Silinenler

3

Bu sitenin, düşünce hazinelerinin kilitlerini çözmek gibi bir misyona sahip olduğuna inanıyorum. Sutu Boğda’nın kendisi de çözülmeyi bekleyen kilitlerden biri; belki de çözüldüğü takdirde birçok hazinenin anahtarı olacak bir kavram. Bu konu üzerine çok değerli yazılar yazıldı:

“Sutu Boğda’nın Anlamı Üzerine”
“Silinen Kayıtlar ve Unutma Üzerine”
“Sutu Boğda Şafağının İlk Dakikaları Üzerine – Bölüm 1”

Devamı da gelecektir diye tahmin ediyorum.

Sutu Boğda kavramını anlamak için en önemli ipuçlarını barındıran pasajı tekrar hatırlayalım.

.Nedir Sutu Boğda?

İlhami Abi cevap verdi:

.Yaşanan ama kayıttan silinen çağlar bilgileri… Hiç yaşamamışlar gibi (Hud/68). Şöyle düşün: Bir film çekiliyor, oynuyor, seyredenler seyrediyor ve filmin bütün kayıtları siliniyor. Çağlar geçiyor, unutuluyor. Sadece filmde oynayanlar kalıyor, yaşıyor…

‘Ben de ordaydım.’

Filmin bütün kayıtlarının silinmesi ve hiç yaşamamışlar gibi olma durumunu anlamak çok kolay değil. Zihinlerimiz üç boyutlu mekâna ve zamana bağlı olduğu ve zamanı sürekli aynı yöne akan bir nehir olarak düşündüğümüzden kayıttan silinmeyi tam olarak anlamamız kolay değil. Bu kavrama yakın başka bir silinme durumundan başlayalım o zaman.

“Bir zamanlar yaşayıp silinenler”

Steve Brusatte’nin “Dinozorların Yükselişi ve Çöküşü” (The Rise and Fall of the Dinosaurs) adlı kitabının son bölümünden Emrah Çoraman’ın çevirisiyle:

Bundan 66 milyon yıl önce; ABD’de, Dakota civarlarında bir tepede oturmuş aşağı düzlükte gezinen dinozorları izliyoruz. Birkaç haftadan beri gökyüzünde minik bir güneş gibi parıldayan cisim bugün baya büyümüş. T-rex sürüsünün alfası da bu cismin farkında ve bir gözü hep onda.

Sabah 10 civarı, cisim çok kuvvetli bir flaş gibi çakıyor. Ses yok; sadece çok kuvvetli, kısa süreli bir parlama. O kadar kuvvetli ki dinozorların birçoğu gözlerini netlemekte zorlanıyor. Huzursuzlanıp hırlamaya başlıyorlar. Alpha T-rex sürüyü ormana doğru yönlendiriyor.

Kafasını çevirip parlamanın olduğu yöne baktığında bir flaş daha çakıyor; bu daha da kuvvetli. Yine ses yok, sadece ışık. Bu seferki o kadar parlak ki sürüdeki dinozorların birçoğunun retinası yanıyor! Yavrular panik halde sağa sola koşuyor. İki flaş arasında geçen süre çok az.

Hayvanlar daha ne olduğunu anlayamamışken yer uğultuyla sallanmaya başlıyor. 10 şiddetinde bir deprem başlıyor! Yer dalgalı bir deniz gibi kabarıp iniyor. Öyle kısa bir deprem de değil. Tonlarca ağırlığındaki dinozorlar yerden havalanıyor; oradan oraya yaprak gibi uçuşuyorlar.

Birçok dinozor, timsaha benzer sürüngen depremin etkisiyle ölüyor. Kocaman cüsseli bu hayvanlar yerden yere çalınırken kafaları, boyunları kırılıyor. Bir kısmı yaralı da olsa kurtuluyor. Ortalık birbirine girmiş durumda. Gücünü toplayanlar tepeye doğru çıkmaya çalışıyor.

Ağaçların arasından çıkanlar, flaşların patladığı yönde gökyüzünün renginin değiştiğini fark ediyor. Mavi önce turuncuya sonra kırmızıya dönüyor. Kırmızı farklı tonlar alıp, koyulaşıp parlaklaşarak üzerlerine doğru gelmeye başlıyor. Arabanın uzun farları gibi büyüyerek geliyor.

Etraf tamamen kızıla büründüğünde bir yağmur başlıyor. Ama gökten yağan su değil cam parçaları ve taşlar! Taşlar ve camlar o kadar sıcak ki zırhlı dinozorların derilerini bile kolaylıkla yakarak geçiyor. Depremden sağ çıkan birçok hayvan bu cam yağmurunda ölüyor.

Depremden önce havalanan Pterosaurların (uçan sürüngenler) kanatları yağan camlardan delik deşik olup düşüyor. Hava o kadar ısınıyor ki ağaç, çalı çırpı ne varsa ateş almış. Pterosaurlar bu ateşe düşüp kavruluyor. Mağaraya; suyun, toprağın altına saklanamayan kimsenin şansı yok!

Bütün bu yaşananlar neredeyse 15 dakika gibi kısa bir süre içerisinde oluyor. Cam yağmurundan yaklaşık bir saat sonra ortalık biraz duruluyor. Hayatta kalan nadir birkaç hayvan kafalarını saklandıkları yerden çıkarıyor. Havanın kızıllığı yerini bu sefer karanlığa bırakıyor.

İlk flaştan yaklaşık 2 saat sonra rüzgâr başlıyor; şiddeti giderek artarak fırtınaya dönüyor. Çok geçmeden kulakları sağır edecek bir ses geliyor! İşte bu ses, ilk çakan flaşın sesi. Hemen arkasından da ikinci flaşın sesi. Hiç duyulmamış yükseklikte bir ses!

Dinozorların yeryüzünden nasıl silindiklerine dair yazılanlar “sanki dün yaşanmış” gibi. Halbuki Hud suresinde geçen Semud kavmi ve benzer sona duçar olan kavimlerin de zihnimizde bu veya benzeri bir sonla karşılaştıklarını düşünüyoruz. Bu daha çok “bir zamanlar yaşanmış ama unutulmuşlar” kavramı ile ifade edilebilir; hatta geriye bize kendilerini hatırlatacak ipuçları (kocaman kemikler) bırakmışlar.

Bundan 4 – 5 asır öncesine gidip dinozorları anlatmaya çalışsak muhtemelen farklı kültürlerde anlattıklarımıza benzer mitolojik yaratıklardan bahsettiğimizi zannederlerdi. Zira 1800lerin sonlarına kadar bulunan dinozor kemikleri kimi kültürde ejderha, kimi kültürde ise devlere ait olduğu ileri sürülmüş, asıl hikâye ortaya çıkmamıştı. Tekniğin gelişmesi ve bilimsel ilerlemelerin neticesinde 19. yüzyılda bulunan kemikler üzerinde yapılan çalışmalar farklı türlerin tespit edilmesini sağladı. Önce kemikler bulundu. Ardından Paleo-art ile bu tarih öncesi dönemler bilimsel bulgulara uygun şekilde göze görünür hale geldi. Kâğıt üzerinde bile olsa bir hayat bulmaya başladı. Daha sonraki gelişmeler ve özellikle 1990 yılında yazılan roman ve 1993’te çekilen “Jurassic Park” filmi ile dinozorlar 66 milyon yıl sonra insanlığın ortak zihnine girmeyi başarmıştı. Bunun bir sonraki adımı ise bu kemiklerdeki DNA’lar kullanılarak bu canlıların tekrar canlandırılıp kanlı canlı (aynı filmde olduğu gibi) aramızda yer alması; bu konuda yapılan çalışmalar zaman zaman gündeme gelmekte.

Bu meseleyi bu kadar uzun anlatmamın nedeni herhangi bir sebeple silinen bir tarihin tekrar nasıl canlandığına şahit olmamız. Tabi dediğim gibi bu tam olarak “Sutu Boğda” kavramı için kullanılan “hiç yaşanmamış gibi” ifadesini karşılamıyor. Buraya kadar hep mekândan silinme üzerine verdiğimiz bir örnek üzerinden ilerledik. Geçici olarak mekândan silinen ama zamandan silinmeyen bir tarih.

“Hiç yaşamamışlar gibi”

Zamanın kritik bir anında gerçekleşen beklenmedik bir olayın tarihin seyrini değiştirmesi durumu. Literatürde “alternatif tarih/gerçeklik” olarak ele alınan bu paralel zaman çizgileri bize farklı olasılıklarla içinde yaşadığımız zamanın değişik yollar izleyebileceğini sorgulatır.

Sanırım belleklerde en çok yer eden örneklerden biri şudur: “İkinci dünya savaşını Naziler kazansaydı tarih nasıl bir seyir izlerdi?”

Phillip K. Dick’in yazdığı “Yüksek Şatodaki Adam” (The Man in the High Castle) eseri bu olasılığı ele alıp bize bambaşka bir zaman çizgisinde yolculuğa çıkarır. (Aynı temadaki alternatif tarih anlatımı Wolfenstein isimli oyunda ve paralel evren kavramı ile Fringe dizisinde karşımıza çıkıyor.)

"Yüksek Şatodaki Adam" hikayesi yakın zamanda TV dizisi olarak yayınlandı

“Yüksek Şatodaki Adam” hikayesi yakın zamanda TV dizisi olarak yayınlandı

"Fringe" dizisinde zeplinlerin hala kullanıldığı bir paralel evren hayal edilmiş

“Fringe” dizisinde zeplinlerin hala kullanıldığı bir paralel evren hayal edilmiş

Nazilerin savaşı kazandığı tarih seyri şu anda bizim için “hiç yaşanmamış gibi. Böyle bir dönem yaşandıktan sonra mı bu hale geldi, yani bir müdahale ile tarihin seyri değişti ve şu anda bizim hatırladığımız gerçeklik haline geldi, yoksa “doğal” akışı zaten bizim hatırladığımız hali miydi?

Dünya tarihinde belki buna benzer birçok kritik nokta sayabiliriz. Savaşlar, buluşlar veya coğrafi keşifler gibi sonuçları bizim bulunduğumuz noktadan tek bir çizgide ilerleyip gelmiş gibi görünen gelişmeler bütününü farklı alternatifleri ile düşünmeye kalkarsak zihnin içinden çıkamayacağı karmaşık bir hale geliyor zaman kavramı.

Zaman bir nehre benzetilir. Bir yöne doğru akar. Çoklu evrenler teorisini kabul edersek bu nehir bazı yerlerde çatallaşır, yönü değişir. Peki nehirde geri doğru gidip bu çatallaşmalara müdahale etmek, çatallaşan nehri tekrar tek bir koldan akar hale getirmek mümkün mü?

“Geç kalındı. Bu işe 30 sene önce başlanması gerekiyordu.” sözlerinin muhatabı olanlar için elbette bu üzerine bir hayli düşünmeyi gerektiren bir konu.

Bir sonraki yazıda Zaman Savaşları konsepti ile bu konuya iyi kötü, hayır şer mücadelesinin bir cephesi olarak bakmaya çalışacağız.

ALİ ÜMİT GÖKAY

Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. Oktan Abi’ nin yazmış olduğu Silinen Kayıtlar Çağını anlamak için Oktan Abi’nin duruma ve olaylara yaklaşım tarzını iyi yaşamak gerekir. Bir kitabı anlamak için yazarı hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Paragrafa baktığımızda film oynanıyor denilir ve seyredenler seyrediyor deniliyor. Bu mitolojik okumayı gerektirir. Çünkü seyredenler aslında oyunculardır. Bu aynı bizim şu anda yaşam filminde oynadığımız zaman içinde ayrıca seyir anlamında kayıt tutmamız gibi. bu yazıda her ne kadar silinen kayıtlara vurgu var ise de derununda zamana müdahalenin ve raylara makas atmanın işlenmek istendiği anlaşılmakta. Fakat işin sonundan bakıldığında aslında bir makas atma olayının olmadığı her şeyin olması gerektiği gibi olduğu anlaşılacaktır. Makas atıcılara aslında kendi elleriyle tuzak kurulmuştur. Zamana müdahale çok kolaydır fakat satranç oynamak için oyunun kurallarını bilmek gerekir. Onun için Türkler her zaman savunma ile ve rakiplerinin hamlelerini boşa çıkararak savaşları kazanmışlardır. Osmanlı dahi bir çok savaşını sonradan oluşabilecek ayrık otlarını bertaraf etmek için önlem amacı ile savaşmıştır. Savunma sanatını iyi öğrenmek gerekir. Zaman müdahale dediğimiz şey biraz karmaşık terk bir daireden bakılarak çözülemez. 2 daireyi bilmek gerekir.

  2. Neyseki 5 – 6 sı gitmiştir 30 un inş. 🙂
    Kuranı anlamada çok farklı perspektiften okumaya yarayan çok farklı bir ilim bu anlattığınız ve bu sitede anlatılan şeyler bence. Allahı tanımada derin ufuklar katacağına inanıyorum. Yoksa şahsım adıma bizim elimizden başka ne gelir. İzleyiciyiz en azından sayenizde hatta tarih öncesini izlettiriyorsunuz bir nevi. Yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyoruz.

  3. Bu yazınız aklıma bugün okuduğum Münir Derman hazretleri’nin sohbetlerinden derlenmiş kitaplardan 4.cildte geçen şu paragrafı getirdi. “Size garip gibi görünen bir hakikatten söz edeceğim. Çin ve Japon eski mitolojisine bir göz atın, bu iki milletin tarihinde isimleri silinip gidenler vardır. Bunlar anlaşılmayan seslerde, kokularda, mırıltılarda, şekillerde, efsanelerde gizlidir” (s108) Aynı sayfada bu konuda birkaç paragraf daha kelam mevcut.
    Bu yazı ve diğerlerine verdiğiniz emeğiniz için teşekkür, keyifle okumaya başladım.

Reply To Ismail Cancel Reply