuzluğunu hissettiklerinde hançerler kınlarından çıktı. Ve işte kılıçlarını okşayarak zevkten ağlıyorlardı! Silahları unutulmuş, paslanmış, değerlerini yitirmişti; ama onlara yitirilmiş bir erillik gibi gözüktüler; çünkü insana dünyayı yaratması için olanak sağlayanlar sadece bunlardır. Ve bu ayaklanma işareti oldu ve ayaklanma bir yangın gibi güzel oldu!

 Ve hepsi insan olarak öldüler!

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.65-66

Susuzluktan mahrum ettin bizi… Susuzluk aşk uğruna kurban olmanın sarhoşluğudur!

Ve tulumların içindeki su da duadır; çünkü sevgiliye götürür.
.

İnsanlık için, hakikat için ayakta kalma mücadelesi verenin hücreleri su kaynağına akar. Ab-ı hayat, içene “ölümsüz bir hayat sunan su”dur. Hayy Olan’ın suyun aynasındaki tecellisi. Bu tecellinin gölgesinde bir an bile kalan, dünyanın geçiciliğini anlar ve ötelerde çağıldayan sonsuzluğun sesine âşık olur. Ve hep onu arar durur. O artık suya hasret bir hakikat yolcusudur.

Hayy diri olan, zıddı ise ölü olandır. Nefsiyle yaşayan kişi gönlün bu aşkından habersiz gafildir. Yaşadığını zanneder; aslında ölüdür. Ölü ne işitir ne görür ne bilir. Tasavvufta ab-ı hayattan içenler Hayy isminin sırrına ererler. Hayy, ezelî hayata sahip Yaradan. Dirilik; göze, kulağa, akla, kalbe şuur ve derinlik kazandırır. Bu şuura ve derinliğe sahip olanlar zamanı, mekânı, varlığı, yolu, yolculuğu, menzili çok farklı algılarlar.

Her canlının yüreğinin ipi, su kaynağına bağlı. Onun için kurudukça ipin lifleri suyu çeker kendine. Gerçekleşen, hasrettir. Her kuruyan can, suya yolcudur. Ancak nereye gideceklerini bilenler takılmadan, yorulmadan gönülden giderler.

Yer, gök, dağ, taş…
Zikreder seni hal diliyle.
Başka âlemlerin topraklarına
Buzlar erir, ırmaklar akar.
Zümrüt gözlerinde, vadilerin
Başka seherler hare hare…

Her şeyden öte
Minik yüreği turnamın.
Göz bebekleri pınarlarda
Tüylerince hasret kanatlanır
Maviliklere…

Aşk mı büyük, hasret mi?
Diye sorar turnam.
Hıçkırır kayalıklar
Su… su… su…
Öyle bir senfonidir ki yayılır
Sonsuzluktan.
Hu… Mevlâ’m… Hu…

1. Susamış çok isteklidir gönül alan suya / Hem sudur istekli, susamış dudaklara.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Narcisse su içmek için eğildi ve berrak suya yansıyan yüzünü gördü. Suda aksini görüp büyülenen Narcisse hareketsiz kalmıştı. Adeta aşkla aksine bakıyordu, hiçbir kuvvet onu ordan ayıramıyordu. Yavaş yavaş, güneşin altındaki buz gibi, renginin solduğunu ve eridiğini gördü. Güneş onu yakarak bitirdiği zaman kızkardeşleri onun için ağladılar ve mezarının üstüne koymak için saçlarını kestiler. Cesedi götürmek için hazırlandıkları vakit, onun yerinde sarı ve beyaz bir çiçek buldular ki bu çiçek onun adını taşıyan nergistir. Roma Mitolojisi

    Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
    Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
    Ömer Hayyam

    Enbiya süresi 30

    Çok güzel bir yazı emeğinize sağlık

Leave A Reply