Sokak – Bölüm 1

2

Bahçenin Yeni Sakini

Sokağın yüzü gülmüş. 

Her yürüyüşe çıktığımda geçemeden edemediğim kendi halinde sessiz bir yer. Kısa, dar, kuytu. En aşağı yarım asırlık ağaçların gölgesi altında ruhumu bulduğum bir köşe. Sağ tarafımda iki yüz metreye yakın uzunlukta asırlık bir duvar, sokağı baştan başa sarıyor. Yer yer sıvalar dökülmüş ve altından çıkmış, geçmişe götüren taşlar. Sokağın karşı tarafında iki apartman var. İkisi de bahçe içinde eski; ama kaliteli yapılar. Onlar olmasa, sokağın bütün çekiciliğine rağmen buradan rahat geçemezdim. Hele bahçeye girip biraz dinlenmeğe asla cesaret edemezdim. Maalesef ıssızlığı çirkinliğe, vahşete çeviren bir ahlakın pençeleri toplumu gittikçe sarmakta.

Duvarların ardında kocaman bir bahçe. İçinde iki katlı tarihî bir ev. Etrafında çiçekler ve aralarında yabani otlar, birbiriyle sarmaş dolaş. Bakımsızlığın sıradanlığında içimi kıpırdatan bir yaşanmışlık var burada. Sık sık sessizliğine uğrar, çocukluk günlerime bir mola verir, onda dinlenmeye çalışırım. Mutlu mu geçti o günler, dinlenecek kadar? Hayır! Ama benim dinlendiğim, geçmiş değil. Elimizden kayan doğallığımız, saf duygularımız ve buranın ruhunda hissettiğim asalet.

Evde beni bekleyen bir iş yoksa her zaman açık olan demir kapıdan girer, bir kenarda duvara dayanır, her şeye rağmen ayakta kalabilen bu asaleti doya doya seyrederim. Kendimi kendimden eldiven gibi çıkarır, bir kenara kor, o masum ellerimle zamana dokunur, hayatı okşarım.

Evin önünde demir kapıya kadar uzanan renkli taşlarla döşenmiş bir yol. İki tarafında kırık dökük, sırları yosun tutmuş saksılar hatıraları buyur eder. Kimi boş, kiminin içinde sardunyalar, karagözler, güller ve fıskiye gibi fışkırmış kurdele çiçekleri…  Her yer ev gibi yıpranmış. Fakat onlara baktığımda nedense içim titrer. Ve ben bu harap manzaraya rağmen dal uçlarında filizler, göz pınarlarımda yaşlar patlamak üzere hayallere dalarım. 

Bütün bu güzellikler -ne yazık ki- arada sırada uğrayan tembel bir bakıcının elinde hayatta kalmaya çalışıyor. Aynı sorumsuz vicdanların eline bakan çocuklar gibi. Bahçeyi ayakta tutan sadece göğün ve toprağın sadakati. Beni buraya çeken de özellikle bu sadakat. Doğadaki ve fıtrattaki sadakat. Etrafı seyre dalarken, yanlış yaşamların içinde büyüyen nice çocuğun, her şeye rağmen fıtratlarındaki sadakatle yetişebileceğini ve gün gelip bu ülkeyi ayağa kaldırabileceğini düşünürüm.

Evet, sokağın yüzü gülmüş. Vakit hayli geç, duvara dayanıp dinlenecek zaman değil; ama yine de buradan geçemeden edemedim. Bahçedeki elektrik lambaları yanmış. Kapının iki yanındaki fanuslar parlıyor. Biri kırık olan bu fanusları belli ki biri değiştirmiş. Bunlar o sorumsuz bakıcının işi olamaz. Nasılsa yarın yürüyüşe çıktığımda uğrar, olanı biteni anlarım.

Sabah oldu; hava açık, mis gibi kokuyor. Kâinatın nizamı muntazam; tıkır tıkır işlemekte. Saatin durma ihtimali yok. Çünkü ebedî olandan alıyor enerjisini. Aklım bahçenin yeni bekçisinde; günlük yapılacakları çabucak bitiriveriyorum.

Hayret bahçe kapısı kapalı. 

 .Kimse yok mu? Sesimi duyuyor musunuz? 

Birkaç kez tekrarlıyorum. Neden sonra:

.Geliyorum. Bekleyiniz.

Nazik bir ses ve o kadar da tok. Evet, buraya bakan adam değil.

.Kusura bakmayınız. Kapıyı kapattım; çünkü ulu orta açık kalması, bana sahipsiz kalmışlık hissini veriyor. 

Herhalde seksenini çoktan geçmiş olmalı. Dik ve vakur bir duruş. Saçları bembeyaz. Çehresinde gün görmüşlüğün, çok farklı bir dünyanın izleri var. Göz uçlarında derin çizgiler… Belli ki gözleriyle gülenlerden. Böyle gülüşlere bayılırım. Sakin ve sadece anlam doludurlar. Kalıbı ince, içi dopdolu şeyler gibi. 

Kapıyı açarak buyur ediyor. Elimi kolumu sallaya sallaya girmeye alıştığım bir yere buyur edilmek çok garip. Her şeyiyle yeni bir bekçi olmadığı belli. Tavrındaki özgüven ilk bakışta dikkati çekiyor. Soru sormaktan çekiniyorum. Sadece:

.Burası uğramadan edemediğim dinlenme köşem. Kapı da her zaman açık olduğundan -kusura bakmayın- onun için merak ettim, diyebiliyorum. 

Bir şey demiyor, sadece gülümseyerek bakıyor. Evet, gözleriyle gülümsüyor. O anda insanı derinden tartan arifane bir süzgeçten geçtiğimi hissediyorum. Bu şekilde konuşmadan karşısında dikilmek hayli tuhaf. O anda evin bütün camlarının ve kapısının açık olduğunu fark ediyorum:

.Siz mi oturacaksınız burada? İlk defa pencereleri açık görüyorum da. 

.Evet. Sahibi kuzenim olur. Bekçi olarak tutulan adamın sorumsuzluğunu görmek onu çok üzdü. Maalesef insanlıkla birlikte her şey yavaş yavaş dumura uğramış. Bekçilik demek, emanet edileni korumaktır. Anladık ki burada hiç bekçilik yapılmamış. Bahçelikten çıkmış her yer. Sadece arada sırada sulanmış. Binanın çoğu yerinde hasar var. Maalesef bu bizim hatamız. Ne yapalım ki insana güvenmek, büyüklerimizden kalan miras. Kuzenim istedi burada oturmamızı. İkimizin de çocukluğu burada yatıyor. Masum hayallerin cennetinin harap olmasına göz yumamazdım. Bu bahçenin ve evin anlamı büyük. Hem toprağı işlemeyi çok severim hem buranın sükûnetinde yaşamak hoşumuza gider.

Hoşumuza dediğine göre yalnız değil. Sormak ayıp olur. Zaten bir tanışmaya göre yabancı biriyle yapılacak uzun bir konuşma. Kibarlıktan ileri gelen bu zarurî açıklamaya sebep olduğum için utanıyorum.

.Güle güle oturun. Çok doğru düşünmüşsünüz. Gittikçe betonlaşan şehir yaşamında bu cennet köşeleri o kadar az ki… Müsaadeniz olursa arada sırada uğramak isterim.

.İstediğiniz zaman uğrayınız. Bizi memnun edersiniz. Şunu iyi biliniz ki, sadece cennet köşeleri değil, bu köşelere anlam katan ruhlar da azaldı. Sizden yaşlıyım ve insanları iyi tahlil ederim. Ruhunuzun kıymetini bilin.

Sırtım ürperiyor. Bu adam güngörmüş bir beyefendiden çok öte biri olmalı. Hislerimde pek yanılmam. Kısa da sürse ayaküstü yapılan konuşma içime ferahlık veriyor. Eve dönerken “Kendine muhabbet kaynağı buldun diye mi böylesin?” diye fısıldıyor ruhum. Sohbet olmasa da ara sıra güngörmüş birinin ağzından hikmetler işitmek fena olmaz mı?

Yaşam;
Sorular düşürdüğümüz,
Renk renk boyadığımız kağıt.
Maskeler kesiliyor her gün
Ayrı biçimde.

Hayatın içtenliğinde oysa
Aradığımız sır.
Çeperler kalksa, gülücükler
Döşense gözlerimize.

Gün ışığı azalır mı?
Tükenir mi sıcaklığı dağılsa da
Her yere?
Ne isterim… Toplamak
Bir kucak dolusu ve dağıtmak
Bahçelere.

Bu arifane halin belki benim bahçeme de bir şeyler dağıtacağını ümit ederek sahile doğru yürüyorum. Bahçenin bakımı kadar -hatta daha fazla- bu tanışmanın hayra kapı açabileceğini hissediyorum. Hatta kalıcı bir dostluğun başlangıcı bile olabilir. Ailesi de böyle midir acaba? Gülüyorum içimden. Ancak eskisi gibi sık sık uğrayamamak gerçeği, biraz dokunuyor. 

Ertesi gün kapı önünden hızla geçiyorum. Birkaç gün böyle devam ediyor. Göz ucuyla bakıyor, evdeki değişikleri fark ediyorum. Hayli masrafa girilmiş, belli. Orada, burada adamlar bir yerleri tamir ediyor, boyuyorlar. 

Uğramalara ara vermek için bahane bulmama lüzum kalmadı. Üşütmüşüm. Bu yaşta soğuk algınlığı hayli zor geçiyor. Evdekilerin uyarısıyla da evden çıkamıyorum. 

Hastalığımın üzerinden epeyi zaman geçti. Gayet iyiyim. Aklım yürüyüşte ve sokağımda. Çok şükür, bugün çıkabilirim. Sıkı sıkı giyiniyorum. Bahçeye uğrar mıyım, bilmiyorum; ama sahili turlayacağım. Beyaz kanatlar, hülyaları sulara bırakan uçuşlar… Karabatakların bunca dalıp gitmeleri neyi bulmak için, gibi varlığı izleyerek kendi kendime sorduğum sorular ve sakin adımlarım… Hepsi gözümde tütüyor. Ne kadar zenginim!

Esasında hiç masraf yapmadan, kimseye minnet etmeden güzel geçireceğimiz, verim alacağımız ve huzur duyacağımız o kadar imkân var ki. Bize sunduğunu sandığımız; ama koşullandırdığını sonradan idrak ettiğimiz veya edemediğimiz popüler kültürün oyunlarından ne yazık ki kurtulamıyoruz. Hızlı üretilen sanal dünyalarda hızla tüketilenin esasında ruhumuz olduğunu fark edemiyoruz. Susuzuz. Oysa susuzluğun serabı, çöldeki yolcuya nice latif manalar yaşatır. Yaşanan her şey, aslında sedefinden görünmeyen bir âlemin incilerini tek tek gözlere sunuyor da kaçımız görebiliyor?

Şanslıyım. Yuvamda ruhumu dinlendirecek konuşmalar hiç az değil; ama bu günlerde yetmiyor. Çok farklı bir tadın peşindeyim. “Nasıl bu tat? Tarif et.” denilse edemem. Ancak tattığımda işte budur diyebileceğim. 

Arkadaş konuşmaları gitgide benden uzaklaşıyor. Bu, geçkin yaşımın bir kaprisi mi? Bunun ayırdına henüz varamadım. Ama şundan kesinlikle eminim ki, bir gayem olmazsa ve onu gerçekleştirmek için çaba gösteremezsem kendimi eksik hissederim. Çevrem bir gaye edinmekten çok, başkasının üzerinde bırakacağı izlenimle meşgul. Yansıtılan görüntü çok önemli. Toplumun duvarına bir fotoğraf asmışlar. İçindeki imaj: Giyim tarzı, saç, marka, kariyer, binilen araba, bırakılan etki. 

Bahçe kapısının tam önündeyim. Evin yüzü değişmeye başlamış. Eski harap görüntü zarif, görgülü bir hale bürünmüş. Çirkin ördek yavrusu galiba kuğuya dönüşüyor. Bahçede işler bitmemiş; iki adam harıl harıl toprakla meşgul. Görülebilirim kaygısıyla yine hızla geçiyorum. 

Hayret, sahil kalabalık değil. Manzara inanılmaz… Her şeyden uzak böyle güzelliğin içinde ruhu özgür bırakmak iyi geliyor. 

Rengarenk nakışlanmış, gün ışığında sahil.
Giden saatler ile uçuveriyor zaman.
Bir başka safir mavi, bir başka zümrüt yeşil.
İlahî güzelliği görebilsen, yaşasan!

Ah, aymazlık! Ne acı seninle hemhal olmak.
Ne sen buralısın ne burası sana göre.
Hangi ruh biganedir? Etrafına şöyle bak.
Harcanan, tek zaman mı? Uyan artık gerçeğe.

Sadece bedenî rahatsızlıklar değildir, bizi sarsan. İç dünyamızdan çok daha fazla etkileniyoruz. Birbirine zıt duyguların istilasına uğradığımızda içimizde bunların rüzgârı öyle bir esiyor ki, ayaklarımız sağlam basmıyorsa bedenimiz savruluyor. İşte o zaman rota değişiyor, doğru adresi bulamıyoruz. Halbuki sadeliğin rengi, sevmenin tadı, güvenin huzuru adım adım bizi insanlığımıza götürse bu savrulmalarımız azalacak. 

Bulutlara bakarak denizin havasını içime çekiyorum. Varlığın bu yüzü, ruhumun ilacı. Yaradılışın özünde sevgi olmasaydı birbirinden farklı bunca varlıktaki ahenk nasıl olurdu? Güven olmasa kim bilir kaç ton suyu taşıyan bulutların altında rahat olabilir miydim? 

Mısraa dizebilsem güzelliğini günün
Gözlerimde ışıldar inci, akik bir kolye.
Ey bulutlar, kuşlar birlikte ahenkle dönün;
Öyle bir sır serpin ki, can uyansın idrake.

Heykeltıraş önce temayı tasarlar sonra onu taşla, mermerle meydana çıkarır. Varlığın bu görüntüsü karşısında idraki olan da kendine sunulanı, hayallerini, hissettiklerini görünür hale getirebilmek için yaradılış dilini kullanabilmeli. Kediler, onlara mama veren hayvan severler, çimlerdeki zümrüt yeşili… Hepsi yapmacıksız, riyadan uzak kendi dillerini kullanıyorlar.

Menzile yaklaştıkça düşünceler daha mı ulaşılmaz, hayaller daha mı garip oluyor? Bu âlemden kayıp gidiyoruz işte. Ne olurdu şunları görseydim, şunları yaşasaydım diyeceğim hiçbir şeyim yok. Bir daha geriye gelmeyecek günlere asla üzülmüyorum. Yaşanacak ne varsa hepsi yaptıklarımıza, yapımıza uygun programlanmış. Ancak insanın -kendini çok yukarılarda görse de- yerlerde sürünen hâline dayanamıyorum. Tecrübenin geniş perspektifi çok şeyler gösterebiliyor. İdrakin parmakları nice hakikatlere işaret edebiliyor. Yaz-bozda ustalaştıkça daha kapsamlı, daha zor şekillere talip olabiliyoruz. Gencin hayallerindeki güç, elini taşın altına koymaya gelince azalıyor. Ama benim yaşımda riske düşersem tedirginliği nerdeyse önümdeki kısalan yol gibi. Daralan zamanı değerlendirme hevesi ise daha bir yoğun. 

Gördüğünü bilerek seyredende görülenin izi, hem derin kalıyor hem seyirden nice güzellik üretilebiliyor. Dünyaya, insanlığa karşı takındığımız tavır da buna benzemiyor mu? Kimi neşeyi, acıyı ruhuyla yaşayıp etrafına katkıda bulunmaya çalışırken, kimi sadece yüzeysel bakarak katkısız göçüp gidiyor.

.Affedersiniz…

O ses. Nazik ve o kadar da tok. Başımı çeviriyorum. Karşımda aynı gülümseyiş. 

.Siz de mi yürüyüşe çıktınız? 

.Evet. Çok severim bu sahili, semtin en güzel yerini. Çok da özlemişim. 

Neden özlediğimi merak ediyor. Sebebini anlatıyorum. Bahçenin önünden geçerken evde gördüklerimden söz etmiyorum; ama neler olduğunu soruyorum.

.Bayağı uğraştırıyor. Çünkü çok ihmal etmişiz. Ne yapalım, sabretmek gerekiyor. Ama yavaş yavaş eski hâli ortaya çıkmaya başladı. Beden buralı; ama ruh çoktan evin koridorlarında hatıralarla koşmaya başladı. Zevcemle iyi ki gelmişiz diyoruz. 

Bir an duraklıyor. Kelimelerin adımlardan çok fazla iz bırakabileceğini bilen bir ferasetle konuşuyor:

.Zannediyorum, rahatsızlık vermekten çekiniyorsunuz. Sizden istirhamım lütfen böyle düşünmeyesiniz. Sizden zevceme bahsettim. Sadece sizin değil, bizim de bizden alınan anlamlı her şeye ihtiyacımız var. Ailenizle de bekleriz. Varlığa muhabbeti olanla, zamana ve mekâna ruhunu katanla sohbet daima güzeldir.  

Teşekkür ederek yanından ayrılıyorum. Hiç tahmin etmediğim bu karşılaşmanın tesadüf olmadığı çok açık. Sahilden gelen yosun kokusuna sıcak, anlamlı sohbetlerin esintisi karışıyor. Bu yaşın en güzel lezzeti, ruhun bedenden daha genç olma gerçeği değil mi? 

.Yemek enfes olmuş. Galiba günün güzel geçmiş. Neler yaptın?

Haklı. Aynı eller, aynı mutfak, aynı malzeme. Ama iç âlemim? Kimse göremiyor, kimse işitemiyor, dokunamıyor. Yapılanda ne kadar payı var oysa. Sadece bir yemek… Fakat içimi okutabiliyor. Sofrada evin, bahçenin durumundan ve özlediğim sahilden ve bahçenin yeni sakininden bahsediyorum.                                               

Hani avuçlarına simden tüyler konar da
Onları tutar gibi, sımsıkı parmaklarım.
Nasıl bir duygudur bu? Gövdem, dallarım fora!
Her anımı kucaklar yeşeren yapraklarım.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

    • Sayın Melek
      Gözler aynaya bakar, çoğalırız.
      Bakan olmazsa ayna tenha, ıssız.
      Sizler baktıkça yazıyor bu kalem.
      Takılır kalır, sizler olmazsanız.

      Değerlendirmeniz beni aşıyor. Teşekkürlerimle…
      Elif Kaya

Reply To Elif Kaya Cancel Reply