Sessiz Şehir

0

Büyüklerim. Hem beni mutsuz ettiniz hem  kendinizi. 

Arthur Rimbaud

Ahirzaman güneşi batarken bir yıldız düşmüştü şu dünya denilen çöle. Yeni bir yüzyılın, henüz şekil verilmeyen beklentileri, yeni bir yaşam perdesi ile birlikte yükselecek ve parlayacaktı. 20. yüzyılın en ilginç isimlerinden birisiydi. Kendisi doğduğunda (29 Haziran 1900), Andre Gide ve Gandhi 31, Albert Camus 13, Martin Heidegger ve Ludwig Wittgenstein 11 yaşındaydı. Victor Hugo, bu yüzyıl için mutlu bir yüzyıl olacağı temennisinde bulunmuştu. İki büyük dünya savaşını gören Said Nursi bu asrı “hasta”, “gaddar” ve “bedbaht” asır olarak tanımlarken, Albert Camus ise “bilinçli öldürmeler” çağı olarak değerlendirmişti. Theo Angelopoulos ise 20. yüzyılı gözyaşı çağı olarak hatırladı, “Çayıra düşen çiy, toprağın döktüğü gözyaşı gibidir” diyerek… René Guénon’un Hindu Kutsal Metinleri’nden ödünç aldığı Kali Yuga’nın son safhasında, bu karanlık çağın en karanlık dönemine girildiği devirde doğmuştu. 

Lyon’da, soyu birkaç yüzyıl öncesine kadar izlenebilen Katolik bir ailede dünyaya geldi. “Bu şans eseri sessizliğin güzel şehri Lyon’da doğdum,” diye yazdı. Annesi Limuzin’de, babası Provence’da dünyaya geldiler. Kader onları Lyon’da bir araya getirmişti. Baba Exupéry burada sigorta komisyoncusu olarak çalışıyordu. Eski bir aristokrat aileye aitti ve beşinci yüzyıla kadar uzandığı düşünülen bir ismin saygınlığını ve prestijini korudu. Antoine babasını sadece fotograflarla tanıyordu. Babası onun dördüncü doğum gününden önce öldüğünde (1904), en büyük kardeşi Madeleine (1896-1927) yedi, en küçük kardeşi Gabrielle (1903-1986) ise henüz bir yaşındaydı. Babasının ani ölümü, Exupéry’nin statüsünü “yoksul aristokrat” olarak değiştirerek tüm aileyi büyük ölçüde etkilemişti.

Antoine’nin annesi, Saint-Maurice-de-Rémens’te bir şatosu olan teyzesi Madame Tricaud’la yaşama kararı aldı. Orada, masal gibi bir dünyada küçük Saint en mutlu günlerini geçirdi. Eski şatoda ağaçlarla dolu büyük bir park ve fantastik bir kale vardi. Parkta sonu gelmeyen oyunlar oynanır ve yağmurlu günlerde uzun ara sokaklarda hazine avcılığı yaparak kendilerini kaybederlerdi. “Çocukların en sevdiği oyunlardan biri, fırtına patladığında bahçenin dibinden şatoya koşmaktı. Yağmur damlaları tarafından vurulan son çocuk Chevalier Aklan oldu.”

Hiçbir şey sona ermedi. Ermez de…

Theo Angelopoulos

Kendisinin dediği gibi çocukluğunun en tatlı yıllarını Saint-Maurice-de-Rémens’de yaşadı. Exupéry için ev, bütün anıların toplandığı yer ve insanın sığınabileceği son kutsal kaleydi. Büyümek ve çocukluğundan uzaklaşmak hayatının trajedisiydi. Yetişkinliğe doğru, “Bu  çocukluk anıları dünyası bana her zaman umutsuzca diğerinden daha gerçek görünecek.” diye yazdı. Kişisel mektuplarında ya da kitaplarında sıklıkla Saint Maurice’e atıfta bulundu. “Ben nereliyim? Bir ülkeden geliyormuş gibi çocukluğumdan geliyorum.” (Gece Uçuşu). “Bir yerlerde kara çam ağaçları ve ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir park ve sevdiğim eski bir ev vardı.” (Yel, Kum ve Yıldızlar).

“Yedi yaşımdan beri biriktirdiğim büyük bir sandık olan Saint-Maurice’de, beş perdelik bir trajedi, aldığım mektuplar, fotoğraflarım. Sevdiğim, düşündüğüm ve istediğim her şey, hatırlamak. […] Hayatımda sadece bu büyük sandık gerçekten önemli.” (Rinette’ye Mektup, Ekim 1926). 

Antoine’ın odasını ısıtan sobanın hatırası zihninde oyulmuş olarak kalır: “En iyi şey, en sakin ve şimdiye kadar tanıdığım en dost canlısı Saint-Maurice’deki üst kattaki küçük soba. Varlığımda başka hiçbir şey beni böyle hissettirmedi. Geceleri uğultu tepesini gürültü gibi dinlemek ve çevik gölgelerini duvarda izlemek için uyandım. Böyle bir arkadaşım oldu mu?” (Annesine Mektup, Buenos Aires, 1939). Başka bir mektubunda “yaptıklarımdan hiç memnun değilim” diye yazdı annesine ve ekledi… “Beni serinletecek tek pınarı çocukluktaki birkaç hatırada buluyorum.” Saint-Maurice, çocukluğunun gerçek eviydi ve geçmişe bakıldığında hayatının en mutlu, belki de tek mutlu zamanıydı.1

Ölmüş görüneceğim, gerçekte ölmeyeceğim oysa.

Küçük Prens

14 yaşına girdiğinde 28 Temmuz 1914’te Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Annesi savaşta yaralılara bakmak için gönüllü hemşire olur. Bu yüzden bir kaç defa şehir ve okul değiştirmek zorunda kalır. Genç Antoine için yaşam hızla daha karmaşık hale gelir. Savaşa rağmen, Antoine ve küçük kardeşi Francois, Lyon yakınlarındaki Villefranche’deki Notre Dame de Mongré’nin Cizvit okuluna giderler. Kasım 1915’te savaş kötüleştikçe, iki kardeş İsviçre’nin Fribourg şehrindeki Villa St. Jean okuluna taşınır.

Küçüklüğünden beri rahatsız olan Francois’nın durumu ağırlaşır ve titrek bir mum gibi sönmeye başlar. On beş yaşında iken ruh-beden ayrımının farkında olan Francois, ölmeden kısa bir süre önce kardeşi Antoine’ye şöyle der, “Korkma… Anlıyorsun, değil mi? Çok uzak orası. Giderken bu bedeni de götüremem. Çok ağır.” Antoine, Küçük Prens’in ağzından kardeşinin sözlerini ölümsüzleştirerek her birimize ölüme bir çocuğun gözlerinden bakma şansı verir. Ölüm anını, hıçkırıklarla değil, sakinlik ve olgun bir hüzünle izlettirir: “Bir an hareketsiz kaldı. Çığlık atmadı. Bir ağaç gibi usulca devrildi. Kuma düştüğü için hiç ses çıkmadı.”

4 yaşında iken babasını kaybetmesi Antoine’ı çok etkilemez ama altın saçlı küçük kardeşi Francois’nın başucunda ölümü bunu yapar ve Küçük Prens’in ölümü için bir ilham kaynağı olur.2 Oyun arkadaşı ve icraatlarında yardımcısı Francois’yı bir daha göremeyecek olsa da kardeşinin ölüme mertçe bakan sakin ve ciddi yüzünü her zaman hatırlar. Ardından kardeşi sanki bir yetişkin gibi vasiyet bırakır. Öldüğü gün, çok sevdiği bisikletini ve oyuncak silahını Antoine’a miras verir. O günden itibaren Antoine, geçici şeylere önem vermez.3

İnsan kaybedebileceğini sever; kendini, bir kadını, ülkesini…

Tarkovski

Babasının erken ölümüne rağmen mutlu bir çocukluk geçiren Antoine daima yitik cennetini, çocukluğunu hatırladı ve çocukluk anıları her zaman diğerlerinden daha gerçek gibi göründü. Consuelo’ya yazdığı mektuplarda Küçük Prens’in bir çocuk olduğunu, hayatı boyunca çocukluğuna karşı şiddetli bir nostalji yaşadığını söyledi. Yakınları tarafından bilindiği gibi, çocukluk kayıp bir altın çağdı, unutulmaz anısı hem bir nimet hem de bir lanetti. İlerleyen yıllarda mali zorluklar sebebi ile Kale satılmış olsa da Exupéry, her nerede olursa olsun her zaman çocukluk ülkesi olan Saint-Maurice’ye çekildiğini hissetti. Onu bu yola koyan gücü, görmediği güzelliğin çekimini anımsamaya başladı. Hiçbir şey tamamlanmış hissettiği, ruhun gerçek yuvası olan eve dönüş duygusundan daha güzel olamazdı. 31 Temmuz 1944’ün şafağında, İkinci Dünya Savaşı’nın yavaş yavaş doruğa ve sonuna yaklaştığı zaman bir keşif uçuşu için Grenoble ve Annecy bölgesine doğru havalandı. 

Çocukluğunun geçtiği Saint-Maurice ve Lyon’a doğru…4


1. Son yedi yıldır oturduğum eski evlerin adresleri var ama hiç bir izleri yok zihnimde. Anıların birikmediği bir mekanda (evde) tersine çevrilmiş bir dejavu gibi zaman. Yaşanmış olanın yaşanmamışlığı ve zamanın dışına itilmişlik hissi… Nietzsche ölümünden bir yıl önce, sokakta bir arabacının kırbaçladığı bir ata sarılıp “Seni anlıyorum”, “Seni anlıyorum” dediği söylenir. İnsan Antoine’ın çocukluk anılarına sarılırken “Seni anlıyorum” diye bağırmak istiyor…
2. Babası Jean ve erkek kardeşi Francois, Saint Maurice’e gömüldüler. Exupéry’ye göre insan toprağa gömülesi bir varlık değil, ekilesi bir varlıktı. Tıpkı bir erzağın ambara konulması, bir tohumun ekilmesi gibi… Babası Jean ve erkek kardeşi Francois, Saint Maurice’e ekildiler…
3. Exupery’nin romanlarının her birinde bir çocuğun ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir durum anlatılır. Savaş Pilotu’nda ise ölmekte olan kardeş, kardeşine ‘tüm bunları anlatmayı unutmamasını emreder.’ Exupery’nin kitaplarının her birindeki ölü çocuğun, kardeşi François ile benzerliği olup olmadığı bir soru işaretidir. Eğer benzerlik doğru ise kardeşini daima özlediğini ve tüm bunları anlatmak için verdiği sözü yerine getirdiğini gösterir.

4. Bazı tarihçiler Exupéry’nin Saint-Maurice üzerinden uçmak için son görevini uzattığına inanıyorlar.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply