Seninle Olmak Varken

2

Seninle olmak varken orda, burda gezemem.
Karşımda derya görüp sığ sularda yüzemem.
Her şeyin altı cevher; inci mercanla dolu,
Renkli diye boynuma incik boncuk dizemem.   

Boşuna sancılandım; Sen derdimin ilacı.
Ayrıklarla işim ne? Gül, bağımın baş tacı.
Neyle avuttum onu; yalan, riya ne acı…
Bundan böyle gönlümü boş laflarla üzemem.

Bundan böyle gönlümü boş laflarla üzemem.
.

Emekliliğimin ilk günleri. Hiç unutmuyorum bir meslektaşım arıyor hal hatır için. Sevilen biriyle yapılan sıradan bir telefon konuşması. Ama beni tetikleyecek bir cümle var içinde: E… Arkadaşım neler yapacaksın? Bir sürü zaman. Nasıl oyalanacaksın? “Oyalanmak”. Her zaman kullanılan bir kelime; ama beni sarsıyor. Alışılagelmiş bir söz… Ama ben eski ben değilim.

Kelimeleri ve kavramları kulaktan dolma değil, anlamlarını öğrenerek kullanmak alışkanlığımız olmalı. Oyalanmak… Boşuna zaman harcamak. Neyi harcamak? Zamanı. Zaman ne? İki âlemde de ab-ı hayatımız olacak bir ömrün damlaları. Ve biz bunu boşa harcayacağız!… Kim bilir, daha önceleri bu kelimeyi kaç kez kullandım? İlmi ve cahilliği, hep okullu olma veya olmama ile örtüştürüyoruz. Oysa yaşamda hazmedilmemiş hiçbir bilgi, ilim olmuyor. Kalpten vize almayan, soluğun, düşüncenin, duyguların katılmadığı, emeksiz hiçbir şey insana değer katmıyor. Bir kefeden al, bir kefeye koy. Bu metotla hiçbir şey olmuyor.

.Modern insanlar anahtar koleksiyonu yapıyor, ama onlarla herhangi bir kapı açmasını bilmiyor. Şüpheci olduğu için kavramlar arasında bocalayıp duruyor.

Ne kavramların özündeki değeri ne de onların etkisini tasavvur edebiliyor. Sadece yüzeysel olarak, düşünceleri ‘tasnif’ ediyor; hiçbir düşünceyi derinliğine ‘tahkik’ edemiyor. Kendine konforun, rahatlığın en paradoksal biçimi olan umutsuzluk lüksünü ikram ediyor. Deneyimler yaptığını zannediyor, oysaki asıl gerekli olan deneyimlerden sadece kaçıyor, hatta o deneyimleri yapacak entelektüel bir gücü bile yoktur. Onun deneyimi ateşin içinde yanarken ateşi söndürmek isteyen bir çocuğun deneyimidir ancak.

Frithjof Schuon / İslam’ın Metafizik Boyutları / s.176-177

Oyalanmayı başka diller nasıl anlıyor diye bakıyorum. İngilizce karşılığı dikkatimi çekiyor. Fool around. Aylak aylak dolaşmak, oyalanmak. “Fool” vakit geçirmek, eğlenmek anlamının dışında kandırmak, enayi yerine koymak, gülünç duruma sokmak yerine de kullanılıyor. Yani oyalandığımda geçirdiğim zamanda bir şeyleri kandıracağım, yani kendimi kandıracağım. Belki abartılı yaklaşıyorum; ama hayli düşündürüyor beni.

Bedensel zekamızla meyveyi ağaçtan koparabilmeyi çok iyi beceriyoruz. Zihinsel zekamızla meyvenin rengini, sağlıklı olup olmadığını, ondan nasıl faydalanacağımızı, onu nasıl yetiştireceğimizi, çoğaltacağımızı da biliyoruz. Duygusal zekamızla damağımızda lezzet, gözümüzde hoş bir manzara olabiliyor. Fotoğrafını çekiyor, resmini yapıyoruz. Masamızda, tabağımızda, ellerimizde zevkle taşıyoruz. Ama yücelerden bize sunulan bu armağanın hakikatini görmeye gelince nedense pilimiz bitiyor; zekâ kararıyor. Ve bütün bu güzelliği, zevki, lezzeti sadece ağaca ve kendi emeğimize hapsediyoruz. Bu hapis zamanla meyvenin değil esasında kendi hapsimiz oluyor. Çünkü bir başka zekâmız olan ruhsal zekâyı unutuyoruz.

Stephen Covey, 8. Alışkanlık, Bütünlüğe Doğru isimli kitabın yazarı. Bu eserinde zekâyı “Ruhsal Zekâ,” “Duygusal Zekâ,” “Zihinsel Zekâ,” “Bedensel Zekâ” olmak üzere dörde ayırıyor.

Eğitimde zekâ denince hep zihinseli düşündüğümüzden çocukları hep bu anlayışla yetiştirdik. Ve sonuç meydanda. Kabuk dünyalarda kabuklaşan duygular, çıtır çıtır kırılıp dökülüyorlar. Onun için şairlerin duyguları bizim için bir şey ifade etmiyor. Erenlerin hikmetlerini anlamadığımızdan onları dinlerken sıkılıyoruz. Olgun davranmak, yaşamda doğru olmak, adalet; ilişkilerde sadakat, fedakârlık, edep, buz kalıbı gibi eriyip gidiyor.  

Neden bu hızlı eriyiş? Çünkü Yaradan’la ilişkimiz azalıyor. Maneviyattan uzaklaşmalar ruhsal zekâyı zayıflatıyor. Ruhsal zekâ kullanılmadığı için güdükleşiyor. Oysa ruh bizim her şeyimiz. Varlığımıza hükmeden sultan.

Bütün bunlara rağmen ruhumun peşinde gittiğim bir dönem. “Bundan böyle” diyerek sınırlarını çizdiğim, artık “yepyeni bir dünyam var benim” demeye başladığım yıllar. Bazen kafa karışıklığımı, bazen gönül ferahlığımı; ne varsa hepsini mısralara döktüğüm yıllar. Şiir… hep şiir… Neden? Anlıyorum ki bana şiiri yazdırtan ne yazma sevgisi ne birikim. Sadece açlık. Kiminde aşk, kiminde ütopya, kiminde hasret. Bendeki ise açlık. “Boşuna mı geçirdim?” dediğim günlerden kaçış ve aynı çocukta olduğu gibi sarınma ve sığınma duygusu.

Çünkü ister gün ışığında ister gecenin dipsizliğinde olsun, sevgiye sarınarak uyuyor çocuk kalbi. Korkusu yok, kaygısı, telaşı yok. Her zaman, her yerde biri var hep yanı başında. Her sızıda, her dertte ellerini avuçlarında tutan biri. Bir bakış var yumuşacık. Adını bilmiyor; ama başka… Farklı olduğunu biliyor sadece.

İster gündüz ister gece… Kıtlığın dipsizliğinde rızkına sarınarak uyuyor bebek kalbi. Bir başka tatlı, boğazından kayan. İçindeki açlığı gideren öylesi bir şey… Varlığını uyandıran, bu şerbet midir? Teninde can buluyor değdikçe tenine. Bu ten, ipekten midir? Dudakları, parmakları, gözleri hiç ayrılmasın istiyor. Hiç bitmesin bu duyuş. Sığınmadır bu. Kaybolmak gibi endişe yok. Gözkapakları huzurun örtüsü. Güvenle kapanıyor, güvene açılıyor. Sevilen tarafından sarmalanmadır. Nedendir bilemiyor; ama hissediyor ki bu, hep böyledir. Çünkü çocuk semasının üveyikleridir analar. Onlarla cennet bahçelerine uçulur. Kim incitebilir bir ananın sarmaladığını? Onunla olan, neden korkar? Onu kaybeden, neye sığınır?  

Ya Seni kaybeden, neye sığınır Allah’ım? Seni bulan, ya Seni bulan, neyi kaybeder?         

Gözlerimi kapasam. Bilmeyi bilmek istemeden bilmediğime süzülsem. Bacaklarımda titreyiş, kulaklarımda apayrı makam; açılsa kapılar… Her hücrem ayrı kapıdan; ben iliklerimden, damarlarımdan kalbime gidebilsem. Bebeler ana sinesinden rahmeti yudumlar. Ben bu gidişte “Sevgini” yudumlasam Allah’ım!                                                                            

Unutmak… Senden, Senin sevdiklerinden gayrıyı… Yüreğimi tırmalayan her şeyi unutmak… İzleri can acıtır. Bencillik emer, kurutur. Oysa Senin hissettirdiğin, zerrelerde çoğalmak gibi. Tende ruhum susamış. Yağsa yağmurun Allah’ım. İçimde yeşil sessizlik, “Esma”nı bekler.

Damla… bir damla… bir damla daha… Kalbimde bir kıpırtı, bir dalgalanış. Yağmurun yağıyor. Kâinatın tercümesini okuyor her zerre:

Ya Rahim… Ya Rahim… Ya Rahim…
.

Sözüm, niyetimden filizlenir. Dar kelimeler içinde çaresizim; dudaklarım titrer haddini aşmaktan. Sadece diliyorum Allah’ım. Aczimi koydum avuçlarıma. Sadece diliyorum. Yüzüm yıkanıyor. Islandıkça derim, çözülüyor katılığından. Eriyor beni Senden uzaklaştıran. Nereden, nasıl uzatıldığı bilinmeyen ellerden dökülüyor gibi çiseliyor “Esma”n, varlık toprağına. 

İşin aslı şudur Âdem Efendi.

Allah Öyle yücedir ki,

Ona aşık bile olunamaz. İnsan ancak O’nun sevgisine aşık olur. SEVGİSİNE, KENDİSİNE DEĞİL dedi.

Sordum:

.Peki O’nun sevgisi nedir? Niye herkes bu sevgiyi görüp de aşık olmaz? Nasıl bir sevgidir?

Cevap verdi:

.Bu sevgi ESMA-ÜL HÜSNA’DIR.

.Şaşırdım. Esma-ül Hüsna; yani Allah’ın isimleri, sevgi midir? dedim.

.Evet, Allah’ın sevgisi, ESMA-ÜL HÜSNA’dır.

Yaradan:

“GİZLİ BİR HAZİNEYDİM BİLİNMEK İSTEDİM.” buyurdu.
….
Esma-ül Hüsna Allah’ın sevgisidir. Bilinmesini istediği Hazine budur.
….
Kısacası; Yaradan’ı bilmek, tanımak Onun isimlerini ve sıfatlarını bilmekle olur. 

BU DA ESMA-ÜL HÜSNA’dır.

O ne yaparsa doğrudur, güzel yapar, sevgiyle yapar. Onun bu sıfat ve isimleri insanlar için hep yeni bir mana, yeni bir oluştur.

.Niçin dedim.

.Herkes aşık olmaz; çünkü bu isimler üzerinde Allah, uzun uzun düşünülmesini tefekkür edilmesini ister. Bunu yapan kullar akıl gözlerini gönül gözlerine çevirerek

BU SEVGİYİ; yani isimlerin akıl için ifade eden manasını,

akılla anlayıp sonra gönülle bu mananın; yani sevginin hâlini yaşarlar.
….
Aslında aşk tek’tir. Beşeri aşk dediğimiz, Esma-ül Hüsna’ya duyulur dedi.

.Nasıl Mecnun Abi, anlatabilir misin? dedim.

Devam etti:

.Şöyle düşün. Bir ressam var, bir de ressamın yaptığı binlerce tablo. Sen bu tablolara bakıp çok etkileniyorsun. Tabloların manzaralarına, renklerine, anlamlarına ve tablolardan bazılarına aşık oluyorsun, sanatkârın; yani ressamın yaptığı resimlere. Her gördüğün tablo seni diğer bir tablonun güzelliğine çekiyor ve bir öncesinin yerini diğerine bırakıyor. Sonra bir gün tablolar sana bunları yapan sanatkârı merak ettiriyor. Bunu yapan ressam kim? Onunla tanışmalıyım; çünkü bütün bu tabloların, eserlerin meydana gelmesindeki asıl bilgi onda, O nasıl bir sanatkârdır? Nasıl bir deha ki bunları ve hâlâ yenisini yapıyor. O zaman ben bu sanatkârla tanışmalıyım diyorsun ve tablolara – ressamın eserlerine duyduğun ilgi ve aşk seni ressama götürüyor. 

Oktan Keleş / Bir Meczubun Rüyâsı / s.217-220

Bu yağmura rağmen çorağız. Çünkü duyarlılıktan uzaklaştıkça körleşiyor, sağırlaşıyoruz. Ama bunun sebebi kendi tercihimiz. İsteyerek uyuyoruz. İsteyerek duymuyoruz. 

Bir insanı, ancak gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkündür. Ama, eğer uyumuyor, uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarf etseniz, nafiledir.

Mahatma Gandhi

Nasıl göremiyoruz? Görmek fiili için göz verilmiş. Gözün görmesi için yetecek derecede ışık ve gözün göreceği bir âlem yaratılmış. Bu sistem çalışsın diye bir de görme yeteneği sunulmuş. Ayrıca gözler bedenin en uygun, en korunaklı yerine konulmuş. Büyüklüğü, orantısı estetik olarak başka gözlerin hoşuna gidecek şekilde tasarlanmış. Korunması için alt ve üst kapaklar, temizliği için gözyaşı bezleri yerleştirilmiş. İçindeki değişik tabakalar, görme sinirinin bir milyondan fazla lif içermesi, daha neler neler… Ama biz görmek istemiyoruz. Mahatma Gandhi’nin dediği gibi sahte uykulara uzanmış beyinleri, kalpleri uyandırmak zor. 

Ama Sen dilersen Allah’ım uyanırlar. Mevsim Ramazan. Tam yağmur vakti. Yağdır rahmetini. Bu rahmet “Esma yağmurun.” Kondur gözkapaklarına şebnem gibi; uyansın içindeki tohumlar.

Güneşi bulan, mum ışığını neylesin? Boşa geçmiş, mumla oyalanılan yıllar… Güneş ışığında her şey başka görünür. Gözyaşı başka parlar, tadı gönülde başka tattır. Kim demiş ağlamak acizliktir diye. Acizlik riyadadır, yalandadır. 

İdraksiz sokaklar tenha. Gaflet bastırır. Sen’den konuşulmazsa boğar, köşe başlarında şekiller. Korkuyorum kaybolmaktan; beni bana bırakma ne olur. Sessizlik nasıl feryat ederse içimde, gözlerim de hayretlerde öylesine lâl. Bakışlarım uzaklaşır eski şeklinden, başka görür. Yağmur değer, başka parlar mehtap. Başka süzülür bulutlardan gecelerime hilâl:

Ya Nur… Ya Nur… Ya Nur…
.

Düşünceler sırat gibi. Korkarım benlik gayyasına düşmekten. Uçurumdan korkar mı Sen’i bilen? Deryanda bir kaşık bile değilken aklım, neyi alıp nereye boşaltacağım Allah’ım? Her şeyimi dayadım “Güc”üne. Gözümde yakınlaşıyor uzaklar.

Sedefler içinde âlemler değişir. Kumdan inciye bir ömür biçilir. Gün gelir açılır sedef. Deryandan inci çıkartıyor ezelden beri çağlar.

Bu gönlün sahibi Sen. Bu deryanın sahibi Sen. Kim anlar Sen’den başka beni? Yağmur serpildikçe dalgalara ben de köpüklerle tek tek sönsem. Suyun suyla buluşmasında bir kez değil, binlerce dirilsem.

Ya Vekil… Ya Vekil… Ya Vekil…
.

Topal bir karınca varmış: Niyetinden almış cesaretini; Mekke yollarına düşmüş. Bu seyahatin mantığını aşıktan başka kim anlayabilir? Şaşıranlara cevabı, aşkı kadar gerçekmiş karıncanın:

– Uğrunda ölürüm ya…

Mesafe uzun. Adımlar aksak. Yolun başında niyeti damağında bir karınca. Tadını almış ötelerin. Destek ol Allah’ım! Çünkü bu karıncanın aksaklığı şaşı noktalarında. İçimden dağlar yükselir göklere. Tepelerde nefes nefese şuur… Allah’ım dinmesin bu yağmur: 

Ya Hakîm… Ya Hakîm… Ya Hakîm…
.

Vicdanım sızlıyor. Neden hep ben…ben…ben? Modern dünya bendini çekmiş her yere. Ne lezzet ne şifa… Kalıplaşmış duygular bir bent, önyargılar, tarafgirlik bir bent. Sığlık, sıradanlık, adamsendecilik bir bent. Kalpler suyunu çekmiş; taş gibi. Çünkü ne vicdandan ne zihinden güzel şeylerle doluyor içi.

Seni bulan, bütün mülke sahip olurmuş. Gökyüzüne bakıyorum. Süzülerek giden bulutların görevi farklı mı benimkinden? İlk defa anlamaya çalışıyorum rüzgarla olan kardeşliğimi. Seni bulan, güneşe yakın. Seni sevenin gecesinde mehtap daha parlak. Sinemde bir demet gibi kainat. 

“Hakikat arayışı”nda yalnız değilim. Eşimle birlikte yürüyoruz. Yola ilk çıkan, eşim. Ben arkasından gidiyorum. Bir gün baktım; eşimin elinde kitaplar. İmam Gazali’nin altı ciltlik İhya-i Ulûm’id-Din serisi. Verilen bilgiler hem akla hem kalbe hitap ediyor. Nasıl ki bir semtin kuş bakışı krokisi çıkartılır ve her yer tek tek işaretlerle gösterilirse, İmam Gazali de arif, alim bakışıyla adeta insanın iç âleminin krokisini çiziyor. Ve krokideki işaretlerle aradığını bulan yolcu gibi okuyucu da gösterilen işaretlerle, akla, kalbe, vicdana giden yolları bulabiliyor. 

Mesela kalbimiz ve onu besleyen kanalları anlatan kısım buna bir örnek.

Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak suretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardır. 

Bu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdır. Bazen de daha bol olur. İşte kalp havuza benzer, ilim de suya… Beş duyu da nehirlere… Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Bazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Böylece kalp, ilimle dolar. 

İmam Gazali / İhya-i Ulûm’id-Din / 3. Cilt / s.42-43

Kalbin derinlerine indikçe oradan gelen saf ve devamlı akan su. Gönül ülkesinde yol alan nehirler. Bu nehirlerle sulanan ve yeşillenen topraklar. Göz, kulak, dil, burun, ten beldeleri. Ve onlarda yetişen ürünler; yemyeşil bir saltanat. Özlediğimiz ülke: “Ahlak.”

Özlenen ülkenin yollarında engeller var. Ahlakın önünde setler. Çağın bentleri bir değil, sıra sıra… Birinden geçen, diğerine takılıyor. Hiçbir kuvvet bunlarla başa çıkamıyor. Ancak Allah’a ve O’nun işaret ettiklerine sığınan; ama samimiyetle sığınan idrak, bütün bunları aşabiliyor. Çünkü bendi yıkacak olan, kendisi değil Allah’tır.

Kas gücümüzün ne bir etkisi ne de işe yarar bir yanı vardır; bu olsa olsa olumsuz bir cürettir. Tanrı’ya yönelmeye muktedir olan ruhumuzun etrafında onu yolundan alıkoyacak sayısız durum ve benim köpeklere benzettiğim varlıklar vardır. Bize tedirginlik ve rahatsızlık veren bu mahlukların terbiye edilmesi gereklidir. Terbiyede ise hem kırbaç; yani ceza hem de şeker; yani ödül yer almalıdır. Aslolan ne kırbaç ne şekerdir; aslolan bu mahlukatın ruhumuzu sükut içinde bırakmaya mecbur edilmesidir. Bu terbiye ruhsal terakkinin yine de bir ayağıdır; yalnız ve kendi kendine intibah ettirici bir güç değildir. 

Bizi yükseltecek olan güç yalnız Tanrı’dır ve sadece yüzümüz Ona dönükken bu güç bize sadır olur. Tanrı’ya yüzünü dönmek demek, aşkın kendisidir. Tanrı ile insan arasında aşktan gayrı bir ilişki yoktur. 

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.18

Simone Weil

Simone Weil

Yalnızız. Anlaşılmazız. Ne gelen var ne giden. Ancak rıhtımlar tenha olsa da hiç mi kalmadık anlaşılamamanın yalnızlığında? Gözümüzü açtığımızda söyleyebilir miyiz bir an bile yalnız olduğumuzu? Hep bizimlesin Allah’ım. Endişeyle sindiğimizde bir köşeye, ne zaman göremedik elimize uzanan ipleri? Tutunamadıksa gafletimizden. 

Vefa… vefa …  Vefayı veren Sensin; vefalı da Sen. Ey vefalıların en Vefalısı! Ya bizdeki vefa? 

Ya Vafi… Ya Vafi… Ya Vafi…
.

İçimde büyüdükçe Seni bilmekliğim; benliğim çatırdıyor. Baharı sessizce beklermiş ya tohum. Bir yerlerde tohumlar çatlıyor el değdiremediğim, akıl erdiremediğim. Her birinden ulu gövdeler kol veriyor bedenimde. Her bir yaprağında aylarım, yıllarım Sana uzanıyor. Al beni der gibi. Arındır üzerimde biriken kirlerimden: 

Ya Kuddüs… Ya Kuddüs… Ya Kuddüs…
.

Seni bulan neyi kaybeder? Seni kaybeden neyi bulur?
.

Dikenleri bulur, ısırganları. Her dem yaralanır, yutkunur. Hırçın uyanışlarında haneler yıkılır. Kabus döşenir düşlerine. Sırrı dökülmüş aynalarda her şey boz bulanıktır.

Soğukta sarıldığın, sarındığın örtü yumuşacık, sıcacık. Ana sinesinde doyamadığın koku. Nereye gidersen git, yanı başında aynı nefes. Yokuş çıkarken, inerken, düşerken, kalkarken her an elini kavrayan güç. Çocukluk onun için mi böylesine aranılır Allah’ım? Sana kulluksa bundan güzel. Bir bebek gibi kul olmak. Saf, lekesiz, sadece sığınılmayı bekleyen. Sığınılası kollar varsa koşulur elbet. Tenhalar ürkütmez. Rahmet göğsüne sarılmak, boğazdan süzülürken ab-ı hayat…

Boğazdan nasıl süzülürse süt, öyle boğazımdan süzülse son nefesim. Biliyorum o anda da yalnız bırakmayacaksın. Nasıl kundaklanırsa bebek, öyle kundaklat toprağında beni. Yağmurun yağıyor Allah’ım… Her zerrede, beni kollayan nazar:

Ya Müheymin… Ya Müheymin… Ya Müheymin…
.

Hissettiklerimi Sana sunmak tehlikeli bir yolda yürümek gibi. Neyi hangi nazarla görmeliyim? Nerede kapanmalı, nerede açılmalı ki dudak, edebiyle kıvrılmalı dilim? Rabbim bir tek bilebildiğim: Hedefim, gayem Sensin ve Senin sevdiklerin. Burada da kolla, ne olur beni:

Ya Maksud… Ya Matlub… Ya Ma’bud…
.

Sular kaynakta duru; yağmurda saf bereket.
Aktıkça gözün yaşı, gökkuşağını seyret.
Sis dağılır yürekten; her köşede bin lezzet.
Gün girerken odama mumla sofra bezemem.

Bir tek ömür için mi, şu koskoca kainat?
Kim besliyor bu nehri? Nasıl işler bu saat?
Nehrin aktığı belde, yemyeşil bir saltanat;
Bendi çekip önüne taştan suyu süzemem.

Kalp kristal bir dünya; Rabbim erebileyim.
Yer, gök ayrı parlıyor; Senle görebileyim.
Dileyen bakar bulur; gafile ne diyeyim…
Aradığım, “Rıdvan”ın; şaşı gözle sezemem.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Çok güzel bir yazı. Emeğinize yüreğinize sağlık. Bu güzel yazıya bizde kendimizce bir katkı yapmak isteriz. Yağmur ve bulutlar sembolik olarak hakikatte neyi ifade ediyor olabilir? Yazıda İmam-ı Gazali’den örnek verildi. Biz O’nu hiç okumadığımız için Münir Derman’dan yine öğrendiğimiz gibi üzerine basa basa “Ben kulumla görür ve işitirim” sözünü tadarım, koklarım, dokunurum değil sadece ikisi. O zaman bunlar aynı kategoride görülmemeli gibi. Çünkü ötekilerin de kulun da bir tasarrufu olmaktadır görme ve duyma da olmuyor. Bu iki denizi bizler 3 olgu ile yorumlarız. Ve ulaştığımız sonuca inanırız. Doğru yanlış bizi biz eden şeyler bunlardır. Suyu ve bulutları anlayabilmemiz için Enam Suresini iyi tefekkür etmek lazımdır. İnsan Kuran Ayetlerini okurken olumsuz gibi yada ümitsizlik olan ayetlerde kendini fazla görmüyor. Nur Suresi 39- 40’da kafirler için söylendiği için biz fazla oralara sanki dokunamıyoruz. Çünkü biz inandığımız için kafir olmadığımız için üzerimize almıyoruz doğal olarak. Fakat Hacı Bayram Veli Hazretleri der ki: “Kaftan kafa hükmeden bilmez bu muammayı” aslında bunu demek istemiştir. Yani o karanlıkların üzerinde fener gibi olan bulutlar vardır. Onların da Enam Suresinde ne olduğu açıklanmıştır. Teşekkürler

  2. Bir tanıdığım söylemişti “her hayalde bir duadır” diye.Sizin çok güzel bir hayal dünyanız var enerjisi düşmeyen. Bu dualarınız inşallah zaten yegane sevdiğiniz yere ulaşıyor. İnşallah bu dünyada da kabul olduğunu görürüz.
    Teşekkür ederiz.

Reply To alaca Cancel Reply