Sistem ve Unutma – Bölüm 3

1

Suddhodana, Şakya (Shakya) kabilesinin kralıydı. Yeni doğan bebeğini, kendi tahtına varis olarak görüyordu. Sidarta (Siddhartha) doğduktan kısa bir süre sonra babası, bu bebeği, o zaman geçerli olan âdetlere göre bir rişiye (rishi); bilge Asita’ya götürdü. Asita, bebeğin yıldız haritasına baktıktan sonra, onun muhteşem bir geleceğe sahip olduğunu gördü. Sidarta, yetişkin biri olduğunda yapacağı seçime göre, ya büyük bir kral/lider/fatih/savaşçı ya da aydınlığa ermiş, hakikate ulaşmış manevî bir kılavuz, ruhsal bir rehber olacaktı. Dünyevî tabiatı ağır basan Suddhodana, bundan çok rahatsız oldu. Oğlunun dünyaya değer vermeyen, manevî bir yaşayışı seçmiş biri olmasını istemiyordu. Dünya çapında bir bilge ve yol gösterici olacak olsa bile… Kendisinin ölümünden sonra tahtına Siddhartha geçmeliydi.

Bu endişeler, onu uzun vadeli bir plana sevk etti. Oğluna öyle bir yaşam sunacaktı ki, dünyevî meseleler dışında Sidarta’nın aklına başka hiç birşey gelmeyecek; çünkü böyle bir ihtiyaç duymayacaktı. Suddhodana, saray ve çevresini öyle bir dizayn etti ki, oraya bir yeryüzü cenneti dense sezaydı. Hatta çok seneler sonra, otobiyografik konuşmalarının birinde Sidarta (O zaman kendisine başka bir lakapla hitap edilecekti), babasının kendisi (Sidarta) için; sıcaktan, soğuktan, yağmurdan rahatsız olmasına mani olacak, her mevsime ayrı, müthiş güzellikte evler hazırladığından bahsetmişti. Beş duyusunu okşayacak her türlü güzellik tarafından çepeçevre sarılacaktı. Rengârenk, lüks ve şatafat içinde, yalancı birer cennet…

İşte Sidarta bu yalancı cennet içinde büyüdü. Çağının her türlü pratik, dünyevî ve önde gelen bilgileriyle yetişmesi için üzerine titriyordu babası. Suddhodana’nın asil oğlu, büyük ve görkemli bir fatih olacaktı.

Tabii “kul plan yapar, kader gülermiş.”

Hani bir zaman da o kafirler, seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri ya da sürüp çıkarmaları için, sana tuzak/plan kuruyorlardı; onlar tuzak kurarlarken Allah da karşılığını kuruyordu. Öyle ya Allah tuzakların hayırlısını kurar.

Enfal / 30

Ayet-i kerimede “li yusbitûke”; yani “bir yerde sabit tutmak/oraya bağlamak” deniyor. Tıpkı bir babanın, oğlunu bilincinden mahrum ederek, onu sahte bir cennette, -popüler kültürde bir alıntı yapacak olursak- bir Matrix’te yaşamaya mahkum etmesi gibi… Hz. Yusuf da (as) kardeşleri tarafından bir kuyuya; ve ona aşık olan bir kadın ve kocası tarafından da zindana atılmamış mıydı? Biçimler farklı da olsa, özleri itibariye her ikisi de, göklere ait ve dev kanatlı iki muhteşem ruhu, daracık bir kafese tıkmak manasına gelmiyor mu? Sidarta’da olduğu gibi, altın da olsa, elmas da olsa, kafes kafestir. Bakalım, günümüzün uyuşturulmuş kartalları bir gün kanatlara sahip olduklarının farkına varabilecekler mi?

Derin Uyku

Bu satırların yazarı da, yaklaşık 20 sene önce benzeri bir uykudan uyandırılmaya çalışılan gafil bir kuş gibiydi. Boş bir Taşdelen şişesinin içinde misafir edilmiş, ama şişenin içine atılan renkli kağıt ve çiçek parçalarının albenisine kandığından dolayı, oradan çıkmak istemeyen küçük bir hint bülbülü… Uyandım mı yoksa uykunun daha derin bir safhasını ifade eden; rüyasında, gördüğü rüyayı bir başkasına “şöyle şöyle bir rüya gördüm.” diye anlatan biri miyim bilemiyorum. Daha derin bir uykuda olsam gerek… Yoksa, içimde hissettiğim bu darlık, göklerde serazad kanat çırpan bir ruhun hali olamaz…

Gönlüm uçmak dilerken semavî ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere…

Necip Fazıl / Çile / 1982

Hapiste Bir De Pranga Takılıyor

Rivayetlere göre, Sidarta 16 yaşındayken, kuzeni Yaşodara (Yashodhara) ile evlendirildi. Bizim tabirimizle, “Dünya evine girdi”. Yalancı cennet misali evler/saraylar bir tarafa, ayrı bir ev olan evlilik ile bu tutsaklığın perçinlenmesi murad edildi babası tarafından… Elbette evlilik, çok önemli bir kurumdur. Kendi için tayin edilmiş yerin sınırlarını aşmadığı takdirde, insan ruhunun özgürleşmesine bile vesile olabilir. Böyle bir yuvada geçirilen zaman dilimleri, -sanal değil- gerçek bir cennet hayatının fragmanları haline gelir. Ama tabii ki, oğlunu çok sevse de, cahil ve hikmet yoksunu Suddhodana’nın niyeti bunun tam aksiydi: “Li yusbitûke” 

Sidarta mutlu bir yuva kurdu ve aradan yıllar geçti. Fakat içinde gittikçe büyüyen bir ateş vardı. Dar geliyordu dünya… Sıkılıyordu… Tatminsizdi… Öyle ki, bir oğlu olduğu haberi kendisine ulaştığında, “Bir pranga vuruldu. Adı Rahula olsun” dedi. Çünkü Rahula “pranga” manasına geliyordu.

İki Küçük Anektod

Bu hikayeden yaklaşık 2500 sene sonra, adını tarihin sayfalarına yazdıracak bir başka şahsiyetin, Sidarta’nınkine benzer, fakat farklı bir yönde ilerleyen yaşamından iki kareye bakalım:

1) Yukarıdaki satırlarda, “Sidarta (Siddhartha) doğduktan kısa bir süre sonra babası, bu bebeği, o zaman geçerli olan âdetlere göre bir rişiye (rishi); bilge Asita’ya götürdü. Asita, bebeğin yıldız haritasına baktıktan sonra, onun muhteşem bir geleceğe sahip olduğunu gördü. Sidarta, yetişkin biri olduğunda yapacağı seçime göre, ya büyük bir kral/lider/fatih/savaşçı ya da aydınlığa ermiş, hakikate ulaşmış manevî bir kılavuz, ruhsal bir rehber olacaktı.” ifadelerini kullanmıştık.

Babası, oğlunun istikbalini merak eder ve bilge Asita, oğlanın iki yol arasında bir seçim yapmak durumunda kalacağını ve seçimin sonucu ne olacak olursa olsun, Sidarta’nın izleyeceği yolun, muhteşem bir zirveye varacağını söyler.

Şimdi de, Atatürk ile ilgili şu hatıraya bakalım. Buradaki bilge Eşref Ede isminde, sırlı bir velidir:

I. Cihân Harbi sırasında bir gün Eyüp’de Şeyh Murad Buhârî Dergâhı’ndaki bir sohbette, İlm-i Nücûm’daki bilgisinin enginliğini bilenler, Çanakkale Harbi esnâsında şöhreti artmış olan Mustafa Kemâl’in zâyiçesini (horoskop’unu) çıkarıp âtîsini istihrâc etmesi için Eşref Efendi’ye destûr vermesini Seyyid Abdülkâdir Belhî’den istirhâm etmişler. O da destûr verince, Eşref Efendi, hemen oracıkta, birkaç saat süren hesaplar sonunda şu neticeye varmış:

‘Eğer bu zât gönlünü mânâ âlemine çevirirse: Velî; eğer dünyâya çevirirse: Pâdişâh makamına sâhib olacaktır.’

Ahmed Yüksel Özemre / Üsküdar’ın Üç Sırlısı / s.27

2) Latife Hanım, yapı olarak dominant bir karaktere sahip, modern bir kadındır. Hafif mütehakkim tavrını, Atatürk ile evliliğinde sürdürür. Mustafa Kemal’in kendisiyle ev içinde daha çok vakit geçirmesini ister. İşinden arta kalan tüm zamanı beraber geçirmelidirler. Fakat Mustafa Kemal’in görevleri, sorumlulukları, ondan beklenenler, onun sadece evinin erkeği olmasına müsaade etmez. Çift arasında huzursuzluklar baş göstermeye başlar. Latife Hanım’ın sevdiği bir aile dostu vardır. Daha sonra İzbudak soyadını alacak olan Veli Çelebi. Veli Çelebi’ye derdini döker. Latife Hanım şikâyetlerini anlatırken, Çelebi sükûnetle dinler, sonunda cevabı kısa, fakat ifadeli olur:

Kızım sen bir kocayla değil, bir kaplanla evlendin. Kaplana gem vurulmaz!
.

İki tarihî şahsiyet, iki benzer kare…

Kaçış

Bir rivayete göre, Sidarta babasının niyetlerini sezmeye başlıyor ve arabacısını çağırıp dışarı çıkmak, dünyayı görmek istediğini söylüyor ve bir bahane ile bunu başarıyor; başka bir rivayette ise, bu çıkışı bir eğlence esnasında -kazaren- gerçekleşiyor. Burada biz ilk rivayeti tercih ediyoruz.

Arabacı itiraz ediyor Sidarta’ya. Saray tarafından kendisine verilen direktifler oldukça net ve kesindir. Genç Prens tüm sorumluluğu üzerine aldığını söyleyerek, rahatlatıyor arabacıyı ve beraber sahte cennetin dışına; yani dış dünyaya çıkıyorlar.

O güne kadar ki bütün dünyası, daracık penceresiz bir hücrede bir hapis hayatıydı. Ama o ve onu takip eden birkaç gün içinde, dört duvarının her birinde oluşacak birer çatlak ile dört ışık hüzmesi sızacaktı o kapkaranlık odacığa… Dört farklı yönden ulaşan aynı ışık, kaynağın tek olduğunu işaret ediyordu. Cihetsiz bu kaynağı bulmak için, kendine verili bütün bir dünyayı;

bütün bir -sanal- cenneti;

tüm sevdiklerini.. babasını, eşini ve sevgili oğlu Rahulasını terkedecekti… İçini kavuran bir ızdırap ve gözünden süzülen yaşlarla… Ama artık ışığın cazibesine tutulmuştu. Onu hiçbir “pranga”, hiçbir kelepçe, hiçbir duvar tutamazdı…

Visal

Beni zaman kuşatmış, mekan kelepçelemiş; 
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş…
Perde perde veralar, ışık başka, nur başka; 
Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci; 
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci? 
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi? 
Fezada dipsiz sükut, duyulmazın sesi mi? 
Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen! 
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen! 
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş! 
Azap var mı alemde fikir çilesine eş? 
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor? 
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor! 
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum; 
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum! 
Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli? 
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli? 
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır; 
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül! 
Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül! 
O visal, can sendeyken canını etmek feda; 
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!

Necip Fazıl / Çile

(Devam edecek)

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Burada bir mistik bir hava olduğu için aynı şekilde bakılmalı hikayeye. Sidharta yı bir güneş gibi görmeli benzemesi de Adem As gibi. Babasının ona hazırladığı saray sanki cennetteki Adem as tasviri dışarı çıkması ” bir süre zahmetli bir yaşam” mealen ayeti ile düşünülmeli. Zen budizmin de çok dersler vardır.

Leave A Reply