Ölümsüzlük Amacıyla Kavrulmuş ve Kurumuş Olan, Hiç Büyümeyecektir

0

Her ilerleme bizi edinmiş olduğumuz alışkanlıkların biraz ötesine taşıdı ve biz hâlâ henüz yurdunu kuramamış göçerleriz aslında. 

Hepimiz elindeki yeni oyuncaklarla şaşkına dönen genç barbarlarız hâlâ. Uçaklarla uçmamızın başka hiçbir anlamı yok. Uçak, daha yükseğe çıkıyor, daha hızlı gidiyor. Onu neden bu kadar süratle koşturduğumuzu unutuyoruz. Rota şimdilik uçağı hedeflenen bir noktaya götürüyor. Ve şimdilik sadece bunu yapıyor.

Bir imparatorluk yaratmayı hedefleyen koloni kurucusu için, hayatın tek anlamı fethetmektir. Yeni koloni asker için hiçbir şey ifade etmez. Ama bu fethin amacı bu yeni koloninin kurulması değil miydi?

Kaydettiğimiz bu ilerlemenin heyecanı içinde, insanları demiryolları kurulması, fabrikalar dikilmesi, petrol kuyuları açılması için yapılan hizmetine sunduk. Ama bütün bu çalışmaların insana hizmet için yapıldığını unuttuk bir parça.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.54-55

.Sesimiz anlamı atlamış; fiillerimiz ise insanlığımızı. İlişkilerimizde fırtınalar altüst etmiş sevgi, saygı, vefa denen ne varsa… Zekalar kurnazlık peşinde, kalpler ise hırsın lezzetinde. Söz sözü eziyor, bakış bakışta boğuluyor. Nasıl geçilecek bu yollar, nasıl varacağız kendimize?

.Kendine varabilmek için önce tanımlamak gerekir. Sen kimsin? Bu soruyu şuurla sorup yürekten cevaplayabilecek misin?

Çiftçi değişik çiçeğe, meyveye gebe nice tohum eker toprağına. İnsana verilen istidatlar da bu tohumlar gibi. Her birinin neye yaradığını bilirsen ve toprağını iyi seçip titizlikle yetiştirebilirsen, hepsi farklı renklerde ve meyvelerle hep aynı şeyi gösterecektir: Yaradılış gayelerini.

‘İnsanoğlunda kendini olduğundan farklı gösterme sanatı doruk noktasındadır: Aldatma, dalkavukluk etme, yalan söyleme, arkadan konuşma, gösteriş yapma, sahte bir parıltıyla yaşama, maskeler takma, kostümler giyerek rollere bürünme, başkalarına ve kendine oyunlar sahneleme.

Kısacası özgüven eksikliğinden kaynaklanan kendini olduğundan farklı gösterme çabası.

İnsanlar arasında gerçeğe yönelik saf bir güdü gibi, son derece yaygın bir kural ve kanun haline gelmiştir. Neredeyse hiçbir şey bundan daha anlaşılmaz değildir.’

Friedrich Nietzche

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.45

Çok az insan kendisiyle barışık. Boyumuzla, kilomuzla, göz rengimizle, aynadaki görüntümüzle sorunlarımız var. Çünkü önümüze durmadan moda olan kıyafetler, popüler kişilikler sürülüyor. İyilik değil, başarı; insanlık değil, cazibe; sükûnet değil, ataklık; akıl değil, zeka örnekleriyle imrendiriliyoruz. Çağın vitrininde iç derinliğin, vakarın, edebin, vefanın, sadakat ve şefkatin müşterisi yok. Çünkü geçerli olan sadece önde görünmek, “en”leri yaşamak… En başarılı, en kurnaz, en işini bilen, en baş döndüren.

Köpük gibi yüzeysel; ama çabucak sönüveren özellikler. İlişkiler yarış kulvarına dönmüş. İnsan insanın arkadaşı değil, rakibi olmuş. Ne yazık ki yaradılıştan verilen o güzelim değerler insana kâfi gelmiyor. Ya yarışa girecek ya da yalnız kalacaktır. Ve sonunda insan revaçta olan maskeleri edinmeyi, rolleri üstlenmeyi çözüm olarak görüyor. Kendi olamadığı sahnede birbirine zıt duyguların rollerini oynamaya başlıyor.

.Özgüvensizliğin üzerini örtmek için kullanılan aşırı güven, bu zıt duygulardan biri mi?

.Karanlıkta küçücük bir mum yansa ışığını görürsün. Çünkü ışık karanlığın zıddıdır ve zıtlar birbirini daha parlak gösterir. Mesela kibirlenme zaafı gösterir. Gurur, aczi; yapmacık tavırlar ise riyayı.

Malikiyet hususunda fakiriz. Baştan aşağı yaradılışımızdaki hiçbir unsur bize ait değil. Kudrette aciziz. Hiçbirini oluşturacak gücümüz yok. Bu nedenle bütün abartılı tavırlarımızın altında, yüksek perdeden konuşmalarımızda, nefsimizin fakrı ve acizliğini kabul etmemesi, hepsinin üstünü kapatma çabası var. Eğer insan sağlam bir benliğe sahip değilse aşırı güvenden kibre, kibirden yalnızlığa, yalnızlıktan çaresizliğe ve oradan tekrar kendini çok yükseklerde gösterme tutkusuna ve narsisizm hastalığına savruldukça savruluyor. Davranışın başka, iç dünyanın çok daha başka yaşandığı kişilikte bir “öze yabancılaşma” yaşanmaya başlıyor.

.Öyle, böyle derken iç âlemi adeta darmadağın eden bu rüzgâr arkasında bir harabe bırakmaz mı? Ne oluyor bunun sonunda insanın hali?

.Sonunda kibir tacını takan nefis, tüm benliği sarıyor ve kalbi ablukaya alıyor. Kalpte artık doğru ve yanlış, güzel ve çirkin birbirine karışmaya başlıyor. Sonunda yaradılıştaki öze, İlahî sevgiye giden bütün yollar tıkanıyor.

Hakk’a giden yolu gönli içinde
Göremez ol anı yaddur ilinde 

Ve insan Yunus Emre’nin söylediği gibi gönlünün içindeki Hakk’a giden yolu göremez hale geliyor. Kendi iç âlemine, kendi yurduna yabancılaşıyor.

Kibirle ilgili düşünceler geldi aklıma. Ben kibri her zaman kötülük olarak gördüm. Toplumun yargısıyla heyecanlanan ve yoldan çıkan ve bir gösteriye dönüştüğü için sesi bozulan ve kendisiyle ilgili söylenen şeylerden olağanüstü bir tatmin duygusu çıkaran, bakıldığı için yanakları kızaran kadın… Ben bu kadında aptallıktan başka bir şey görüyordum: Hastalıktı onda gördüğüm. Eksiklik ya da kusur gibi yetersiz ve mutluluk vermeyen bir zevk, bedeninde bir rahatsızlık hissettiğinde kaşınan ve bundan zevk duyan biri gibi…

Ama sen kibirli bir karikatürsün!

Ben kibirlilerin yaşamayı bıraktıklarını söylüyorum. Çünkü öncelikle alması gerekiyorsa kim kendinden daha büyük olanla alışveriş yapar? Ölümsüzlük amacıyla kavrulmuş ve kurumuş olan, hiç büyümeyecektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.181

Bağışın karikatürü. Ve şölenlerde söz almak için kalkar. Meyve dolu ağaç gibi, konuklara doğru eğilir. Ama konukların toplayabilecekleri hiçbir şey yoktur. Ama topladıklarını sanan birileri her zaman olur, çünkü hepsi ondan daha aptaldır ve onun tarafından onurlandırıldıklarını sanırlar. Ve o kibirli bunu bilirse konuk aldığına göre vermiş olduğunu sanır. Ve meyve vermeyen iki ağaç gibi birbirlerinin önünde eğilirler.

Kibir, gurursuzluk, kalabalığa bağımlı olmak, iğrenç bir boyun eğmedir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.183

Bu dünyada her konunun, her alanın arkadaşlığı farklı desenli. Hayırda, güzellikte gerçekleştirilen paylaşım ve beraberlik bir yürek işi. Menfaat yoktur, kibirden uzaktır herkes. Ortak dilin konuşulduğu tatlı ve derin beraberlikler, nice dostluklar gelişir.

Ortak dil, insanı insan yapan değerlerin dili. Sınırları olmayan varlığın evrensel dili. Çıkara dayalı, hırsı soluklayan beraberliklerde, gözü dönen kinlerde maalesef yürek paylaşımı olamıyor. Çünkü nefisler birbirine sadece almak için el veriyor; göz boyamak, kandırmak için eğiliyor.

Uygarlıkların yeni bileşimler yaratmak için birbirleriyle rekabet etmeleri iyi bir şey; ama bunun için birbirlerini yutup yok etmeleri korkunç.

Madem ki kurtuluşumuz, bizi bağlayan bir amaç etrafında birbirimize yardım etmemiz gerektiği bilincinde olmaya bağlı, onu şurada veya burada arıyor olmak hepimizi bağlamaz mı?

Viziteye çıkan cerrah hastanın şikayetlerini dinlemez sadece, o hasta aracılığıyla bütün insanlığın sağlığıyla ilgilenir. Evrenseldir cerrahın kullandığı dil.

Hem tek bir atomu hem bütün bir nebulayı anlamasına yardım eden o ilahî düşünüş içindeki fizikçinin kullandığı dil de evrenseldir.

Sıradan çoban için de böyledir bu. Çünkü kendi halinde yıldızların altında birkaç koyunu güden çoban, varlığının bu hayattaki yerinin bilincine vardığında, kendisinin bir hizmetkârdan çok daha fazlası olduğunu fark eder. Nöbet bekleyendir çoban. Ve her nöbetçi kendi başına bütün imparatorluktan sorumludur. 

Bir çobanın hayattaki yerinin bilincinde olmak istemediğimi mi sanıyorsunuz?

Madrid cephesinde, siperin beş yüz metre ilerisinde, bir tepenin üzerinde küçük taş bir duvarla çevrili bir okula gitmiştim. Bir onbaşı botanik dersi veriyordu. Elindeki gelinciğin incecik yapraklarını koparırken saçı sakalı birbirine karışmış erler üzerlerindeki çamuru silkeleyerek etrafına toplanmışlar ve dışarıdaki havan atışlarına rağmen merakla ona bakıyorlardı. Çevresinde bağdaş kurup oturarak çenelerini ellerine dayamış dikkatle dinliyorlardı.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.191

Saint-Exupéry’i rahatsız eden ve onun için üzerinde en çok durduğu konulardan birisi, insanın içindeki gerçek değeri göremeyen veya görmek istemeyenlerin, insanı nasıl değersizliğe mahkûm ettikleri. Hemen hemen her eserinde yazarın kibre, çıkara, zulme, sömürüye nasıl baktığını rahatça görebiliyoruz.

İnancım odur ki; benim uygarlığım yardımseverliği, insanı egemen kılmak üzere insan için yapılan özveri olarak tanımlamaktadır. İyilik bireyin değersizliğine rağmen onun içindeki insana yapılan yardımdır. İnsan’ın temelidir bu yardım.

Ben yardımseverliğin, değersizliğin övülmesi demek olduğunu ileri sürerek insanı yadsıyacak, dolayısıyla bireyi sonu gelmez bir değersizliğe mahkûm edecek kimselerle çarpışacağım. Ben, insan için çarpışacağım. Bütün düşmanlarına karşı savunacağım insanı.

Gerekirse kendime karşı bile savunacağım.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.171

Bireyden beklenen alçak gönüllülüğün derin anlamını kavrıyorum. Bireyin değerini düşürmüyordu bu alçak gönüllülük. Yüceltiyordu onu. Elçilik konusunda ona yardımcı oluyordu. Bir yandan da insanlarda Tanrı’yı saymaya zorluyor, bir yandan da kendi benliğinde de Tanrı’ya saygı göstersin, kendinin Tanrı’nın habercisi, Tanrı’ya doğru yükselen bir varlık olarak görsün istiyordu.

Tanrı sevgisinin neden insanları birbirlerine karşı sorumlu kıldığını, neden umudu bir erdem saydığını da anlıyorum. Bu sevgi her insanı aynı Tanrı’nın Elçisi yaptığı için insanları kurtarmak herkese düşüyordu. Hiç kimsenin umutsuzluğa kapılmaya hakkı yoktu, çünkü her insan kendinden yüce bir varlığın habercisiydi. Umutsuzluk kendi benliğinde Tanrı’nın yadsıması demektir. Şöyle dile getirebilirdi umutlu olma ödevi:

‘Çok mu önemli sayıyorsun kendini? Kendini beğenmişlikten başka bir şey değil senin umutsuzluğun.’

Tanrı’nın mirasçısı uygarlığım, birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için ilkesini getirdi insanlara.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.161

İnsan gönlü, hayata anlam verdikçe basiret gözünün ve tevazuun değdiği yerden ötelere açılıyor. O vakit anlıyor ki ötelerin bahçeleri benzemiyor buradakilere. İçindeki güller de benzemiyor, çünkü o güllerle yıkanan yüzler bir başka eğiliyor yaşam üstüne. Çünkü o güllerin rengi, kokusu Gerçek Dost’tan geliyor; yüzlerin kokusu da o güllerden.

Rengine nefsi karışan güllerin hiç kokusu yok buralarda. Bakıldığında Mevlâ’yı hatırlatan yüzler ise ne güzel kokuyordu!

İnsanı dosta ve Tanrı’ya götüren “tevazu”dur veya Yunus’un deyimi ile “aşaklık”tır. “Aşaklık”ın sembolü sudur. Su tepelerden aşağı iner, başka sularla birleşir, ırmak olur ve aka aka denize ulaşır. Yunus su ile tevazuu şöyle över:

Gör alçaklığı akdı ırmağ oldı
Aka aka denize varmağ oldı

Akup su alçağa suya katılur
Su suya irdi denize yetilür 

Mehmet Kaplan / Yunus Emre’nin İnsan ve Ahlak Görüşü /
Risâlât al Nushiyya’nın Tahlili

Kendini bildikçe can toprağında filizlenmek ve hayat damarlarında meyveye yürümek. Yürek ısındıkça, enaniyet tepelerinin eridiğini fark etmek ve kibrin katılığından arındıkça damla damla deryaya süzülmek.

Buluttan bir damlacık indi denize. Enginliği görünce utandı. Kendi kendine, ‘Denizin karşısında ben kimim ki… Onun varlığına göre, ben yok sayılırım.’ dedi. Kendisini küçük gördüğü için sedef gönlünü açtı ona, bağrına bastı ve korudu. Naz ile besledi damlacığı sedef. Kader onu o denli yüceltti ki, sultanların tacına kondurdu sonra inci olarak. Damla kendisini alçak gördüğünden yüceldi, yokluk kapısına kapılandığı için var oldu.

Sadi Şirazi

Denize varmak, ırmağın hayali. Bu hayaline varabilmek için su, yüzünü aşağılara çevirmesini bilmeli. Tepelerden inmesini bilmeyen, deryaya yol alamıyor.

İlahî sevgiye varmak da gönül ehlinin hayali. Yüzünü dünyadan, kalbini kibirden çevirebilmeli ki tevazuun akışıyla Mevlâ’sına yol alabilsin.

ABD’de kadın dergileri üzerine yapılan bir araştırma, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ahlakiliğin giderek daha az biçimde nesnel, bükülmez ve evrensel bir kurallar bütünü olarak algılandığını, daha çok da bireysel bir karar ve kişisel bir sorun olarak ele alındığını gösteriyor.

Benliğin değer sağlayıcı bir üs haline gelmesi, dinin ve geleneğin değer ve anlam sağlayıcı özelliklerini kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkıyor.  

Kemal Sayar / Kendi Önünden Çekil

Binanın temeli sağlamsa o bina emniyet verir. İnsanın emniyet vereni ise karakterinin sağlamlığıyla anlaşılır. Dürüstlüğüyle, sadakatiyle, doğruluğuyla rahatlatır. İstikamette oluşun, dik duruşun kaynağı sağlam benlik ve kendiyle barışık olan dengeli iç âlem.

Sallantıda benlikler sallantılı yaşamları oluşturuyor. Anlamı olmayan geçiştirilmiş zaman ise ruhu öldürüyor. Makineleşen dünya insanını bekleyen bu anlamsızlık ve yalnızlık onun sonu olmamalı. Onun için başa gelen sıkıntıları birbirimize sığınmaya çevirebilmeli, kâinatın paylaşım dairesine biz de katılmalıyız.

Tabii en önemli engeli kaldırarak: Kibirden uzaklaşarak. Gerçek tevazuu idrak edip damarlara zerk ederek. Öyle ki kanın damarlarda nasıl dolaştığını fark edemiyorsak, bu hali de fark edemeyecek kadar bütünleşerek.

Tevazuu didaktik açıdan 3 ana gruba ayırabiliriz:

  1. Sahte tevazu
  2. Taklidî tevazu
  3. Gerçek tevazu

Sahte tevazu, aslında çok kibirli olan insanın, yine insanların gözünde değerli olmak maksadıyla üstüne giydiği bir “sözde” tevazu halidir. Bu hal biraz dikkat edildiğinde hemen sırıtır ve bizi rahatsız eder.

Taklidî tevazu ise gerçek tevazu sahibi bir insana hayran kalarak iyi niyetle, ‘belki ben de bir gün onun gibi olurum’ ümidiyle o insanın hallerini taklit etmektir.

Gerçek tevazu ise ‘tevazu’ kelimesini bile unutarak var olmak demektir.

Mustafa Merter / Nefs Psikolojisi / s.227

Aynı dünyanın insanı olduklarını fark eden, birbirinin varlığından huzur duyanlar, Yaradan’dan gelen nimetlerden nasiplerini almasını bilenler oluyor. Exupéry’nin kitaplarında dile getirdiği anılar hep bu tür nasibini almış pilot arkadaşlarıyla anlam kazanmış.

Şahane bir ziyafetin ortasındaymış gibi, tatlı bir coşku sarmıştı içimizi. Halbuki hiçbir şeyimiz yoktu. Sadece rüzgâr, kum ve yıldızlar. Sert koşullarda yaşayan keşişler gibiydik. Yarı aydınlık yer örtüsünün üzerinde görünmez bir zenginliği paylaştıkları anılarından başka bir şeyi olmayan altı, yedi adam. 

Sonunda karşılaşmıştık işte. İnsanlar uzun süre birlikte yürürler hayatta, ama hepsi kendi sessizliğine hapsolmuştur, birbirlerine söyledikleri şeyler ötekine ulaşmaz bile. Ama tehlike gelip çattığında, omuz omuza birbirlerine sokulurlar. O zaman aynı topluluğun insanları olduklarını fark ederler. Başkalarının varlığından duyulan huzur sarar içlerini. Birbirine koca bir gülümsemeyle bakar herkes. Herkes bir parça, hapisten salıverilmiş de büyülenmiş halde engin denize bakan o mahkûma benzer.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.39

Bu dünya masalı “bir âdemoğlu varmış” ile başlayıp “edep ya hu” ile bitmeli. Edep, insan ilişkilerinde saygı ve davranış sınırını belirleyen bir çizgi. Edep, Kâinat Sultanı’nın huzuruna gelmek için geçilecek kapıda insanın yüz süreceği eşik. Onun için nefsin kibrinden uzaklaşarak tevazua sarılmak da edeptir. Tevazuu için edep… İlla edep.

Enaniyet çulunu diker her gün bu dünya’
Derler ama üzülme; söken de var Sevdiğim.
Eşiğe yüz sürenin ilim ehli katında
Parlayan nur alnına güneş doğar Sevdiğim.

Ya… nice havadalar! Süs gerekmez manaya
Akıl çoğaldığında söz azalır Sevdiğim.

Hakikat kasesinden bir yudumluk alana
Unutturur nefsini; yaklaşır Yâr, Sevdiğim.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply