Sokak – Bölüm 17

0

Hasta Ziyareti

Her ay, bir ney gibi üfler içimize. Biri, diğerine hayat denilen emaneti devrettikçe ayrılığı mı yoksa vuslatı mı üfler ney? Neyi dinlerken kalbimizde hissettiğimiz neyse onu üfler. Şu anda bana üflenen, hasret ve gurbet. Peki hasret, neyin belirtisidir? Sevginin ve hakikatin. Madem öyleyse, zaman da aynı neyzen gibi bunları arıyorsa, mekân bu hasretle inliyorsa sen ne yapıyorsun demezler mi insana?

O güzel Eylül kahvaltısının üzerinden bir hafta geçti. Neden bunu sık sık yapmadığımızı sorguluyorum kendi kendime. Oysa eşim bu tür sadelikleri çok sever. Galiba bunun sorumlusu benim. Gündemde olup bitenler zannederim bizleri hayli etkiliyor ve yoruyor. Sadece ruhun ve kalbin konuştuğu, duru, biz bize ortamları yaşamaya zaman ayırmalısın ihtarını birkaç kez tekrarlıyorum içimden. Bir termos çay, hazırlanmış küçük kahvaltı sepeti… O kadar. Galiba okumaya ve yazmaya çok zaman ayırıp bazı şeyleri ihmal ettim. Epeydir Maide Hanımlarla da görüşmedim. Yalnız Nur Hanım halimi hatırımı sormayı hiç ihmal etmiyor. 

“Yaz sezonu bittiği için yazlıktan dönen Mümtaz Beylerin eski ahbapları sık sık ziyarete geliyorlar. Eski günlerdeki gibi ikindi çayları, akşam kahveleri başladı. Arife Hanımlar geçende uğradılar. Arif’in işlerindeki kritik durum henüz geçmemiş. Mümtaz babam hiç elini onun üzerinden çekmiyor. Bazen birlikte dışarı çıkıyorlar. Belli ki dertleşilecek çok şey var. Evde hareket yoğun. Menekşe de benim gibi koşturuyor. Epeyi yükümü hafifletti. İkizler ortama iyice alıştılar. Melek ehliyetini aldı. Şimdi bütün ağırlığı derslerine verdi. Arka bahçenin sizden ve Arif’ten başka ziyaretçisi olmadı. Sizinle olan sohbet ortamlarını özlüyoruz Hocam.” 

Bu vefa, içtenlik hoşuma gidiyor. Bahçe, sedirli köşe, kameriye ve bu insanlardaki ruhî güzelliklerin hayata gülümseyişi. Ben de onlarla olan sohbet ortamlarını özlüyorum. Dün aradım; ama ulaşamadım Nur Hanım’a. Geri dönmemesi tuhaf. Bir şey mi oldu acaba? 

Vefanın güneşi en güzel dost gözlerinden, kelimelerinden doğarmış. Yaşamın yorgunluğu içten bir sözle dinermiş. Beşeri insan eden, şefkatiyle sarmaladığı emeğiymiş. Beraberliği de aile eden, emek. Bir çiçeğin, ağacın güzelliği her insana zevk verir. Ama bir de onları yetiştirene, gözü gibi kollayana sorsak… Muhakkak zevkten çok ötedir duyguları. Çünkü onların beraberliği tohumdan, fidandan başlar. Bu tür beraberliklerde sabır vardır. Sevgi, şefkat, fedakârlık, özen, saygı, edep vardır. Biraz uzak kalınsa özlem; hasta olunsa kaybetme korkusu vardır.

.Telefonun çalıyor. Yine olmadık yerde bırakmışsın. Şunu yanında taşımayı bir öğrenebilsen.

Eşim ikazında haklı. Telefonu hep bir yerlerde unutmak adetim. Gerekli konuşmaların dışında bu aletle aram hiç iyi olmadı. Hâlâ herkesin akıllı telefonuna karşı aptalını taşımak konusunda direniyorum. Moda olanı herkes kullanıyor diye kullanılanı vazgeçilmez bir değer haline getirmek bana göre değil. Yaşlandıkça bu hal inat haline dönüştü. Rahmetli annem olsaydı “Geçinmeye gönlün yok!” derdi. 

Arayan Nur Hanım. 

.Elif Hocam nasılsınız? Sizi rahatsız etmedim inşallah. Kusura bakmayın, beni aramışsınız. Görmemişim. Biraz sıkıntımız vardı da…

Ne olduğunu sormada ısrar edince açıklıyor. Evdeki faaliyetler, devamlı bir şeyin peşinde olmak Mümtaz Bey’i hayli yormuş olmalı ki, hiç olmadık bir yerde ayağı takılıp düşmüş. Başını sert bir yere çarpmış. Sağ bacağının kaval kemiğinde çatlak varmış. Çatlaktan ziyade başını çarpmış olmasından hayli endişeye düşmüşler. Hastane, röntgen derken koşuşturmadan dolayı telefonu hem duymamış hem de sonradan bakacak zaman bulamamış. 

Çok üzülüyorum. Bu yaştaki hasarların kolay geçmediğini annemden biliyorum. İşlerimi kolaylayıp gitmeliyim. Eşim evin bahçesindeki hasta olan bir kediyi veterinere götürecek. İnşallah kedilerde görülen o kötü hastalıktan değildir. Biraz yorgunum. Yürümeyi pek göze alamıyorum. Birlikte çıkıyoruz. 

Sokaktaki ağaçların yaprakları sararmaya başlamış. Yeşilin dünyasına sarının ve turuncunun böylesine hülyalarla süzülmesi ne hoş. Kapıyı Nur Hanım açıyor. Safiyetin konuşan dilini bu gözlerden dinleyebilsek, samimiyetin sıcaklığını bu sarılan kollardan öğrenebilsek, diye geçiriyorum içimden.

Mümtaz Bey için salonda bir yer hazırlanmış. Misafirleri var. Arif ve sokağın girişindeki ağartmanda oturan komşu Hamza Bey. Mümtaz Bey’in tarif ettiği gibi sağlam biri. Mümtaz Bey’in yüzü solgun. Belli ki hayli sarsılmış. Tabii ondan da solgun yüzlü biri daha var yanında. Maide Hanım. Küçük bir kaza da olsa bu yaşlarda sevdiğini kaybedebilme tedirginliği seveni hayli telaşa düşürebiliyor.

.Ah, Elif kardeşim… Bak başımıza neler geldi? Allah korudu. Kemik çatlaması neyse de başını vurması epey korkuttu bizi. 

.Maide’m. İlk defa mı yaşıyoruz bunları? Ne maceralar yaşadığımızı unuttun mu? Elbette bunda da vardır bir hikmet, hayır. Doktor söyledi. Tehlike, falan yok çok şükür.

.Hayır mı? Hayır bunun neresinde azizim? Bir talihsizlik yaşamışsınız belli. Her şeye böyle hikmet diye bakabilmeniz çok tuhaf? Ben hayatımda hikmet diye bacanağım Hikmet’ten başka bir şey bilmiyorum. Hâlâ anlayamadım bu felsefenizi. Arif de Arife Hanım da benzer şeyler söylüyorlar. Bu akıl çağında bunlar artık abes sözler değil mi?

Hamza Bey’in bu konuşması soğuk bir hava gibi esiyor. O an Mümtaz Bey’in yüzünden öyle bir bulut geçiyor ki, gökten uzak göremez, gökle hemhal olan bir katresini bile görür. Ve gören görüyor: 

Yunus olma câhillerden, ırak olma ehillerden
Câhil ne var mü’min ise câhillikden kalur degül.1

Yunus Emre / Divan / s. 105

Hem de öyle bir görüyor ki, şimşek gibi çakıyor adeta. Melek, bunları sert bir tonla söyleyen annesinin kolundan tutarak “Mutfakta işimiz var. Hemen halletmemiz gerekiyor.” bahanesiyle süratle salondan uzaklaştırıyor. Ben de onlara yardım etme bahanesiyle kalkıyorum.

Aşksızlara verme öğüt, öğüdünden alur değil.
Aşksız kişi hayvan olur, hayvan öğüt bilur değil.2

Yunus Emre / Divan / s. 105

Neyse ki salondan çıkarken devamı gelenlerden Hamza Bey bihaber. Çünkü sırtı kapıya dönük. Melek’in annesinin ağzını nasıl kapattığını göremiyor. Sözler ağızda tıkanınca bir hırıltı gibi çıktığından ancak ben duyabiliyorum. 

.Hocam yetti artık. Bu nasıl bir gaflettir. Bu tip insanlar hiç mi gönül nedir bilmezler. Halden anlamazlar. Meramları sadece kendileri ve zevkleri. Ziyarete gelenlerin çoğu -bu kadar değilse de- böyleler. Mümtaz babamın âleminden fersah fersah uzaklar. Maide Annem “Aman kızım öfkelenmeyeceğiz; arada kaç senelik bir münasebet var. Dua edeceğiz. Sakın ağzından bir şey kaçırma!” diye diye bir hal oldu. Ama bu konuşmaya tahammül edemedim Hocam. 

Yanaklarından öpüp teskin etmeye çalışıyorum. Salona girdiğimde Hamza Bey üslubundan bir şey kaybetmemiş:

.Azizim! Sizin hanenizde her şey maşallah hep sanat konuşuyor. Nur Hanım’da şiir, duvarda hatlar. Amcanız da Ahmet Bey de sanata meraklıydılar. Hele Ahmet Bey’in Avrupa’dan getirdiği tablolara bayılırdım. Onların açıkçası ayrı bir havası vardı. Neyse… Bu da bir tercih meselesi. Hayat kısa. Kendimize iyi bakacağız dostum. Şu son günlerimizi güzel geçirelim; değil mi?

.Hamza Amca! Merak ediyorum. Sizce günün güzel geçmesi ne demektir?

.Başta sağlıklı olmak, Arif oğlum. Güzel bir kahvaltıyı, mükellef bir akşam yemeğini asla ıskalamamak. Evin manzaralıysa -hele de deniz manzarası- ona karşı kahve içmek. Boş zamanlarda popüler kitaplar okumak. Onları arkadaşlarla tartışmak. Çocukların, torunların ziyareti. Malî durum yerindeyse arzu ettiğini almak. Tiyatro, sinema, sergiler… Dostlarla zaman geçirmek. Bir de tabii toprakla uğraşmak.

.İstekleriniz güzel şeyler; çoğu faydalı. Ancak dikkatimi şu çekti: Sağlıklı olmak, güzel sofralar, toprakla uğraşmak daha ziyade bedenle ilgili. Kitap okumak, okunanı tartışmak da akılla ilgili. Arzu edileni almak nefsinizin; çocukların, torunların ziyareti ve dostlarla zaman geçirmek ise hislerinizin tatmin olacağı şeyler. Peki kalbinizin, ruhunuzun tatmin olabilmesi için ne yapıyorsunuz?

.Sevdiklerimle beraber olmak, güzel şeyler seyretmek kalbi, ruhu tatmin etmeye yetmiyor mu oğlum? Haa… Şimdi anladım nereye varmak istediğini. Mutmain olmakla başlayıp işi yine manevî dünyalara götüreceksin. Ama ben gitmeyeceğim. 

.Mümtaz Bey ağrınız mı arttı? 

Üzerine basa basa vurgulu bu sorudan anlaşılıyor ki, Maide Hanım’ın da tahammül derecesi sınırı aşmak üzere.

.Neyse… Azizim çok, çok geçmiş olsun. Unutma! Kilometre kısalıyor. Al eşini, biraz gez. Keyfine bak. Öyle değil mi Maide Hanım? Müsaadenizle. Arif Oğlum! Bu zihniyetle gençliğini heba etmemeni dilerim.

Hamza Bey gittikten sonra kimseden söz çıkmıyor. Birtakım tatsızlıklara neden de olsa onun yokluğunda arkasından konuşmanın, gıybetini yapmanın yanlışlığını, çirkinliğini biliyor herkes. 

Ve ben ayrıca bunun için de seviyorum bu ortamı. Kapı çalıyor. Hemen arkasından heyecanlı küçük nefesler, minik fısıltılar ve yine kıkır kıkır gülmeler…

.Biz geldik… 

Mümtaz Bey’in yüzünde ne yorgunluk ne de biraz önceki bulutlu hal. Güneş açıyor birden.

.Elif kardeşim. Bakın kimler gelmiş? Bunlar bizim minik kuşlarımız.

Şu anda ihtiyacımız olan yürekten sıcaklığı ancak bir çocuğun verebileceğini gösteren mükemmel bir görüntü. Biraz evvel Hamza Bey “torunların ziyareti” derken haklıydı. Belki onun bu tarz istediklerinde bir terslik yok. Ancak daha derinlerde olan defineyi bulmak için hiç çaba sarfetmeyen biri gibi. Bu yürekten, saf sıcaklığın da ötesinde kalpte bir nurun, başka türlü bir sıcaklığın olabileceğinden habersiz olması üzücü.

Miniklerin ordan oraya koşuşturmaları, ortama kattıkları neşe hepimize iyi geliyor. Biraz sonra anneleri, rahatsızlık verebilirler titizliğiyle onları götürüyor. Mümtaz Bey “Ben iyiyim.” haline ne kadar bürünse de yorgunluğu çok açık. Maide Hanım onu rahatlatmak için hemen muhabbete giriveriyor. 

.Ruhdaşlık ne büyük sevdaymış Elif’cim. Bugün bir kez daha anladım. Bu hakikatin tadını alamayan, bu sevdanın lezzetini de bilemiyor. Sizin varlığınızı ne kadar özlemişiz. 

.Maide’m haklı. Sizi gerçekten özlemişiz. Ne iyi ettiniz de geldiniz.

.Ben de yürekten katılıyorum dediklerinize Maide teyze. Son zamanlarda işlerim biraz ters gitti ve sizlerden uzak kaldım. Mümtaz amcamla çıktığımız kısa yürüyüşler olmasa çok zorlanırdım. Şimdi ruhdaşlığın ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum. Bazen bazı halleri sürekli yaşadığımızda zannediyoruz ki bu hep böyledir. Ama kesintiye uğradığında anlıyoruz ki hiç de öyle değilmiş. İş hayatı, tartışmalar, çok değişik kişiliklerle temaslar. Meğerse bunlar içimizdeki güzelliklerden bizi ne kadar çok uzaklaştırıyormuş. Empatisizlik bizim en büyük açlığımızmış Mümtaz amca. Empati olmadığında ne hassasiyet kalıyor ne güven. Ne merhamet biliniyor ne fedakârlık.

.Çünkü içten sevgi olmadan empati kurulamıyor da ondan oğlum. Karşımızdaki insandan aldığımız şeyin bizdeki sevgiyle örtüştüğünde nasıl değerlenebileceğinin farkında değiliz. Mesela; senin hissettiğin dert, benim sevgime bürünürse sana karşı duyduğum merhamet olur. Benim heyecanım, senin sevginle artarsa işte bu da sevdadır. Kısacası sevgi duygularımızın membaı. 

.O olmayınca da dostluk yerine çıkarcılığı, empati yerine riyayı, merhamet yerine zelil görmeyi, sevda yerine de geçici tutkuları yaşıyoruz. Öyle mi Mümtaz amca?

.Şu anda içimden geçenleri ne güzel özetledin Arif oğlum. Düşünebilmek, idrak edebilmek muazzam bir nimet. İnsanlar düşünmekten ziyade durmadan konuşuyor. Oysa düşünebilmenin erdemine eren, fazla konuşmaz. İki kişi yan yana gelmeye görsün, hemen konuşma başlıyor. Merak ediyorum; o kadar malzemeyi nerden buluyorlar? 

.Maide’m! Kabiliyet, işlenerek gelişir. Bu da eğitimden geçer. Maalesef bugüne dek süregelen eğitim sınıfta kaldı. Öyle değil mi Elif kardeşim? Bunu en iyi siz bilirsiniz.

.Estağfurullah Mümtaz Bey. Evet, haklısınız. Eğitimde başarılı olamadık. İlk başta çocuklara ezberlettiğimiz bilgileri yan yana, üst üste dizerek zihinlerinde bloke ettik. Beyinlerde harmanlanan projeler çok az. Fikir zaten zayıf. Varsa onu da basitçe üst üste getirdik. Kelimeler arasında bağ kurduramadık, cümlelerden anlam çıkartamadık. Her şeyi gelişi güzel dizdirdik. Bir gün biri çıksa da o dizilerden bir nakış yapsa, muhakeme ediverse diye bekliyorum. Ama biliyorum ki muhakeme için kalp lazım. Zaten en acı halimiz onunla ilişkimiz değil mi?

.Maalesef öyle. Bu yüzden de kalp devreye giremediği için tefekkür edemez hale geldik. Akıl yürütemeyince ve öğrenileni hazmedemeyince muhakeme edemedik. Ve kalpteki nurdan yararlanmadıkça da hikmete eremedik. 

.Adı üzerinde Maide’m: “Muhakeme.” Kısacası sen diyorsun ki, “Hikmeti elde edebileceğimiz gayretten nasibimiz yok.” 

.Bir de verilen, öne sürülen bilgiler gerçek değilse… O zaman akıl, neyi muhakeme edecek? Bunun sonucunda verdiğimiz hükümlerde hataya düşmemek imkânsız. 

.Haklısın oğlum. Değirmene bozuk, çürük taneler konmuşsa değirmen ne yapsın? Elde edilen un da bozuk olacaktır. O unu en mahir ele ver; yoğursun ve mükemmel bir fırında pişirsin. Yine de kokusundan yaklaşamazsın yanına. Çünkü pişen de bozuktur. Bozulma bir kez başlamaya görsün…  Korkarım ilerde öğüten değirmen, mahir el, mükemmel fırın da kalmayacak. Bunun sonu açlıktır, açlığın sonu da manevî ölüm ve insaniyetin yok oluşu. 

Bir anda heyecanlanıyorum. Geçen hafta gördüğüm rüya geliyor aklıma. Tam da bugüne uygun. O arada Nur Hanım ve Melek geliyor yanımıza. 

.Siz bunları deyince geçen hafta gördüğüm rüyayı hatırladım birden. Hatta sizlerle konuşabilmek için notlar bile almıştım. Telaştan unutuvermişim. Fakat defteri hep içinde tuttuğum çantam yanımda. 

Rüyayı kısaca özetliyorum ve sonra yazdığım yerleri okuyorum. Nur Hanım sakinleşmiş. Melek hiç beklenmedik bir merakla dinliyor okuduklarımı. Ve birden:

-.Mümtaz Amca daha sonra unutabilirim diye hemen bir şey sormak istiyorum, müsaade ederseniz. 

.Buyur kızım. Sor bakalım.

.Aklıma bir şey takıldı. Onu sormak istiyorum. Neden “Hastalık var. Hastalar çoğaldı.” diye bağırılıyor? Hasta yerine hastalık öne alınıyor. Ben bu bağırıştan asıl önemli olanın, tehlikenin “hasta” değil, “hastalık” olduğunu anlıyorum. Öyle mi?

.Doğru anlamışsın. O zaman “Neden hastalık daha önemli?” sorusunu da cevapla.

.Çünkü hastalığı yayan bir tehlike var; aynı bataklık gibi. Bir, iki hastayı tedavi ettiniz; ama arkası durmadan geliyor. Ayrıca sadece bataklıktan değil, birbirlerinden de hastalık kapıyorlar.  Fakat neden bile bile tehlikenin yanına gidilir?

.Doğru tespit. Şimdi gözünün önüne o bataklığı getir. İnsanlar durmadan etrafında dolaşıyor. İçine atlayanlar bile var. Ve tabii ki hastalar çoğalıyor. Neden? Çünkü bataklığı oluşturan çamurun üzeri göz alıcı renkler ve ışıklarla dolu. Adeta bu görüntü bir kabuk gibi. İçindekini göstermiyor. Her şey öylesine göz alıyor ki, kimse kabuğun altındaki tehlikenin; yani dibe çeken ölümcül gücün farkında değil. 

Ayrıca çamurun kimyasında insanı çeken bir koku da var. Uzaktan bu kokunun cazibesine kapılanlar, yakına geldiklerinde ışıkları da görünce hiç düşünmeden kendilerini bataklığa bırakıyorlar. Neden sonra tehlikenin farkına varıyorlar; ancak iş işten geçiyor. Taklit, araştırmaya lüzum görmeden körü körüne bağlanma; yani taassup, korkunç bir tehlike. Aynı zamanda bu bataklık fıtratımızdaki kabiliyet tohumlarını da çürütüyor. Hastalık ilerledikçe özgür irademiz de tükeniyor. Bizi insan yapan özelliklerimizi yitiriyoruz. 

.Bütün bunların üzerine bir de imanî zayıflığı ekleyin. Durum vahim. 

.O zaman bu bataklıktan acil kurtulmak lazım Elif Hocam.

.Güzel… ama nasıl? Şimdi bunları düşün. Bataklık ne? Hastalık. İçine atlayanlar kim? Hastalar. Bu tehlikeye engel olmak için ilk önce neler yapılmalı sence?

.Bu tehlikeye engel olmak için ilk önce bataklığın etrafına çitler çekilmeli Elif Hocam. Çok sayıda korucu görevlendirerek insanların yaklaşmasına mani olunmalı. Ayrıca etrafa hoparlörler yerleştirip oradan tehlike sürekli anons edilmeli. 

.Güzel… Ama bataklık yine de o büyüleyici kokusuyla kendine durmadan çekecek. Anonsla bu tehlikeyi anlayan da olacak anlamayan da. Genelde anlamayanlar, “Bana bir şey olmaz.” diyenler çoğunlukta olacak. Halbuki tehlike büyük, vakit az. Acil olarak işe hemen başlanılması gerekiyor. Sen ne diyorsun Arif?

.O zaman hemen bataklığı yok etme çalışmaları başlamalı Mümtaz Amca. İlk önce insanı kandıran o aldatıcı kabuğu kırarak işe başlamalı. Üzerinde aldatıcı ne varsa hepsi yok edilmeli. 

.Ama bu sefer de etraftan sizi engelleyecek insanlar çıkacak. Bağıracaklar, tehdit edecekler. Çünkü hayırlı çalışmaların muzırları çok olur. Ancak bunda da çok hikmetler var. 

.Nasıl yani? Zarar verenlerin hayrı engellemesinde nasıl hikmet olabilir? 

.Yaradan, bazen hayırlı işlerin önüne bazı engeller koyar ve hayra ulaşmamızı zorlaştırır. Bu bir imtihandır Melek kızım. “Bakalım ne yapacağız?”ın ölçümü. Ayrıca bizler aciz ve zaafları çok olan varlıklarız. Ayrıca nefsimiz de kötülüğe meyilli. Böyle durumlarda bizi ayakta tutacak ve ona sığınacağımız bir güç, kudret ararız. Bu güç, kudret, ancak Kadir olandadır. İşte bu noktada gücü ve sığınmayı O’ndan başkasında arayanlar imtihanı kaybeder. Doğru adresi bulanlar ise kazanır. Ayrıca sebat, sabır ve metanetle engeller aşıldığında mükafat verilir. Onun için engelleyecekler çok da olsa, tehdit de gelse kulaklar tıkanacak ve işe devam edilecek. 

.Ayrıca su yatağındaki çamurun hortum pompalarıyla boşaltılması da sağlanmalı. Değil mi Mümtaz Amca? Zaten çamur gidince içindeki kötü, çirkin ne varsa hepsi yok olur. Ve sonra yağmur yağdığında, kanala temiz su akıtıldığında bataklık güzel bir gölcüğe döner.

.Evet…. Gençler. Bu sebepten önce hastalık gelir. Kaynak tespit edilip hastalığı yapan mikrop ortadan kaldırılmazsa hastalara durmadan yeni hastalar katılır. Bu hasta, hastalık, bataklık örneğini insanî ilişkilere, ahlaka, imana uygulayın. O zaman her aklı başında olanı nasıl görevlerin beklediğini anlarsınız. Ama şimdi acil olan görev, servise yardım etmek. 

Maide Hanım bunları söyleyerek elleri dolu olan Nur Hanım’a ve Menekşe’ye dikkatleri çekiyor. Bu dikkati çekme aramızdaki resmiyetin ortadan kalktığını gösteren içten bir davranış. Ben, Arif ve Melek; hepimiz içtenlikle bu davete uyuyoruz. 

Hamza Bey’in günü güzel geçirmeye verdiği örnek, deniz manzarasına karşı kahve içmekti. Şu anda benim de karşımda bir muhabbet denizi var ve ruhum bu manzaranın gözlerinden huzuru içiyor.  

Denizin anlamını kitaplardan değil,
İlhamınla yazdım
Gönlüme.
Kalemim dalgaları çizdi,
Satırlarda rahmet kokusu.

Allah’ım!
Bu sularda batsın,
Bir akşam güneşi gibi
Ömrüm.

***


1. (Ey) Yunus! Cahillerden olma, (gönül) ehlinden uzak olma.
Cahilliğinden kurtulamadıktan sonra cahil kimsenin mümin olmasının anlamı yoktur.
2. Kalbinde aşk olmayana öğüt vermeye kalkışma, o öğüdünden bir şey almaz.
(Ne kadar nasihat edersen et, eğer muhatabın âşık değilse, istekli değilse, sözün kâr etmez.)
Aşkı bilmeyen biri, hayvan gibidir. Hayvan nasıl öğütten ders almazsa o da almaz.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply