Sokak – Bölüm  20

2

Koku

.Sana bir soru soracağım. Sorum belki tuhafına gidebilir.

.Sor bakalım. Tuhaf olup olmadığına ben karar vereyim.

Eşim, bu tür soru sormalarıma alışık. Gerçekten neden böyle bir soru? Doğum gününde Melek’le Yalın Bey’in yan yana duruşunun gözümün önüne gelişi ve iki farklı doğumun hakikatini düşündürmesi olabilir mi?

.Doğum günleri bence eğlenceli birer durak. Sence de öyle değil mi? Sorum, hangi sebeple durak olabilecekleri. 

.Hiçbir durakta devamlı kalınamaz. Çünkü yol menzile kadar devam eder. Yaşamda da durulacak nice durak vardır. Ancak yolcu olarak bunu bilemeyiz. İleriyi göremeyiz. Doğum ve ölüm arasında -kaderimizde ne kadar yazılmışsa- o kadar durur, o kadar devam ederiz. Kendi doğum anımızı da bilemeyiz. Çünkü bilmeye ehil değiliz. Ne zaman öleceğimizi de bilemeyiz. Çünkü izin verilmemiştir. 

.Doğru. Bizler bilmekte aciz olduğumuz bu iki hakikatin arasında o sanal duraklarda sadece yaradılışımızı hatırlar, dünyadaki şartlarımızı kutlarız. Ama ikinci tür bir doğum daha vardır ki, o herkese nasip olmaz. Olursa da aklından çıkmaz. Çünkü bu doğum, bilinir. Bu doğum ne olabilir?

.Nerden gelir aklına bu tür sorular? O zaman soruna cevap vermeden benim de sana diyeceklerim var. Herkese nasip olmayan ikinci tür doğum gibi ne zaman olacağını bilebildiğimiz bir de ölüm var. Çünkü bize izin verilmiş. Peki, bu ölüm ne olabilir?

.Bu ölüm, dünyada can denilen saf öze kavuşmak için beden kabuğunu kırmak. Yani gerçek insan olabilmemiz için beşer yanımızı öldürmek. Kemâle erebilmek, güzel bir ölüme hazırlanmak için ölmeden önce ölmek.

.O zaman senin doğum dediğin de kabuğun içinde var olan saf insanlığın ortaya çıkışı olur. Esasında hepimiz bu iki hakikati bilmekle sorumluyuz. Bu sebeple ikisinin arasında varolan yaradılış gayesini asla unutmamalı ve dünyadaki görevimizi şereflendirmeliyiz. 

“Şereflendirmek…” Bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan masadaki kahvaltılıkları kaldırıyorum. Şereflendirmeliyiz. Neyi? Dünyadaki görevimizi. Dünyaya neden gönderilmişsek onu. Niçin? Çünkü unutmuşuz. Sebep? Önceliği hep maddî yanımızı tatmin etmeye vermişiz de ondan. Bedeni yükseltmiş, ruhu ihmal etmişiz. “Şeref” öne çıkmak, öncelik, yücelik demek. Eski binalardaki “şerefe” denilen çıkıntılar gibi bizim de hayatımızda öne çıkardığımız yanlarımız, yönlerimiz var. Doğrudur; kendi doğduğumuz anı bilemeyiz. Çünkü bilmeye ehil değiliz. Ayrıca bu doğumda irademiz de yoktur. Sancıyı, sebep olan çeker. Ancak ikinci doğumda irademiz en önemli sebeptir. Onun için sancıyı biz çekeriz. Ve sonuçta her ikisi bir noktada birleşir. Yeni bir hale uyanır ve “Merhaba!” der. 

Melek 22 yaşına bastı; yani yeni bir yaşa adım attı. Bizler de özenle hazırlanmış bir masanın etrafında kendisine eşlik ettik. Güzel ve içten olan sözler söylendi, hediyeler verildi. Yeni yaşına giren güldü, eğlendi. Ancak zaman geçti, vakit doldu ve bitti. 

Aynı evde başka birinin inşallah gün gelir, doğum günü kutlanabilir. Ama bu doğum gününün tarihi bilinmez. Sadece doğumun gerçekliğine inanılır. Yalın Bey belki de gelmesi ümitle beklenen günde, yeni bir hale uyanabilir. Kendinde saklı olan hakikatine merhaba diyebilir. Özenle kurulmuş bir masa belki olmaz ve bizler etrafında toplanıp, güzel sözler söyleyip, hediyeler de vermeyiz. Ancak masa onun kalbinde kurulur. Etrafına bütün bedeni, aklı, ruhu, vicdanı; hatta nefsi toplanarak ona eşlik eder. Her biri kendi kabiliyetinden nice hediyeler sunar. Bu doğum gününde vakit dolmaz. Çünkü hediyeleri alan Yalın Bey’in teşekkürü devamlı olursa hem zaman hem mekân hem can ona huzuru yaşatırlar. 

Can boğaza gelir gibi yaşam tükenişe yaklaşınca yolcuya iki yol görünür. Ya gafilane devam ya nedametle dönüş. Çok şükür; Yalın Bey ikinci yolu seçti. Neler hissetti de tükenmenin ucundan döndü? Bilemeyiz. Bunlar ancak bir gün açılıp da içini dökerse anlaşılacak meseleler. Mümtaz Bey’e ve Maide Hanım’a düşen; şefkat, sabır ve sükûneti temin. Çok zor. Ama biliyorum ki, yıllar sonra evlatlarına kavuşan bu anneye, babaya zorluklar cennet gibi gelecek.

İşe girişme vakti. Eşim arabanın bakımı için dışarıya çıkıyor, ben de mutfağa dalıyorum. Akşama ne hazırlamalıyım? Yaş ilerledikçe unutmalar başladı. Unuttuğum birkaç malzemenin tedariki için markete gitmeliyim. Neyse ki çok uzak bir yerde değil.

.Elif Hanım. Sizsiniz değil mi?

.Aşina olmadığım bir ses. Arkamı dönüyorum. 

.A… Siz misiniz Yalın Bey?

.Biraz hava almak için dolaşmak istedim. Doğrusunu söylemek gerekirse evden kaçtım. Bu kadar ihtimam bana fazla. Salih’ten buranın bazı yerlerini ve fırını öğrenmiştim. Taze simidi özlemişim. Hem ikizler de çok seviyor. 

Halinde evine bir şeyler götüren baba havası var. Bana da ikram ediyor. Laf lafı açar denir ya… Açılan açılıyor ve -ne tuhaftır- az önce düşündüğüm biriyle yan yana konuşarak yürüyorum.  

.Anladığım kadarıyla bizimkilerle tanışmanız çok olmamış. Buna rağmen kaç yıllık arkadaşlarından daha fazla yakınlık duyuyorlar size. Hele evdekilerin haricinde özel odalarını bir tek sizinle paylaşmaları şaşırtıcı. Annem ve babamın herkese kapıları açıktır. Ancak özellerini paylaşmada çok ketumdurlar. Demek ki onlar için özelsiniz.

.Yalın Bey. Ben onlarla arkadaş olmadım. Annenizin dediği gibi ruhdaş oldum. Bu da ancak gönülde gerçekleşen bir bağ. Bunun da zamanı yoktur. Bazen seneler geçse de olmaz. Bazen bir anda olur. Akıl bunu anlayamaz. Onun için şaşırmayın. Hem ben de en az onlar kadar ketumum ve mesafeliyim. 

.Kusura bakmayın. Sizi kırmak istemedim. Hayatım hep yurt dışında geçtiği için gönül dediğiniz şeyi tam bilemiyorum. Zaten gençliğimde de bilmezdim. Bazı ülkelerde bilgeliğe merak duydum. Ancak bu toprakların gönül diye adlandırdığı şey, çok farklı. Bütün bunları yeni yeni anlıyorum. 

Bakın şöyle yapsak ne dersiniz? Açıkçası gevelemeden söylemek istediğim şey şu Elif Hanım: 

Biliyorum. İçimde bir düğüm var; açamıyorum, açılamıyorum. Bilhassa anne ve babama. İnanın sizinle daha rahat konuşabilirim. Kendimi sık sık dinlemeye başladığım şey, dediğiniz gönül mü yoksa başka bir şey mi? Anlamam gerek. Bunu da ancak sizlerden öğrenebilirim. Özel oda benim favorim. Müsait olduğunuzda bize gelebilir misiniz? Gönülden yapılan sohbetlere inanın çok ihtiyacım var. 

Yakınlarını acımasızca yaralamış ve şimdi de nedametin pençesinde kendini yaralayan bu adama acımamak mümkün değil. Başta söylediklerine kırılmadım; ama bozulmadım da diyemem. Önemli bir işim olmazsa gelebileceğimi ve Nur’u bundan haberdar edeceğimi söyledim. Eşim iyi ki arabanın bakımı için dışarıya çıktı. Onu evde bırakıp da bir yere gitmek pek yaptığım bir şey değil. Az kalmaya gayret edeceğim. 

Beni karşılayan Melek, özel odaya götürüyor. Maide Hanım’ın dediği gibi bu oda adeta başka bir âlemi yaşatmak için düzenlenmiş bir mekân. Boş duvarlar minyatürlerle değerlendirilmiş. Çok güzeller; ama ne anlatıyorlar? Anlamam mümkün değil. Yüzler dinlenmiş gibi. Maide Hanım’a başka bir hal gelmiş. En son Nur, elinde tepsiyle içeri giriyor. Başka da kimse yok.

.Nardenk şerbeti1 Elif kardeşim. Gevher Hanım Yalın için hevesle değişik şerbetler hazırlıyor. Sağ olsun, Osmanlı mutfağını iyi biliyor. Anneden miras. Buyrun, afiyet olsun. 

Hoşbeş derken duvardaki minyatürleri soruyorum. Tahmin ettiğim gibi hepsi Maide Hanım’a ait. Bir tanesinin yorumunu yapıyor. Hasreti anlatan bir minyatür. Yalın Bey’in yüzü karmakarışık. Yapılan hasret yorumlaması içindeki düğümü hayli zorluyor gibi. Öyle veya böyle… Bir an olacak ve düğüm açılacak. İnşallah bir an evvel olur.

.Elif Hanım! Bu oda bu evin özeli. Sizden başkası misafir edilmediğine göre demek ki ailem sizi yakın buluyor. Bu güvene dayanarak size bir soru sormak istiyorum. Duygularla koku arasında bir ilişki var mıdır? 

.Olmaz mı? Bir zamanlar ben de bunu düşünmüş, hakkında hayli okumuştum. Bilhassa Mevlâna’nın kokuyla ilgili düşünceleri çok ilginçtir. Sizin kütüphanenizde Mesneviler var. Bunu en iyi Mümtaz Bey bilir. 

Size önce şunu söyleyebilirim: Koku metafizik bir özellik taşır ve tasavvufî kültürde ruhla çok sıkı ilgisi vardır. Bir şeyin hakikatinden; aslından haber verir ve siz bu haberle asıl kaynağı bulmak istersiniz. Mesela gül kokusu, gül bahçesinin kılavuzudur. Eğer siz de bir şeyin kokusunu almışsanız, o şeyin aslına ermek istiyorsunuz demektir. Ve o şeyden nasipleneceksiniz demektir. Bilirsiniz nasibi biz bulmayız, Nasip bize gelir.

.Metafizik konular uzak doğu gezilerimde birkaç kez karşıma çıktı. Biraz ilgilendim. Şimdi ise ilgimi hayli çekmeye başladı. Çok tuhaf… Sanki zaman bizim için ayarlanıyor gibi. Koku hakkında dediklerinizi de ne zamandır yaşıyorum. Fakat anlayamıyor ve adlandıramıyorum. 

Bir ara sustu. Sanki içinde bir şeyleri yaşıyordu. Kimseden ses çıkmıyor; kozasından çıkmak isteyen bu kelebeği ürkütmek istemiyor gibiydi. Bir annesine, bir babasına baktı. Sonra tekrar durgunlaştı. O an gözüm ellerine takıldı. Sanki tırnaklarını batırırcasına iç içe girmiş, bir yumru olmuştu. O yumru bir açılabilse hem içindeki düğüm hem dili çözülebilirdi. 

.Gönül sohbeti bazen sessiz olur Yalın Bey. Gönlün kelimeleri -aynı ruh gibi- mekâna sığmaz, dile sığmaz da bir bakarsınız başka gönle sığıverir ve yankısını bulur. Ben bunu yaşadım ve yaşıyorum. Onun için sıkmayın kendinizi, rahat olun.

O anda bana baktı. “Yardım edin.” der gibiydi. Ben de yardım edebilmek için devam ettim:

.“Duygularla koku arasında bir ilişki var mı?” diye sormuştunuz. Mesela duvardaki hasret konulu minyatürden yola çıkalım. Bunu yapanın gönlü hasret çekmese bu kadar derin işleyebilir miydi? Gönülde hasret varsa ondan dağılan her şey hasret kokar. En önemlisi; hasret çekenin burnu bir başka kokunun haberini alır. Ve bu haberin hakikatini bulabilmeye içinde şiddetli bir istek uyanır. Belki burnuna gelen kokunun ne olduğunu bilemez. Ancak aramaya devam ederse o kokunun hakikatini, kaynağını bulabilir.

.Çok doğru! İşte benim ne zamandır yaşadığım olay da bu. Nereye gitsem burnuma gelen, hep aynı koku. Ama nereden geldiğini bilmiyorum. Koku var, ama kaynağı yok. Bunu en son gittiğim Karadeniz’de, bir yayla köyünde yoğun hissettim.

Yine durdu. Yutkundu, bir kez daha yutkundu. Bunu gören Nur, aceleyle bardağına şerbet koydu. Bunun başka türlü bir yutkunma olduğunu hissediyordum. Sanki içindeki düğümün ilk ipliği kopuyor gibiydi.

.Oraya gideli henüz bir hafta olmuştu. Yazda, baharda, sonbaharda seyahat güzeldi de kışta artık zorlamaya başlamıştı. Her yerde aradığım koku maalesef buranın toprağında da yoktu. Neydi o koku? Nerden geliyordu? Bilmiyorum. Son on senedir onu bulabilmek için dolaştım dünyayı. Başka ülkelerde bulamadığımı kendi yurdumda bulabilir miyim, diye geldim. Ve beş senedir gezmediğim yer, konaklamadığım ova, yayla, bozkır kalmadı. İlk defa bu kadar yorgun ve çaresizdim. 

Göğü tutacak kadar yakın hissettiğim tepelik bir yere son defa çıkıp yıldızlara bakmak istedim. Ertesi sabah yine yolculuk görünecek gibiydi. Boşa tükettiğim hayatın bir bölümüne bir kez daha veda edecektim? Kim bilir bu hal ne kadar devam edecekti? Hayat mı karışıktı, insan mı? Şu gökyüzünde sayısız yıldız ve ay binlerce gecedir hiç birbirine karışmadan ışıl ışıl parlıyorlar. Ama onlara göre bir damla olan ben, hayatımın her gecesinde karmakarışıktım. Yüksek yerde kış daha fazla hissettiriyor kendini. Çıplak dallar yalnızlığı yüze daha fazla vuruyor. Bu yalnızlığın sebebi ben değil miydim? Bir neden var mıydı, hayatımı bu denli pervasız harcamam için? Yoktu. Ancak itiraf etmekte gecikmiştim. Ve itirafın bunca yıldan sonra faydası olur muydu? Onu da bilmiyordum. 

“Of…. Hayat!” diye farkında olmadan bağırıvermişim. Geriye dön, desen; dönemem. İlerlemeye gücüm yok. Şu çıplak ağaçlar kadar bile olamadım. Onlar kökleriyle bir yere bağlılar. Ya ben? Ne toprağımı seçebildim ne de bir köküm var. 

Çıplak diye ümit kesme!
Vakit kıştır, dallar suskun.
Hırçın diye sen de esme!
Hava kıştır, rüzgâr bozgun.

Arkamı döndüm. Bir karaltı. Yanıma geldi. Gecenin kendine has aydınlığında görebilmeye çalıştım. Yaşı bana yakın, belki daha genç biri.

.Nedir bu of çekme arkadaşım! Keşke çıplak ağaçlar gibi olabilsek… Çünkü onlar ne olduklarını, ne zaman meyve vereceklerini biliyor ve bekliyorlar. Kışın da yazın da günleri sayılı. Bundan sonrası sen istesen de istemesen de bahardır. Onun için sabret.

Zaman geçer, bahar gelir.
Karlar erir, memba olur.
Gövde kökten suyu alır.
Toprak güler, dallar dolgun.

İçince kafayı bulup çenesi açılan biri zannettim. Ama öyle değildi. Harun’la o gece tanıştım. Yanıma oturdu. Konuştukları kısa ve kendine hastı. Azını anladım, çoğunu anlamadım. Ama çok garip bir şey oldu. Aradığım kokuya benzer bir koku şöyle bir gelip geçiverdi. Farkında olmadan bağırıvermişim.

.Sende mi aradığını bulmak için yola düşenlerdensin? Ben de düşenlerdendim. Sonra buldum. Hem de hiç tahmin etmediğim bir yerde. İşin yoksa gel, seni o yere götüreyim. Yalnız geç oldu. Bak arkadaşım! Yarın öğleye yakın burada bulaşalım mı?

Sabah yola çıkacağımı söyledim. 

.Bu saatte hiç sebebi olmadan buradan geçmem ve bu konuşmalar çok garip gelmiyor mu sana? Nasibini değerlendir.

Söylediklerini düşündüm ve yola çıkmaktan vazgeçtim. Buluştuk. Beni yaylanın en ucunda bir eve götürdü. Müşfik dedeyi o gün tanıdım. Yüzüme uzun uzun baktı. Eliyle işaret ederek karşısına oturmamı istedi. Harun kendisine nasıl tanıştığımızı, neler konuştuğumuzu ve neden buraya getirdiğini kısaca izah etti. Dede dinledi, dinledi ve sonunda üç cümle çıktı ağzından: 

.Bu da duyduğu kokuyu bulmak için yollara düşenlerden mi? Evlat! Aradığın o koku, onca dolaştığın topraklardan değil, kendi canından geliyor. Bundan böyle yıldızlara baktığın gibi aynı hasretle içine bak.

Başka da konuşmadı. Harun ihtiyarın halini bildiği için “Haydi, işimiz bitti. Kalkalım.” deyince oradan ayrıldık. Olanlardan pek bir şey anlamamıştım. Sanmıştım ki, beni karşısına alacak ve uzun uzun öğütlerde bulunacak. Yalnız hasret sözüne takılmıştım.

.Neler düşündüğünü biliyorum. Ben de aynı hayal kırıklığını yaşamıştım dört sene evvel. Ama ne var ki, ablamı görmek için geldiğim bu yerden bir daha ayrılamadım.

Harun kırk yaşlarında benim gibi seyyah ruhlu biriydi. Okul hayatından sonra yollara düşmüş bir maceraperest. Yalnız o benim gibi yanlış şeylere sapmadan sadece kendini arayan biriydi. Ben ise arama nedir bilmeden; hatta bilmek istemeden sadece kendimden uzaklaşmıştım. Harun’un tuhaf bir özelliği vardı. Konuşmasının tam bir yerinde durur, mesele neyse onun özetini genelde dörtlükler halinde sunardı. Başlarda yadırgamıştım bunu; ama sonraları arar dahi oldum. Yaşından çok olgundu ve o kadar da içtendi. Şimdiye kadar arkadaşlık ettiklerimden çok farklıydı. Kısa bir süre sonra bana abi demeye başladı. Hiç alışmadığım bir hitap. Ama buranın toprağı, insanı gibi içimi ısıtıverdi. Sanki bir yerimdeki boşluğu doldurmuş gibi. 

Bir gece yine aynı yerde oturuyorduk: 

.Abi. Biz de bu evrenin bir parçasıyız. Ruhumuzun elbet hem kışı olacak hem yazı. Kuş gibi uçacak, bazen sürüngen gibi sürüneceğiz. Bazen içimiz donacak, bazen kalbin odunda yanacağız. Sen hayranlıkla gökteki yıldızlara bakıyorsun, onlar da sana. Bu evrende ne varsa onunla alâkamız var. Onun için çok farklı halleri ardı ardına yaşayabiliriz. Her biri içimizde ayrı bir yere dokunur, kalbimizdeki ateşi körükler. Müşfik dedem der ki: “Hiç kimseyi hor görme! Çünkü insan bu kâinatın sultanıdır. Ama cehaletinden bilmez.”

Ve yine dörtlükleriyle hislerini özetleyiverdi:

İnsan aynı mevsim gibi;
Bir an sakin, bir an deli.
Nasip döner, bulur seni;
Satır satır yanar “od”un.

Bazen munis, bazen çılgın.
İpini tut, uçurtmanın.
Bırakırsan dağılırsın.
Gökyüzünde yeme vurgun.  

Kısacası ayrılmayı düşündüğüm o yerde yıllarca kaldım. Harun can dostum oldu, Müşfik dede rehberim ve Hatice nine ısındığım yuvam. Benim gibi dünyayı birkaç kez dolaşmış biri, küçücük bu yayla köyünde ne bulmuştu da hiç sıkılmıyordu? Onlar sayesinde hayatın ipini tutmaya çalıştım. Vurgun yemekten kurtuldum. Harun’la aklımıza estiğinde kısa seyahatlere çıkıyorduk. İstanbul’dan Ahmet amcam vasıtasıyla haberdardım. İşimi terk etmiş, elimde ne varsa hepsini tüketmiştim. Ancak Ahmet amcam hep arkamda oldu. Nereye gitsem arıyordu. Rahat yaşayabilmem için gerekenleri hallediyordu. Ama biliyordum ki, bunun perde arkasında babam var.

Babasına baktı. Gözleri doldu. Anladım ki, düğüm bayağı çözülmek üzere. Maide Hanım sessizce iç geçirdi. Mümtaz Bey’de en ufak bir tepki yok. Nur her zamanki gibi şefkatle bakıyor.

.Yalnız son iki yıl İstanbul’u daha farklı özlemeye başlamıştım. Dedenin hasret sözüyle bu duygunun bağlantısını çok düşündüm. Harun, kendine teklif edilen bir proje için birkaç seneliğine ayrılınca onun yokluğunda içimdeki özlem daha da arttı. Yuvamı hem terk etmiş hem evlenmemiş hem her türlü mutluluktan kendimi mahrum bırakmıştım. İşin en acısı kimlere, kim bilir neler yaşatmış ve halen de yaşatıyordum. Pişmanlık son zamanlarda iyice yıpratmaya başlamıştı. İşte bu ruh haliyle yürürken düştüm ve kaval kemiğimi kırdım. Velhasıl bu kaza ve arkasından Ömer Bey’le tanışmam, benim dönüş biletim oldu. İç dünyama, yuvama ve aileme neyle varacaktım? “Hasretle” dedim.

“Bundan böyle yıldızlara baktığın gibi aynı hasretle içine bak.” Dedem demek ki içimdeki kokuyu aldığı için böyle demişti. Şimdi burada sizlerleyim. Hayal dahi edemeyeceğim bir durum. Hatadan dönme hissinde nasıl bir güç var ki, olmadık yollar açabiliyor önümüze. Önce Harun, Müşfik dedem, Hatice ninem sonra Ömer Bey. Ve şimdi de sizler… Çok farklısınız. Ailem ve beni hiç bırakmayan Ahmet amcam dışında herkes aynıydı benim için. Üst üste yaşadığım hayal kırıklıklarıyla insan denilen varlıktan tiksinir olmuştum. Ama öyle değilmiş. 

Bayağı rahatlamıştı. O arada Maide Hanım’ın sessizce dışarı çıktığını fark edince Nur’a döndü:

.Nur Hanım! Sanki benden bir şey saklanıyor gibi. Siz biliyor musunuz?

.Yanlış kişiye sordunuz Yalın Bey. Benden laf çıkmaz.

.Hiç mi çıkmaz?

Neyse ikizlerin duyulan sesi imdada yetişti de Nur bu halden kurtuldu. Biz de salona geçtik. Sonra Melek geldi. Elinde koca bir klasör. İçinde çizimler, çizdikleri, tasarım konusunda düşünceleri… Derken vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Aceleyle Mümtaz Bey’den kalkmak için müsaade istedim. 

.Yoo… şimdi olmaz Elif kardeşim. 

Tam o sırada zil çaldı. Mümtaz Bey’de bir heyecan. Ve nedeni az sonra anlaşıldı. Maide Hanım ve arkasında bir bey ve Ömer Bey içeri girdiler.

.Harun! Sen misin? Gözlerime inanamıyorum. Ömer Bey! Siz tanışıyor muydunuz? Anne sizdeki halin sebebi bu muydu?

O Yalın Bey gitmiş yerine yıllardır görmediği askerlik arkadaşını bulmuş bir delikanlı gelmişti. Sevinçle arkadaşının ellerini sımsıkı tutarken anne ve babanın yüzü görülmeye değerdi. Bu sürprizin müsebbibi Ömer Bey, nasıl olmuşsa köyden birileriyle kontak kurmuş ve Harun Bey’e ulaşmış. 

Dışarı çıktığımda “Sokak” bir başka gözüküyor gözüme. Hayatı güzel kılan içten ilişkiler, güzel insanlar da birer nasip. Önce güven, sonra samimiyet sadece beraberliklere neden değil. Dünyaya olumlu bakıştan imanın tazelenmesine kadar kalpteki her değer onlarla filizleniyor. Harun Bey’in dediği gibi hepimiz rüzgârda oradan oraya savrulan birer uçurtma gibiyiz. Bu sebeple hayatta dağılmamak için uçurtmanın ipini sımsıkı tutmalıyız. Ruhumuz her zaman bir şeylere hasret duyuyor. Ve bu hasretin mayasında ufuk ötesindeki gerçek yurdumuz var. Harun Bey’in dörtlüklerine benzer bir şeyler mırıldanarak yürümeye başlıyorum:

‘Hayy’ de, yönü tut rüzgâra.
Ruhun gökte bir uçurtma.
Ay, güneşle etsin sema.
Dönendikçe Hakk’a tutun.

***


1. Nârdânak = Nar tanesi suyundan yapılan pekmez. Farsça.
nār + dânak (tane) = Nar tanesi.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. “Ruhumuz her zaman bir şeylere hasret duyuyor. Ve bu hasretin mayasında ufuk ötesindeki gerçek yurdumuz var.”
    Belki zihinsel ve duygusal yolculuğun son varış yeridir ancak geri dönecek hiçbir yer kalmadığında.. Belki de çağlayarak yaşamanın durgun suda son ve sükun buluşudur.
    Teşekkür ederim.

    • Çağlayan su kir tutmadığı gibi aktığı yerleri de temizler. Ruhunu sıkmayan beden de ruhu gibi kanatlanır; hem kendine hem başkalarına huzur aşılar. Çağlayan su deryaya, kanatlanan beden ufkun ötesine meftun; bu dünyada sadece ebedî sükûneti düşünürler. Huzurun kaynağı olan bu mübarek günlerde dualarınız makbul olsun.
      Elif Kaya

Reply To Bera Cancel Reply