Sokak – Bölüm 21

0

Gayret Bizden

.Ya yanlış bir şey yazarsam? 

Bu beni hayli endişeye düşüren bir mesele. Ancak -çok şükür- bir ayet bu konuda çok rahatlattı:

‘…ve mâ tevfîkî illâ billâh.’

‘Benim başarım ancak Allah iledir.’

Hud / 88

Ve öğrendiğimden beri dilimden düşürmüyorum. 

“Tevfik” terim olarak “Allah’ın, yapılan fiilleri sevdiği ve razı olduğu şeye uygun kılması” anlamını taşıyor. Karşıtı “hızlân”; yani isyankâr kullardan yardımın kesilmesi. Anladığım şu: Herhangi bir işte razı olunana göre niyetlenirsem Allah, yapacağım fiili sevdiği ve razı olduğu şeye uygun kılacak ve“tevfik” gerçekleşecek. Rahmetin eli yardım edecek, elimden tutacak, bana doğruyu yaptıracak. Peki ya böyle davranmazsam? O zaman “Hızlân” tehlikesi var. Rızayı önemsemeyenden yardım kesilecek. 

Neden bunun üzerinde duruyorum? Çünkü olaylara anlam vermek ve yaşamak da bir yolculuğa benziyor. Hem de sorumluluk getiren bir yolculuk. Yazı yazan kalem, yolculuğun başında kendini iki yola açılan bir kavşakta hissetmeli. Karşıdaki birinci yol “rıza”ya  meyyal. İkincisi “Ben bilirim; adam sende.” ye. Ve ayetin sonu, yolcuya birinci yolu işaret ediyor:

‘Aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb.’

‘Ben, O’na tevekkül ettim ve O’na yöneldim.’

Hud / 88

Maide Hanım ve Mümtaz Bey bu ayete göre davrananlardan. Yolculukları, sabır ve tevekkül üzerine. Onlar iki yolun birleştiği noktada doğru tarafı seçtiler ve “tevfik” gerçekleşti. Rahmet, yardım elini uzattı. Ve yıllardır bekledikleri evlatlarından birine çok şükür kavuştular. Hem de nasıl kavuşma! Hiç akla gelmedik olaylar zinciri sonunda.

Bir olayın çözümünde sadece sebeplerle hareket eden, düz yolun yolcusudur. Sebeplere riayet etmekle birlikte kararı yücelerden bekleyen ise dikey yolun. Biri heybede aklı taşıdığı için gücü, bilgiden alır. Gözü sadece sonuçtadır. Diğeri heybesinde gönlü taşıdığı için gücü, irfandan alır. Gözü her işin hakkını hak sahibine vermededir. Biri dünyaya bağlı, diğeri semaya. Peki hangi yolculuk daha rahat geçer ve problemi az olur? Gönlü semaya bağlı olan. Gerçekte problemsiz yolculuk yoktur ve her yolun engeli, haramisi çoktur. Fakat her şeye rağmen rahat geçirebilme imkânı hep vardır. İşte semaya bağlılar öyle birine dayanırlar ki, sonunda acz kadar kudrete, fakr kadar nimete sahip olurlar. 

Bir sokak, bir ev ve bir aile. Kader ana, baba ve evladı bir olayda karşı karşıya getirmiş. Bu olayda yaşanılan bir sıkıntı, terk ediliş ve kırgınlık var. Sonra da hiç tahmin edilmeyen bir dönüş. Ve tabii değişik yorumlar ve üretilen hikâyeler… 

Hayatın her safhasında bir sofra kuruluyor önümüze. Bu sofra neden kuruldu? Kim kurdu? Hiç merak etmeden sadece oturup yiyoruz. Halbuki o sofradan sadece doyarak kalkılmıyor. Yanımızda taşıdığımız çantaya bir sürü kayıp ve kazanç koyuyoruz. İşte bu kayıplar ve kazançlar bizi beşer veya insan yapıyor. 

Bir ayak kırılması, Doktor Ömer, Harun ve Müşfik dede. Bu olayda neredeler? Düz yolun yolcusu o haklı, bu haksız diye çene yorarken, dikey yolun yolcusu hikmetler üzerinde durarak sükûnetle bekler. Bu olayda da hikmetler, insanın payına ne çok şeyin düşeceğini gösteriyor.

Müşfik dede, Ömer ve Harun, derdinde bocalayan çaresiz bir adama insanca yaklaştılar. Onda hata görmek yerine onun insanî yönüne hitap ettiler. Böylelikle insanî cevherine yaklaşmış oldular. Bunu gerçekleştirirken esasında kendilerindeki cevhere de kanal açtılar. Ve bu kanal hayra bir kez açıldı mı, yürekten gelenler de aktıkça akmaya başlıyor.

Şu gün batımı insana hem hüzün verir hem ruha başka yerleri hatırlatır. Hatta bazen ağlatır. Yine de onu severiz, onu bıkmadan seyrederiz. Ama insanoğlu, yaşamın içinde bir yerlere batarken neden çevresinden sadece hakaret, küçümseme görür ve sonra da unutulur?

Bu sözü söyleyen asla sığ bir insan olamaz. Ve şunlar da bu aile üzerine yazılan senaryonun değişik replikleri:

Bazı şeylerin -yakın plandan izlenildiğinde- hiçbir izahı yok. İkisi de orta öğrenimlerini burada yaptılar. İkisi de munis çocuklardı. Başarılıydılar. Sonra ne olduysa oldu.

Yaşadığımız her olayda nice hikmetler var ki kardeşim, ancak yıllar sonra çözebiliyoruz.  Hemen sıkışıldığında doktora gitmek, ilaçlara yüklenmek çözüm değil.

Hâlâ şuramızda bir ümit taşıyoruz. Pişmanlık, hasret, değişim hep biz insanlar için. Bir bakarsın birinden biri arar, sorar; sürpriz yapar, gelir. Bilmiyorum. Olur da olmaz da.

“Bilmiyorum. Olur da olmaz da.” Peki böyle dediklerinde bir bilinmezliğin boşluğuna mı atıyorlar kendilerini? Yine iki yol. Ya düz ya dikey. Ya sadece sebeplere riayet edip “olur da olmaz da” arasında kalan akıl, yaşamın kaosunu hazırlayacak. Ya da kararı yücelerden bekleyen gönül, irfanî bir huzur programı koyacak önlerine. 

Yaşam yolculuğunda  yolcu için önemli olan, başarı mı yoksa gayret mi? diye soru sorulsa ne cevap veririz? Herhalde çoğumuzun cevabı, başarı olur. Oysa bizi istenilen noktaya getirirken istidatlarımızı da harekete geçiren şey başarı değil, başarmaya çalışırken gösterdiğimiz gayrettir. Gayret; içinde niyeti, sükûneti, ihlası, sabrı, sebatı ve hikmeti taşıyan bir rehber. Başarı ise her şeye rağmen sadece bir sonuç. Üstelik her gayretin sonu başarıyla bitmeyebilir. Çünkü o sonucu sadece Yaradan takdir eder ve yolcuyu ödüllendirir. 

Bu sokakta Mümtaz Bey ve Maide Hanım’dan başka gayretle ödüllenen iki kişi daha var: “Salih ve Menekşe”. Neden? Çünkü onlara gittiğimde şahit olduklarımla bu sonuca vardım. Dün öğleye doğru Nur aradı. 

.Hocam. Ben Nur. Camdan bakar mısınız?

Sahilde yürüyüşe çıkmış. Dönüşte de kapıdan da olsa beni görmek istemiş. Eşimle kahve içiyorduk. Davet ettim. Gelmek istemedi. Israr edince kıramadı. Bu vesileyle eşimle tanışmış oldular. Nur’un doğal yapısıyla çabuk kaynaşıldı, laf lafı açtı. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. Bir müddet sonra eşim müsaade isteyerek yanımızdan kalktı.

.Hocam. Abi size ne kadar benziyor. Sanki daha önceden tanıyormuşum gibi yabancılık çekmedim. İçten, güven veren insanın hali bir başka oluyor. 

Evdekileri sordum. Konuşmanın merkezinde hep Yalın Bey:

.Yalın Bey’de beklenmedik şeyler var. Ama yine de üstüne pek varılmıyor. Soru sorulmuyor. Sadece ben bazen patavatsızlığı oynayarak onun açılabileceği bir konuyu ortaya atıveriyorum. Sıcak yaklaşıyor. Bir benim yanımda, bir de ikizlerin yanında kendi gibi. Konuştukça rahatlıyor, adeta çözülüyor gibi. Yalnız iki gündür ikizler yok. Haa… tabii sizin haberiniz yok. Gevher Hanım pek iyi değil. Son günlerde çok yoruldu. Bir anda yere yığılınca ne yapacağımızı şaşırdık. Doktor geldi. Tansiyonu epeyi yükselmiş. Bu da önce baş dönmesine, sonra da denge kaybına neden olmuş. Bir müddet dinlenmesi gerekiyormuş. İşin özeti, Gevher Hanım yalnız yaşadığı için kendini hayli ihmal etmiş.

Ah… Hocam! Doktor gittikten sonra çok enteresan bir şey oldu. Menekşe hiç tahmin edilmedik bir şekilde öne atılarak hepimizi duygulandıran bir şey talep etti:

.Mümtaz Bey müsaade ederseniz Gevher teyzemin bizde kalmasını istiyorum. 

Kocasına sormayı bile düşünmeden verdiği bu karar, bizi şaşırttı. İki çocuğu var. Üstelik çok genç. Dediydi dersiniz. Bu kız çok farklı. Bu korumacılığı başka bir şeyle izah edilemez. Akşam Salih de gelince konuşuldu ve Gevher Hanım’ın bir müddet onlarda kalmasına karar verildi. Tabii buna en çok sevinen de ikizler.

.Peki Salih ne yaptı, karısının bu kararı karşısında? Ne de olsa ucu ona da dokunuyor.

.Vallahi Hocam. Mümtaz babam bu aileyi yanına almakla çok isabetli bir iş yapmış. O da karısı gibi. Yüzünde bir afallama bile olmadı. Gevher Hanım’ı hemen sahiplendi. Bunlar gözleri kara insanlar, sağlam duruşlular. Karakter sağlamlığı çok başka bir şey. Bilgiden, tahsilden, mevkiden çok başka bir şey.

Ben çalışanlar hakkında pek soru sormam. Maide annem uygunsa bana anlatır. Gevher Hanım çileli bir insan. Çok sevdiği nişanlısını bir kazada kaybetmiş. Ne kadar ısrar edilse de evlenmemiş. Ailenin kökeni Bursa’da. Oraya da Bosna’dan göç etmişler. Yani Boşnaklar. Ailesi Mümtaz Bey’in dedesinden beri onların yanında çalışmış. Babası bahçe işlerine, annesi de mutfağa bakıyormuş. Ve müştemilatta o zamanlar onlar kalıyormuş. 

Nur kalkmak için müsaade istiyor.

.Bekle beni. Ben de geleceğim. Gevher Hanım’ı ziyaret etmek istiyorum.  

Hastaya ne götürebilirim? Pastane uzak, çiçek olmaz. Onlar zaten bahçenin, çiçeklerin ortasında yaşıyor. Boşnak kültüründe de eve ayakkabı ile girilmediği için terlik önemli. Saraybosna’ya gittiğimde el örgüsü patiklerden bayağı almıştım. Oraya özgü motifleriyle çok güzeller. İki tane kalmış. Birini de Menekşe’ye veririm düşüncesiyle alıyorum. Menekşe’yi tanıdıkça içim daha da ısınıyor. Annesini çok küçükken kaybetmiş. Aileden yana zannediyorum üvey anne, baba ilgisizliği gibi sorunları var. Burada da Gevher Hanım’ın yanında çalışmaya başlayınca onunla kalbî bir bağ kurdu demek. 

İçeri girdiğimizde evi hayli sessiz buluyoruz. Menekşe, Gevher Hanım’ın görevini üstlenmiş. İkizler annelerinin dibinde olmasınlar diye Maide Hanım salonda onları oyalıyor. Mümtaz Bey çalışma odasındaymış. Yalın Bey’le Salih, Eminönü’ne gitmişler. Salonda Menekşe’nin işinin bitmesini bekliyoruz. Gevher Hanım’ı ziyaret için geldiğimi ve Mümtaz Bey’e haber vermemelerini rica ediyorum. Bunu duyan ikizler sevinçle yanıma koşuyor: 

.Misa nineye mi geldin?

.Kardelen, Gelincik! Kaç defa söyleyeceğim. Misa değil, Gevher nine.

.Hayır…. Misa nine!…

.Elif kardeşim. Kızlar Gevher Hanım’ın “hurmisa tatlısı”nı çok sevdiler ve Gevher Hanım da onlar için sık sık yaptığından adı Misa kaldı.

Çocuğun hayal dünyası plana, programa sığar mı? Sığmaz. Sonbaharın güzelliği de içime sığmıyor. Ağaçlar çok olduğu için her yeri sapsarı yapraklar sarmış. Ne güzel… süpürmemişler. Eve girer girmez mis gibi bir temizlik kokusu… İçerisi dışardan görüldüğünden daha geniş. Yer boydan boya halıyla kaplanmış. Bir odaya alıyorlar. Gündüz oturulan, akşam yatılan türden geniş sedirler var. Sedirlerden biri Gevher Hanım’a ayrılmış. Sanki evin büyükannesi gibi. Bir kenara şömine tipi soba konulmuş. Minikler Misa ninelerinin kucağında yer kapma çabasında. Belki de ömrünün en güzel günlerini yaşayan bu kadıncağızın ikizleri candan kucaklaması, içimde bir yerlere fena dokunuyor. 

Menekşe, sırtımızı dayamamız için küçük yastıklar getiriyor. Hepsi el işlemesi. Evi yuva yapan, gerçekten huzur. Sıradan denilen bu mekânda parayla alınamayacak çok şey var. Gevher Hanım’ı otoriter görürdüm. Öyle değilmiş. Zaten ikizlerin yanında olması mümkün değil. Çocukluğundan bahsediyor. Mümtaz Bey ve Ahmet Bey’le geçen eski günleri anlatıyor. Bilhassa yenge Hanım’ın sebze bahçesinden nasıl biber, domates topladıklarını. 

.Onlar benden büyük oldukları için Ahmet abi, Mümtaz abi derdim. Öyle de devam etti. Onlar da beni kardeş kabul ettiler. Dışardan öyle gözükmeyiz; ama biz bize olduğumuzda öyleyiz. Ahmet abinin hanımı sefir kızı. Hep mesafelidir. Ama Maide Hanım başka. Çok severim kendisini. Onlarda kalmamı çok istedi. Ben kabul etmedim. Ne var ki, zaman çok çabuk geçiyor. Geçerken de bir yerlerimizi böyle buduyor işte. 

Menekşe bir ara müsaade istiyor. Herhalde mutfakta işi var. Kucağa sığamayan ikizler Misa ninenin biri bir yanına diğeri diğer yanına kedi gibi sokulmuşlar. İkisinin de göz kapakları kapanmak üzere. 

.Elif Hanım, kusura bakmayın. Şu güzelleri yataklarına yatırayım. Genelde anneleri bu saatte uyutuyor. 

Menekşe’nin dilinde hep Mümtaz Bey ve Maide Hanım. Bütün ailenin onları nasıl sahiplendiğini öylesine yürekten anlatıyor ki…  Ailesinde bulamadığı yakınlığı İstanbul gibi bir yerde; hem de hiç tahmin etmediği bir şekilde bulmanın şaşkınlığını üzerinden atamamış. Kendi çevresinde yaşananlar, iki çocukla zor günler… Ve uzaktan muhteşem, içine girince karanlık köşelerinin insanı boğduğu bu şehir belli ki, onları bayağı korkutmuş ve yormuş.

İçim titriyor birden. Çok tatlı bir ses… Bir ninni. Ama Türkçe değil. 

.Gevher teyzem. Bir keresinde ninni söylemişti. Kızların hoşuna gitti. Şimdi Misa nine ninni söylesin diye devamlı tutturuyorlar. Boşnakça. Bu ninniyi annesinden öğrenmiş. Ara sıra biz bize olduğumuzda Boşnakça şarkılar da söyler. 

Yaşına rağmen sesini kaybetmemiş. Bir de acı çekenin hançeresi bir başka oluyor galiba.  Evde eksik olmayan hurmisa tatlısı ve ruha işleyen Boşnak ninnisi. Sıcak, içten dakikalar…  Vakit hayli ilerlemiş. Nasıl geçtiğini anlamamışım. Müsaade isteyip kalkmalıyım.

Kapı çalıyor. Salih Bey.

.Vay başım gözüm üstüne. Hoş gelmişseniz Nur ablam. Ayağının altında taş pamuk olsun. Ayağın taşa gelmesin hocam.

Salih! Ne oldu? Sen ancak bir şeye çok sevindiğinde bizim oranın ağzıyla konuşursun?

.He vallah Menekşem.

Elindekilerle içeri girdiğine göre çok heyecanlı demek. Menekşe onları alıp dışarı çıkıyor. Gevher Hanım’ın elini öperek hatır sorması ne güzel… Ve sonra heyecanının sebebini anlatmaya başlıyor.

Yalın Bey’le Eminönü’ne gitmişler. Yalın Bey’in handaki işler hakkında Mümtaz Bey’in emektarlarıyla ve birkaç avukatla görüşmesi gerekiyormuş. Onlara babasından bazı haberler iletmiş. Belli ki baba, oğluna işi devretmek konusunda onu yavaş yavaş ısındırıyor. 

Menekşe odaya girdiğinde bu heyecanın sebebini öğreniyoruz. 

.Ne derler bizim orda Menekşem? “Misafir kısmetiyle gelir.” Kızlara Yalın Bey bir sürü şey aldı. Onlardan getirsen. Sonra sana bir şey diyeceğim.

Değişik kuruyemişlerle dolu bir tepsi. Ve bizim aklımız Salih’in diyeceği şeyde.

.Nur abla. Fark ettiniz mi? Yalın Bey çok farklı bir adam. Üzerinde yılların meydana getirdiği adeta kabuklaşmış bir kişilik var. Sanırım son zamanlarda bu kabuk çatladı da belli etmiyor gibi. Bazen öyle oluyor ki, o Yalın Bey gidiyor, başka biri geliyor. O gelen biri de -inanır mısınız- Mümtaz Bey’in kopyası. Ancak bu gidiş gelişler çok kısa süreli. Hemen eski haline dönüveriyor. Bir yere giderken pek konuşmazdı; hatta bazen hiç konuşmazdı. Ben arabayı sürer, o da etrafı seyrederdi. Şimdi öyle değil. Kendinden söz etmiyorsa da beni tanımak için hakkımda sorular soruyor. 

Bugün de sordu. Hangi okullara gittim? Nelerle ilgilenirim? Hayallerim ne? Varmak istediğim bir hedef var mı? Ben de tek tek cevapladım. Lise ikiye kadar okuduğumu, sonra şartlardan dolayı okulu terk ettiğimi, Menekşemle tanışmadan önce rızık peşinde koşmanın dışında hiçbir şeyle ilgilenmediğimi, yaşadığım zorlukların içinde hayallere yer bulamadığımı… O sordu, ben açıldım. Bütün bu zorlukların yanında güzel şeyler de yaşadığımı; arif bir zattan çok şeyler öğrendiğimi, daha sonra İzmirli abiyi. Onun dünya görüşünden, bilgilerinden; bilhassa kelime hazinesinden, konuşma şeklinden nasıl nasiplendiğimi -ne varsa- anlattım. Bütün bu konuşmalar yolda giderken oldu. Dönüşte soru sormadı, handaki işlerden de bahsetmedi. Uzun bir müddet konuşmadı. Sonra birden:

.Salih! Sende dikkatimi çeken bir şey var. Beynin adeta sünger gibi. Dinlediğini çekiyor. Çok çabuk öğreniyorsun. Her şeyden önemlisi dürüstsün. Seninle ilgili ne zamandır bir şeyler düşünüyorum. Bugün iyice karar verdim. Gel, seninle şu lise diplomasını alalım. Ne dersin? Menekşe’nin okul durumu ne? O da senin gibi her şeyi çok çabuk kapıyor. 

Biranda ne diyeceğimi bilemedim. Böyle bir düşünce; hele Yalın Bey’den? Beynim adeta durdu. Sadece durumumuzu kısaca anlatmaya çalıştım. Benim gibi senin de okumaya çok hevesli olduğunu; ama ortaokulu bitiremediğini, annenden sonra üvey annenin yanında yaşadıklarını, okumak için elimizden tutulursa ikimizin de okuyabileceğini… Ne dersin bu işe? Başımıza konan bu talih kuşuna ne dersin? Nasıl olsa dışardan okuma gibi kolaylıklar var. Çocukları da ihmal etmeyiz. Değil mi Menekşem?

Menekşe hiçbir söylemedi. Söyleyemedi. Sadece eşine öyle bir bakışı vardı ki…

.Salih! Sen gelmiş, bana talih kuşundan söz ediyorsun. O kuşu kaçırmak olur mu?

Bunu der demez Gevher Hanım’ın yanına giderek ona sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

.Ah, benim bereketli teyzem! Ben seni bırakmam, bırakamam bundan böyle. O kuş senden dolayı bizlere gönderildi. Biliyorum… Ta buramda hissediyorum. 

Bu güzel insanları baş başa bırakmalıydık. Nur, izin isteyerek kalkmamız gerektiği söyledi. Bazı anlar vardır. Hem havası hem mekânı bir tüyü kaldıramayacak kadar nazenin, bir sözü alamayacak kadar anlam doludur.

Yolda eve dönerken Salih ve Menekşe’yi düşünüyorum. Onlar bir kavşakta doğru olana adım attılar. Dikey yol yolcusunun ruhuyla hareket ettiler. Bu iki yolcu bakıma muhtaç birine kucak açarken kendilerindeki insanlık cevherine de nasıl kanal açıldığını zaman geçtikçe idrak edecekler. Talih kuşunun konmasına vesile olan bir adam var ve onun hayallerinde bir aile yükselecek. Acaba Yalın Bey kendi kavşağında nasıl bir güzelliğe adım attığını biliyor mu? O noktadan nasıl bir hakikatin kapısını tıklattığının farkında mı?

İç âlemde
bir insanlık tohumu yeşeriyor ve ilerde meyve veren bir ağaç olacak.
Bunu gerçekleştiren başarı değil,
‘gayret’.

Çünkü
başarı bir sonuçtur
ve o sonucu, Yaradan takdir eder.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply