Sokak – Bölüm 7

0

Ama Şimdi Var

Herkesin boş kağıdı kendisine ait. Hikâyesini kendi yazar. Üslûbu kendine özgüdür.  Başkasının kelimeleriyle yazan, hikâyesine zarar verir. Bu toprakların da kağıdı kendine ait. Hikâyesini onda doğanlar, onun sinesinde yaşayanlar yazmalı. Üslûbu, kültürü kendine özgü. Suyuna, toprağına, dağlarındaki, yaylalarındaki mizacına özgü. Ve bu toprak benim ülkem, benim canım. Ben onu beslerim, o da beni. 

Unuttuğumuz kültürünle, işlemediğimiz bereketli toprağınla, tükettiğimiz güzelim insanınla, yerin altında yatan evliyanla, riyakâr ağızlarda sönen hikmetinle, şiirinle, sazınla canım ülkem! Bir sürü birbirinden farklı sorunu iç içe yaşıyorsun. Sırtına yüklenilen bunca yük… Yaşadıkların içler acısı. Daha da acısı; bu manzara karşısında bile içleri titremeyen, görgüsüz, kibirli, bencilliklerini yaşayan tiplerin varlığı. Yanlış eğitimle muhakemesiz olabiliriz. Modernliğe özenip değerlerden de uzaklaşabiliriz. Beşeriz; kusur işleyebiliriz. Rabbin rahmetine sığınır, boyun eğer, ümitle affını bekleriz. Ama gittikçe kabuğu kalınlaşan bu profil, biz olamayız. Bu ucubelik başka bir şey.

Madde ile ölçersen o büyük heykelini,
Belki de teraziyle milyarları çekersin.
Adam olan, parayla ödemez bedelini
Bu yurda yarar değil, her gün zarar ekersin. 

Böbürlenme boşuna, senden diktir duvarlar.
Özüdür yüceltecek, işleyerek insanı.
Asalet kefesinde senin ne değerin var?
O ancak tartabilir, gönülden yaşananı.

İçin kalay, dışın altın; görenler imrenecek.
Cevher kesende değil, kanında olmalı.
Ver takke, al külâhı; ömrün böyle gidecek.
Çekil biraz öteye; geniş bulma meydanı.

Öyle bir vur ki Rabbim! Bir değil, iki görsün
Duymadığı her ahı, takmadığı her canı.
Başkasının yerine başına çorap örsün,
Bilsin nasıl sıkarmış o ipler, dolananı.

Hiç haber okumasam, hiçbir şey seyretmesem ve hiç konuşmasam… Zamanın en küçük noktasını bulsam ve onda kaybolsam…  

Çok sıkıldığımda rahatlamak için gözümün önünde canlandırarak içinde yaşadığım bir hikâyem var: Gökyüzü gri bulutlarla dolu. Turnam yola çıkmış. Hedefi olan, çok uzaklarda parlayan güneşine uçuyor. Sağında, solunda çakan şimşekler… Gök gürültüsü… Ama turnam oralı değil. Buluttan buluta, farklı hallerden geçiyor. Tipi, fırtına… Turnam oralı değil. Sadece güneşe kilitlenmiş gözleri. Aynı tünelin ucundaki ışık gibi, sadece güneşi görüyor. Umuda sarındıkça nokta genişliyor, aydınlık büyüyor. Yine şimşek, yine fırtına… Yine oralı değil. Çünkü umudun ötesine uzanan ışıktan dairelerin içinden geçiyor. Yaklaştıkça güneş büyüyor. Büyüdükçe “zamanda nice tırtıl” sabrın eliyle kozalarını örüyor. Ve vakti geldiğinde sırlı eşikten geçenler, nurdan kelebeklere dönüyorlar. 

Gün gelecek Mürid olanın “murat ettiği” yaşanılacak. Her olayın, onu vakt-i merhuna vardıracak bir eşiği var. O eşiği bulmak kulun görevi. Derdi umuda, çirkini güzele dönüştüren sırlı eşik bizim içimizde. Karanlık tünel, ışık, gri bulutlar, güneş içimizde. Bize düşen, sabırla ve sebatla kozayı örebilmek.

Ani bir hisle kütüphaneye giderek Şefik Can’ın “Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi”nden birini seçiyor ve sık sık yaptığım bir şeyi yapıyorum. Gelişigüzel bir sayfayı açıyorum:

• Denizi gören göz başkadır, köpüğü gören göz başka. Sen köpüğü gören gözü bırak da denizi gören gözle bak! 

• Gece gündüz dalgaların hareketi denizdendir. Köpükler de denizin üstünde belirip oynamadadır, fakat ne şaşılacak şey ki, sen, her zaman köpüğü görüyorsun da denizi göremiyorsun?

• …Bütün varlıklar da varlık denizi olan Allâh’dan zuhûra gelmiş dalgalar ve köpükler gibidir. Varlık fırtınası onları coşturmuş ve asıl deniz görünmez olmuştur. Ne vakit o fırtına diner, yâni bütün varlıklar yok olursa, o vakit denizden başka bir şey kalmayacaktır.

Şefik Can / Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi /
3-4. Cilt / s.91 / 1270. Beyit

Ne zaman bir yer seçsem, oradaki “sen” hitabı sadece banadır diye bakar ve tekrar, tekrar okurum. Yine okuyor ve düşünüyorum. 

Deniz hakikat, köpükse batıl. Deniz baki, dalgaysa fani. Deniz varsa dalga var, köpük var. Deniz yoksa onlar da yok. Rüzgâr ne zaman sert eser; dalgalar o zaman köpük köpüktür. Rüzgâr ne zaman ki diner; dalga gider, köpük biter. Ne olur peki? Her şey gibi deniz, özüne döner. Denizin büyük resmini görmeden sadece küçük bir parçasına bakmak, denizi tanımamıza yetmez. Çünkü parça, büyük resme perde olur.

• Biz insanlar, deniz üstünde dolaşan gemilere benziyoruz. Bazen birbirimize yaklaşıyor, bazen uzaklaşıyoruz. Bazen de birbirimize çarpıyoruz. Parlak bir denizde olduğumuz hâlde, gözümüz bulanık olduğundan, bizi hareket ettiren denizi göremiyoruz.

• Ey beden gemisinde uykuya dalan kişi! Beden gemisini hareket ettiren suyu, yâni rûhun seni hareket ettirdiğini anladın; bir de suyun suyunu, yâni rûhu da hareket ettiren ilâhî irâdeyi anlamaya çalış!

Şefik Can / Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi /
3-4. Cilt / s.91 / 1270. Beyit

Şefik Can Hoca’nın beytin sonunda açıkladığı gibi varlık da aynı deniz gibi zaman zaman köpüklerle coşar, dalgalarla kırılır. Zaman zaman sükûnete erer; kendiyle baş başa kalır ve kendini bulur. Dalga ve köpük kaybolduğuna göre demek ki onlar asıl değil, denizin değişken halleridir. Ve deniz bütün bunları, kendi iradesini aşan “kudretli bir irade”nin buyruğunda yaşar. Deniz abes olmadığı gibi köpükler de abes değildir. “Hakîm olanın vardır bildiği.” diyen ve dediğine yürekten inanan nazar, denizi ve köpük köpük dalgaları ibretle izler.

Şahit olduğumuz bu beşerî tablo denizin yüzeyindeki köpüklere benziyor. Ancak onu kendine döndürecek, sükûnete kavuşturacak olan da yine kendi içindeki insanlığı. Öfkelenmek yerine sakin olsam, köpüğe değil denize, tünele değil, sadece ışığa odaklansam. Karanlığa, şimşek gibi çakanlara, gürleyenlere aldırmadan sadece iyiye niyetlensem. Çünkü biliyorum ki niyetim, tevekkül niyetine geçecek ve tünel kısalacak. Son günlerde üzerimden atamadığım bir gerginliği yaşıyorum. Sanki anlatmak istediklerimi anlatamamış, onları içimde biriktirmiş gibiyim. Duymak istediklerimi duyamamış gibi de eksiğim. 

Yeni bir kitaba başladım. “Aşk ile Ânı Seyretmek.” Kardeşimin hediye ettiği üç kitaptan biri. Kitaplar,“Sadettin Ökten ve Kemal Sayar’ın birlikte gerçekleştirdiği radyo sohbetlerinden oluşmuş. Altını çizerek okuduğum bölüm, sanki şu anki ruh halimi yansıtıyor. Sadettin Ökten’e hitaben şöyle diyor Kemal Sayar: 

Hocam hep söylenir ya, insan etrafındaki beş kişinin ortalamasıdır diye. İnsan etrafında bulundurduğu, seçtiği dostlarının bir ortalamasıdır gibi bir varsayım var. Kendi etrafımıza iyi insanları seçmemiz lazım ki bizim ortalamamız iyi olsun. Zaten bizim geleneğimizde hep iyi dost üzerinde durulmuştur. İyilik yapmak, iyiliği görmek, başkasında iyilik yönünde hareketi görmek bizdeki iyiliği de kamçılıyor. Bununla ilgili psikoloji deneyleri var. Mesela bir insan bir başkasının merhametli, erdemli davranışını gördüğü ve duyduğu zaman hemen içinde erdemli davranma iştiyakı beliriyor. Bizse bugün hep kötü haberleri görüyoruz. Bunlar bazen de öyle arka arkaya veriliyor ki bütün ülkenin morali bozuluyor. Sanki her şey çok kötüye gidiyormuş, hiç iyilik kalmamış, bir barbarlar topluluğuna düşmüşüz gibi bir algı yaratılıyor.

Sadettin Ökten – Kemal Sayar / Aşk ile Ânı Seyretmek /
Yaratılışın gayesi iyi olmaktır / s.70

Jim Rohn’a ait “İnsan, birlikte en çok zaman geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.” şeklinde de tercüme edilen sözün anlattığı gerçeğe göre “Senin ortalaman nedir?” diye soruyorum kendime. 

Bizler çevremizden esen her türlü esintiye açık bir ortamda yaşıyoruz. Huylarımız birbirine çok çabuk geçebiliyor. Bu gerçeğin faydalı yanı olduğu gibi zararlı yanı da var. İyiden gelenler kadar kötüden gelenler de sirayet edebiliyor. Çünkü yaradılış, ruhtan ruha manevî köprüler kurmuş. Geçiş kolay. Kimin adımları hızlı ise, karşı tarafa önce o geçiyor. Bu geçme konusunda kötülük, iyilikten daha usta. Şer, hayırdan daha hızlı yayılıyor. Çünkü bineği nefis. Hakikatin değil, arzularının peşinde olan kişi düşünmeyi, incelemeyi sevmez. Hayır-şer ayırımı yapmaz; sadece ele geçirmek ister. 

Bu çağda hâkim olan da böyle bir nefis. Hayrın bineği ise kalp; hem de arınmış olacak. Hakikatin, doğru olanın peşinden gidecek, düşünecek, tartacak, ölçüp biçecek. Bunun için yeterli zaman, emek, gayret ve sabır lazım. Çağın zihniyetinin ise buna ayıracak ne zamanı var ne de isteği. Onun için böyle kalpleri bulmak zor. Ancak bütün bu engelleri aşacak, karamsarlığı ortadan kaldıracak bir hakikat var: Her şeyin sahibi, terbiye edeni onun Rabbidir. Rabbi izin vermeden hiçbir şey gerçekleşemez. Nefis istediği yerde, istediği gibi at koşturamaz. Peki o zaman her yerde, her an azgın nefisler, kötülükler nasıl bu kadar rahat hareket edebiliyor? Allah neden izin veriyor?

Çünkü kendisine seçme özgürlüğü verilen beşer; düşünen aklını, müşfik kalbini, hakkaniyetli vicdanını değil, bile isteye sadece nefsini seçmiş. Doğruya, merhamete, hayra sırtını çevirmiş. Bahçıvan emanet edilen bahçeye uğramamış, tohuma ihanet etmiş. Her şeyin kendisine nasiple geldiğini unutmuş. Ve sonunda bahçede fıtratın; yaratılışın kanunu uygulanmış. Her yeri ısırgan, çalı, diken kaplamış. Ne zaman vahamet idrak edilir, dürüst ve ehil bahçıvan eliyle toprağın, bahçenin ıslahına niyet edilirse Kudret, bu toprakların kapısını açar ve Rahmet, membalara yol verir.

Bahçenin ıslahı deyince Maide Hanımlar aklıma düşüyor. Bahçedeki hummalı çalışma yüzünden uzun süredir görüşemedik. Bahçenin yüzünün güler hale gelebilmesi için hayli zaman gerekebilir. Yeni yüzü merak ediyorum. Ancak itiraf etmeliyim ki, ben bu insanları gerçekten özledim. 

Kapıyı Melek açıyor. Hava sıcak. İçerileri serin olduğu için salona geçiyorum. Ortamın kendine has havası ve kokusu gerginliğime iyi geliyor. Salondaki eksiklikler tamamlanmış. Duvarlardaki boşluklar tablolarla dolmuş. Oturduğum koltuğun tam karşısında iki büyük pencere arasındaki duvar, çıtalarla dekore edilmiş. Aynı bir bahçede çitle ayrılan özel köşe gibi. Sadece hat yazılar var. Perdelerin ve mobilyaya hâkim olan maun renginin karışımı bir renge boyanmış. Adeta üzerindeki hatlar “Görün ve okuyun.” dercesine ortaya çıkmış. Merkezden yanlara yayılan bir düzen var: Duvarın ortası sülüs hattına ayrılmış. Bir arkadaş vasıtasıyla hat sanatı hakkında bir şeyler öğrenmiştim. Tam merkezde “Hu” yazısı. Etrafında diğer hatlar; “Hiç”, “Feth” ve Kufi yazıyla “Allah”. En üstte boydan boya büyük bir levha: Ta’lik yazıyla “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minez zalimin.” Ve diğerleri. Bazılarını okuyamıyorum. 

Gözlerimin önünde muhteşem bir eğitim metodu. Oturduğum yerden sadece duvardaki hatlara bir göz gezdirmeyle hiç farkına varmadan eğitiliyorum. İlk önce bu dünyadaki her şeyin gelip geçiciliğini, baki olanın sadece “O” olduğunu idrak ediyorum. Sonra büyüklenme; kibir hastalığının çirkin profilini görür gibi oluyor, hicap duyuyorum. Ey Elif! Sen aczinle, fakrınla sadece bir “hiç”sin. Elinden ne gelir? Hiç. Elinde ne kalır? Hiç. O halde bu içine sığamama durumların da ne? Bırak çevrendekilere öfkelenmeyi, bırak riyakarın tahlilini, diyerek kendimi hizaya çekiyorum. Daha sonra tavsiyeye geçiyorum: Balığın karnındaki Yunus gibi “Senden başka ilah yoktur. Sen noksanlıklardan uzaksın ve eşsiz ve yücesin. Şüphesiz ben zalimlerden oldum!” diyerek “Allah”a niyazda bulun. Sana lütfedilenleri doğru kullanıyor musun? Nadim ol, tövbe et. Bir bakarsın sana “fetih” kapıları açılıvermiş. 

Peki duvarda gerçekleşen kısacık yolculuğun menzilinde ne buluyorum? Hakikat, idrak ve huzur. Hatlar, kaç günlük dünya hayatında kırgınlıkların yersizliğini bir kez daha düşündürüyor. İnsanlık ve kulluk adına kararlar aldırıyor. Bunları düşünürken ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Maide Hanım yanında bir hanımla içeri giriyor. 

.Elif kardeşim! Özlemişim sizi. Ne iyi ettiniz de geldiniz. 

Yanındaki hanıma sevgiyle bakarak tanıtıyor:

.Melek’in annesi, benim çok kıymetli kızım, dayanağım… Nur Hanım.

Maide Hanım’ın nahif, ince görüntüsünün yanında dağı arkasına almış, fırtınaya aldırmayan bir çınar gibi; dimdik. Yüzü yaşını taşıyor; ama gözleri çocukluğunda kalmış. Karşılıklı oturuyoruz. Maide Hanım Mümtaz Bey’in evde olmadığından, görüşmeyeli nelerle uğraştıklarından söz ediyor. O ise hiç konuşmuyor. Sadece bizi dinliyor. Gözleri Maide Hanım’ın üzerinde. Bakışında yıllarca beslenen yoğun bir muhabbetin izleri var. Evladını gözeten bir anada görülen bir ihtimam. Nereli? Buraya ne zaman gelmiş? Kaç yıldır beraberler? Ailesi hakkındaki her şeyi Maide Hanım’dan dinliyorum: 

Manisa’ya bağlı Kula ilçesinde doğmuş, orada büyümüş, orada evlenmiş. Ekmek parası için İstanbul’a gelmişler. Kocası Mümtaz Beylerin yanında çalışmaya başlamış. Çok güvenilir, sadık biriymiş. Sonra kötü bir hastalık… derken eşini kaybetmiş. Kızıyla kalan bu kadını Maide Hanım bırakmamış. O günden bugüne ana-kız ilişkisini muhabbetle, saygıyla sürdürmüşler. Belli ki zamanla himaye durumu el değiştirerek Nur Hanım’a geçmiş. Maide Hanım’ın burada olmadığında neden onun da olmadığını anlıyorum.

.Arka bahçedeki problemler halledildi mi? Çok geniş bir alanın düzenlenmesi çok zor olmalı.

.Haklısınız bayağı zor. Ancak iş ehline verilince tahminimizden önce inşallah bitecek. Mümtaz Bey çok özeniyor. Size anlatmıştır. Burası dededen kalma. Mümtaz Bey’in amcası uzun yıllar burada oturmuş. Kayınpederimi tanımadım. Mümtaz Bey on altılı yaşlardayken vefat etmiş. Onun eğitimini üstlenen, amcası. Aile bağları çok kuvvetli. İki kuzen birbirine düşkün. Ahmet Bey ve eşi uzun zamandır İsviçre’de yaşıyorlar. Keşke gelseler… Evlendiğimizde biz de buralarda değildik. İlk gördüğümde hayran olmuştum arka bahçeye. Mümtaz Bey bunu biliyor. Bir şey demiyor; ama beni hoşnut etmek için çok çabalıyor; hissediyorum.

Bu iki asil insanın evlilik, eş olma, hayat arkadaşlığı hakkında bize anlatacakları çok şey var. Yalnız dikkatimi çeken şey; konuşmalarında çocuklarından hiç söz etmiyorlar. “Evlilik, çocuklar derken Maide’m çalışamadı.” sözünden başka bir şey duymadım. Etrafındakilere bu kadar hassas, yakın davranan bu iki insan çocuklarından niye bahsetmez? Bu arada Melek, annesini mutfaktaki bir iş için çağırıyor. 

.Nur Hanım size ne kadar düşkün. Dikkat ettim; gözleri hep sizin üzerinizde.

.Ben de ona düşkünüm. Varlığı bizim için bir lütuf. Kızıyla adeta bizim elimiz, ayağımız, beynimiz oldular. 

.Yalnız pek konuşkan değil galiba. Birkaç kelime dışında bir şey demedi.

.O öyledir. Şimdi sen kuvvetli bir gözlem altındasın. Ölçülüp biçiliyorsun. Sözlerin, samimiyetin ölçülüp tartılıyor. Bakalım bizi üzebilecek bir yönün var mı? Boş musun, dolu mu? Bize gelenler, hep bu kontrolden geçer. Ama bir de severse… İşte o zaman öyle bir dökülür ki, dedikleri, hayatı yorumlayışı karşısında şaşıp kalırsın. Türü azalmış bir Anadolu kadınıdır. Toprağının bilgeliğiyle yetişmiş biri. Hiç bozulmamış. Hiç kimsenin bozmasına izin vermemiş. Daha önce belirtmiştim. Kula’ya bağlı Emre köyünde doğmuş. Yunus Emre ve Tapduk Emre’nin mezarlarının bulunduğu köy. Kişiliği de onların hikayeleri, hikmetli sözleriyle, bilhassa Yunus Emre’nin şiirleriyle yoğrulmuş. 

Elinde büyük bir tepsiyle içeri giriyor. Maide Hanım’ın son sözlerini herhalde duymuş olmalı. Gözlerinde merak var. Duyduysa hakkında neden açıklama yapıldığını düşünüyor olabilir. Bir şey hakkında bilgi arttıkça ona bakış da değişirmiş. Bu kadında sadakatin yanı sıra bir derinliği tanımak üzereyim. Tepside puf börekleri ve demli çay. İyi ki gelmişim. Her şey çok güzel. “İnsan, birlikte en çok zaman geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.” sözü düşüyor aklıma. Acaba ben, bu ortalamayı tutturabilmenin mi peşindeyim? Hiç düşünmeden aniden ağzımdan şunlar çıkıveriyor:

.Evimin dışında bu ortamı ne kadar özledim biliyor musunuz? Laubaliliğe bulaşmayan samimiyeti, içi dolu dolu geçen dakikaları, nereye baksam hikmet bulduğum köşeleri… Son günlerde hayli yorgun hissediyorum kendimi. Duyduğum şeylere, izlediğim olaylara, bazı görüntülerine dayanamıyorum. 

.Bu hal sadece senin sıkıntın değil ki kardeşim. Çoğumuzun durumu böyle. Maalesef yaşadığımız gerçek bu.

.Peki bu duruma nasıl bu kadar kısa zamanda gelebildik?

.Yooo… kısa değil. Bayağı uzun zamandır böyleydik. İçimizde çoktan kıpırdanmalar vardı da su üstüne çıkmamıştı. Bunu siz de biliyorsunuz. Sadece kaldıracak durumunuz yok.

Söyler isem sözüm savaş, söylemezsem ciğerim baş,
Cihan doludurur kallâş, her birinden bir taş gelir.

Gör nice taşlar atılır, dost için başlar tutulur,
Gelir gönüle banılır, hâlimize haldaş gelir.

Bu dünya kalleş, hileci, döneklerle dolmuş iyice. Bunları görüp de dile dökmeyenin elbet ciğeri dağlanır. Dile dökeceksin; ama kime? Kötü olur da taş atmadan durur mu? Her gelen gönlüne, ciğerine gömülür. Merak etmeyin. Derdiniz gönüldense halden, halinden anlayan birini Mevlâ’m karşınıza çıkarır.

Maide Hanım şaşıp kalacağımı söylemişti. Yine de bu kadarını tahmin etmemiştim. Belki de ne zamandır böyle biriyle karşılaşmadığım için. Maide Hanım ben sana demedim mi der gibi bakıyor yüzüme.

.İşte bizim evimizin nuru. Sana bir gün açılacağını biliyordum; ama bu çabukluk bana da sürpriz oldu. 

.Konuşmanızı duydum hanımım. Sesinden anlarım ben, karşındaki kişiyi nasıl bildiğini hissederim. Sesin farklı geldi. Bir de Melek, geçenlerde -Elif Hanım rahatsızmış galiba- Mümtaz babanın kendisiyle nasıl ilgilendiğini, arka bahçeyi gezdirdiğini söylemişti. Arka bahçe özeldir baba için. “Hanımımın, babanın bir bildikleri vardır elbet.” dedim. Sizi dinledim, Elif Hanım. Hanımıma; anama nasıl baktığınızı gördüm.

.Yunus Emre’den ne kadar güzel okudunuz. Tam konumuza, derdimize uygun beyitler bunlar… Hem de hiç düşünmeden, aniden, dertleşir gibi takılmadan. Çoğu edebiyatçı yapamaz bunu.

Yüzü kızarıyor, gözlerini indiriyor. Belli ki övgüden hoşlanmıyor.

.Ben Kula’ya bağlı Emre köyünde doğdum. Belki bilirsiniz; Tapduk Emre’nin Yunus’un türbeleri oradadır. Çocukluğum onların hikâyeleriyle geçti. Bizim oralarda her çocuk bunlarla yoğrulur. Evde, muhabbet ortamında, okulda, oyun oynarken Yunus’un şiirleri aynı mâni gibi okunur. Kahvede bile şakalaşmalarda, atışmalarda Yunus dildedir. Kısacası ezber hayli kabarıktır. Buralarda böyle güzel adetler yok. Kızıma bile bildiklerimi öğretemedim. 

Sazla, sözle, hikmetle yoğrulanın hali başka olur hanımım. Halden anlaması, derdi ve sevinci paylaşması, sevmesi, yol arkadaşlığı farklıdır. Özü güzel olanın, gözü de güzel bakar. Özü ince olanın, sözü de incedir. Biz hep böyle gördük. 

Gönül pazarını Hakk’a ayıran, O’ndan gayrısından ne mal alır ne de satar. Bu pazarın malı kadar akçesi de başkadır. Kazancı bereket kaynar, evine huzur götürür. Gönül evini Mevlâ’sına ayıran, bu bereketle soluklanır ve bu huzuru paylaşır. Birileri taş da yağdırsa zulmetse de ne taş tartılır tartısında ne zulüm müşteri bulur. 

Yüz bin eğer cevr ü cefâ uğrar ise süratime,
Hiç eksilmez şadiliğim, cümlesin yur seni sevmek.

Sizin yüzünüz de Yunus gibi yüz bin zulüm görse de yüz bin zorlukla karşılaşsa da gönül ferahlığınız eksilmemeli. Gönülde öyle bir “Dost’un sevgisi” var ki… Onu anladığımızda, her gelen bu sevgiyle yıkanıyor ve arınıyoruz. Yunus gibi siz de öfkeden, endişeden vazgeçin. Bunlarla uğraşıp kendinize huy edinmeyin. Gerçek yiğit olan, önce sevgiye sarılmalı. Hakkın aşkı ve varlık sevgisi her şeyden önce gelmeli.

Geldiğimden farklı bir ruh haliyle eve dönüyorum. Ümidi yakalamak ve hayalleri tekrardan besleyebilmek çok güzel. 

Bu toplumun içinde Maide Hanım, Mümtaz Bey, Arif gibi olanlar var mıdır? Olmalı. Onları yeni tanımadım mı? Bu toplumun içinde hâlâ Nur Hanım gibi olanlar var mı? Olmaz mı? Birkaç gün önce varlığından haberim bile yoktu. 

.Ama şimdi var.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply