Savaşçı – Bölüm 5

0

Savaşçı – Bölüm 4 makalesinde, çok önemli olduğuna inandığım iki soru sormuştum. Birbirleri ile irtibatı gözükmeyen bu iki meselenin, aynı hakikatten tezahür etmiş kardeş manalar olduğunu göstermeye gayret edeceğim. İlk önce geçen makaledeki bu soruları bir hatırlayalım:

1) Hz. Ali ve Hz. Fâtıma annemizin bir oğlu dünyaya gelir. Hz. Ali’nin bu ilk evladını hepimiz tanırız. İlim şehri Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) ona “Hasan” ismini verecektir. Fakat Hasan, bu zatın ilk ismi değildir. Hz. Ali, doğduğu anda, ileriki yaşlarında çok önemli bir misyon eda edecek bu bebeğe “Harp” ismini verir; yani “Savaş”. Efendimiz (sav) bu ismi değiştirerek, yerine “Hasan” ismini koyacaktır.

Hz. Ali’nin bir zaman sonra bir oğlu daha olur. Hasan’ın kardeşi olan bu yeni dünya misafirine Efendimiz (sav) “Hüseyin” ismini verir. Hasan ismi ile Hüseyin ismi aynı kökten gelen iki kelimedir. Hüseyin, Hasan’ın küçültme sigası ile ifade edilmiş şeklidir. Büyük kardeş Hasan, küçük kardeş Hüseyin… Ama enteresandır, ilk hadisede olduğu gibi ikincisinde de bu isim ilk konulan isim değildir. Hz. Ali yeni doğan evladını Allah Resulü’ne götürmeden önce kendisi bir isim koymuştur zaten. Daha enteresan olan ise bu ismin yine “Harp”; yani “Savaş” oluşudur. Bu ismi Efendimiz yine değiştirerek Hüseyin ismini vermiştir. İlk hadise tekerrür etmiştir.

Hz. Ali’nin bir oğlu daha olur. “Ben harp ve darbı seven bir adamdım.” diyen İmam-ı Ali, tahmin edeceğiniz gibi bu oğluna da “Harp” ismini verir. Efendimiz daha önce olduğu gibi “Gösteriniz oğlumu bana? Ne isim koydunuz ona?” buyururlar.

Hz. Ali: “Harp ismini koydum.”

Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem): “Hayır o Muhassin’dir (Muhsin).” buyurdu.

Hz. Ali gibi benzersiz bir deha sahibi bir zat, acaba basiretsiz mi davranmış; olması gereken ahengi hissetmemiş midir ki, değiştirilmesi gereken(!) bir isim koymuş ve bu değiştirilmesi gereken ismi -sanki inat edercesine- yeni çocuğuna tekrar koyma teşebbüsünde bulunmuş; yine aynı sonuç alınarak o çocuğun ismi tekrar değiştirilmiş ve bu bir kere daha tekerrür etmiştir?

Nedir bu git-gel ve değiştirilme işinin aslı? Neden 3 çocuğa da aynı kökten gelen bir kelimenin değişik ve nüanslı versiyonları isim olarak verilmiştir?

2) İlim şehri -Allah gönlümüzde bu şehrin fethini bize müyesser kılsın- Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem), bu enfüsî savaş hakkında bize ipucu olabilecek şu lâl ü güher ifadeyi beyan buyurmuşlardı:

“Ruhlar cünûd-u mücennededir. Tanıştıkları ölçüde bir araya gelirler.”

Ruhlar dizi dizi, saf saf, bölük bölük dizilmiş askerlerdir.

Cünûd;

yani “asker”;

yani “savaşçı”.

Peki hangi savaşın savaşçısı?

Evet sorularımız bunlardı.

Hz. Ali gibi nurani bir deha sahibi, değil inat eder gibi Efendimiz’e rağmen; -haşa- inat eder gibi 3 defa ısrarla aynı ismi koymak ve Efendimiz’in mesajından kendine düşen dersi almamak; kanaatimce, çocukluğundan beri yanında yaşamış ve o’nun (sallallahu aleyhi vessellem) terbiyesi ile yetkinleşmiş bir yaver olarak, daha Allah resulü (sav) “İsmi Hasan olsun” demeden oğluna zaten Hasan ismi verirdi. Diğer iki oğlu için de hakeza… Hz. Ali’nin (kv) “Ben harp ve darbı seven bir adamdım.” demesini ise, daha farklı anlıyorum. Özellikle bu isim verme meselesinde… Tekrar hatırlamakta fayda var; bu hadise 3 defa oluyor, bir ya da iki defa değil. Hakikaten müdakkik zihinlere “Yahu burada bir şey; başka bir hadise/nükte/espri var.” dedirtmeli değil mi?

Kanımızdaki Savaşçı, Akyuvarlar

İçimizdeki Ruh Askeri

İnsanın geçici bir emanet olarak kendisine tevdi edilen bedeninde bu kadar mücadele, özel savaşçılar olur da (Bu savaşçıları anlamak ve keşfetmek için, insanlık kümülatif olarak binlerce yıl emek sarfetti. Şimdi de tıp ve farmakoloji bu tetkiklerine devam ediyor. Daha geçtiğimiz günlerde, bilim adamları, dört yeni kan hücresi keşfettiler / Kaynak), bu bedeni bir alet ya da bir ev olarak kullanan asıl özne olan ruhumuz hakkında farklı düşünebilir miyiz? Ne buyurmuştu “İlim şehri” olan Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem):

Ruhlar dizi dizi, saf saf, bölük bölük dizilmiş askerlerdir.
.

Herbir insan ferdi; herbirimiz; dünyaya gelip, belirli bir yaşta sorumluluk/teklif altına girer girmez, ruhen askere alınmış oluruz aslında… Hepimiz ruhlarımızdan dolayı askeriz ama bunun farkında değiliz. Ruhunun ve ruh ile alakalı hakikatlerin farkına/farkındalığına varmaya başlayan; yani beden kafesinde, memleketine hasret bir kuş barındırdığı ve içindeki “nostalgia”nın/sıla hasretinin hakikatinin bu ruh kuşu ile alakalı olduğunu da anlar. Artık mesele bu aslî vatanın yolunu bulma ve seyahattir. Ya da ruh askerinin, düşmanlarını aşa aşa, onlarla vuruşa vuruşa, kapışa kapışa, yaka paça, yaralana berelene varması gereken bir zirveye (o zirve aynı zamanda ruh kuşunun da aslî yuvasıdır.) varmaktır.

Peki “ruh askeri” açısından (“ruh/can kuşu” açısından değerlendirme, bu makalenin mevzusu değil) bu savaş ve çarpışma aslında ne demektir?

Savaşçı olan ruh; Matrix filmindeki Neo’nun, Mr. Anderson, surî kimliğinden “uyanıp” gerçek özünün/kimliğinin farkındalığıyla bir savaşın içine dahil olması gibi, ruh’unun olduğunun farkına varan/uyanan bir kişiyi de bir başka “savaş” beklemektedir. Surî ve yalancı dünya sisteminin eşik bekçileri yanında Şeytan gibi büyük bir mimar (architect) ve onun sizdeki kandırılmış ajanı (agent) nefs gibi daha birçok düşman… Dışarıda ve içinizde… Afakta ve enfüste…

Savaş ile beraber, karanlıklar, çığlıklar, nahoş bir atmosfer içindedir dünyan… Ya teslim olacaksın (çoğu insan gibi) ya da cesaret ve kararlılıkla bu zulümatlı perdeden kurtulmak için savaşmaya/mücadeleye/mücahedeye devam edeceksin (her zaman bulunan o “azlar” gibi). Ve derken “Karanlıklardan aydınlığa çıkarılman” ve işte o zirve… O zirve bir makalemde dile getirdiğim gibi, “J.R.R. Tolkien dünyasından bir alıntı yaparsak, orası Tom Bombadil ve Altınyemiş’in ülkesidir.” Yani orada ne savaş vardır ne de savaşın hayhuyu oralara ulaşır. Orası yekpare huzurun kristalleştiği ve “Tek Yüzük”ün bile tesiri dışında, bir yemyeşil diyardır. (Tolkien severler dışındakilere hitap etmemişse kusura bakmasınlar.) O makaledeki ifadeleri bir kere daha hatırlayalım:

Mikro ya da makro; mülk ya da melekut, fizik yada metafizik… İlk baktığınız anda, her bir alemde oraya mahsus bir savaşın cereyan etmekte olduğuna şahit olursunuz. “İlk baktığınız anda” diyorum; zira daha özel bir başka bakış açısına sahip olduğunuz anda oradaki savaşın bir “silm”e; yani barışa dönüştüğünü ve yine orada “huzur”a erildiğini müşahede edersiniz. Bu bakışa sahip olmak için çıkılması gereken bir merdiven ve o merdiven ile de ulaşılacak bir “sümuv” var. O özel bakış açısına sahip olunan ve merdivenin nihayet bulduğu o zirvede savaşanların barış ilanına, zalimlerin mağlup, insan olmayı başarabilenlerin ise aziz olduğuna ve birçok varlığın da birbirleri ile kucaklaştığına şahit olursunuz. Sanki yaratılış bir “mehd-i uhuvvet”; yani bir “kardeşlik beşiği”dir. Bir başka ifade ile, J.R.R. Tolkien dünyasından bir alıntı yaparsak, orası Tom Bombadil ve Altınyemiş’in ülkesidir.

 Savaşçı – Bölüm 2

Tom Bombadil

Güzel İsimler Zirvesi

Evet, “ruh askeri”nin buraya varması ne demek? Bu zirve aslında neresidir? Bu zirve, ruhun aslî memleketi ile de irtibatlı, eşyanın hakikati ya da “esma-ı hüsna” zirvesi/ülkesidir. Bu zirveden görülen ancak güzel ve güzelliktir. Aşağıda cereyan eden savaş bile güzel görünür. Daha önce duyulmuş olan acı çığlıklar, artık hakikatleri ile gerçek manalarını/güzelliklerini haykırırlar kulaklara… Artık güzel görmektedir buradan herşeyi ruh. Bu yüzden güzel düşünür. Ve bu yüzden de hayatından lezzet alır. Tom Bombadil ve Altınyemiş gibi… Artık her şey güzeldir; zira burası “esma-ı hüsna”; yani “Güzel İsimler” zirvesidir.

Hala cevapları vermediğimin farkındayım. “Tamam da bunun Hz. Ali ve oğullarının isimlendirilmesi ile ne alakası var?” Vereceğim inşallah. Ama bu girizgâhsız eksik olurdu.

(Devam edecek)

FERİDUN B. KAYA

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply