Küçük İnsan Büyük Anlam – Bölüm 2 / Orta Dünya Nasıl Ol’du?

0

“İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.”
Hazret-i Ali (radıyallahu anh)

İlim, -lem kökünden bilme demek. Çağımızın en önde gelen konusu. Bilgi çağı, bilgi toplumu, bilginin güç oluşu; bu tabirler çağın ruhunu ifade için kullanılır oldu. Kanaatimiz o ki, biz bilme dediğimiz işin rotasını biraz şaşırdık. Çokluk içinde iç bilişimizi yitirdik. Bilginin çokluğu meselesine gelmeden önce içinde bulunduğumuz ortama bir bakalım.

Her yer kalabalık. Her yerde kalabalıkların içinde madden ve ruhen sıkışıyoruz. Dünyanın kalabalığını nazara alalım. Yaklaşık yedi milyar insan var deniyor. Şehir dediğimiz yapı öyle garip inşa ediliyor ki; şahsen çok çarpıcı bulduğum hesaplamaya göre dünya insanlarının tümünü dipdipe bir yerde toplamak istesek Los Angeles kadar, yani İstanbul’un yaklaşık üçte biri bir alana, il sınırları itibariyle Anadolu yakası kadar bir alana sığdırabiliyoruz. Bu ölçüyü gözümüzün önüne getirelim, bir de her gün içine daldığımız keşmekeşi ve o keşmekeşin bizden, zihnimizden, kalplerimizden alıp götürdüklerini düşünelim. Halbuki dünya geniş.

Kalabalık sadece insanların hücum ettiği dar alanlarda yaşanmıyor. Yoğun bir saldırı altındayız. Sadece ülkemizde kaç televizyon kanalı vardır, kaç gazete basılıyordur bilmiyorum. İnternette kaç trilyon internet sayfası vardır onu da bilmiyorum. Basit kelimelerden, karmaşık kavramlara herhangi bir internet aramasında ortaya çıkan sonuç sayısının kaç milyarlar olduğunu da hafızamda tutamıyorum. Kaç tane haber sitesi vardır her gün; haber, manşet, fotoğraf, yorum ve analizinin yapıldığı- “bilmiyorum”. Bu bilmemelerimi, ülkemizin çapını alıp dünyamızla çarpalım; eşittir bir o kadar daha bilmiyorum. Sokağa çıkıp işe gitmek için kullandığım 15-20 kilometrelik rotam boyunca toplu taşımalarda, duraklarda, kaldırımlarda kaç tane; size bir şeyler söyleyen, gösteren, hatta artık video formatında kaç reklam filmi izleten pano var bilmiyorum. Kendisini bu sağanaktan sakınmaya çalışan bir insan olsak, hayat içinde muhatap olduğumuz onca insandan, onların maruz kaldığı sağanağın etkilerini, tepkilerini almamak, sağanaktan ıslanmadan kurtulmak mümkün mü?- bilmiyorum.

Ve şimdi Twitter ve benzeri platformlarda artık herkes herkesle iletişim kurabilir hale geldi. Eskiden sizinle yabancı birinin iletişim kurması için telefonunuzu bulması gerekirdi ve bu da belli doğal referans süzgeçlerinden geçerdi. Tanıdığın tanıdığı üzerinden size ulaşılabilir, mesele her ne ise görüşülürdü ve insanlar spesifik bir meselenin etrafında, dağılmadan, savrulmadan bir şeyleri konuşurdu eskiden; şimdiki gibi herşeyi herkesle irticalî konuşmazdı eskiler. Mahrem dediğimiz, herkesin kendine ait bir haram dairesi vardı. Densizin birisi, mümtaz bir şahsiyete bir tuşa basıp pislik içeren düşünce! ve ifadelerini hemencecik ulaştıramazdı. Şimdilerde pislik her yerde kol gezebilir oldu.

Nazara vermeye çalıştığımız şey; çokluğun nefes aldırmaz, karbondioksitli atmosferi. Ve bu ortamda, esas bilmemiz gereken şeylere karşı dikkatimizi vermekte güçlük çeker olduk. Belli aşamaları geçmiş, ortalama kitleye nisbeten ciddi konulara karşı ilgi geliştirmiş insanlarda da konsantrasyon eksikliği değil, yanlışlığı ortaya çıkıverdi. Yanlış yöne konsantre oluyoruz.

Göğe bakmıyoruz. Kat’iyen bakmıyoruz. Bazen Ay öyle acayip formlarda beliriyor, Dünya’ya yakın olduğu, havanın açık olduğu gecelerde, insanı çarpacak surete bürünüyor ki kafayı kaldırıp onu görmek bir diyaloğun başlangıcı gibi. “Baksana” dediğimiz kimselerin kayıtsızlığı ise farklı bir monolog. Yıldızlar kimseyi ilgilendirmiyor. Muhabbeti zorladığınız takdirde bir iki kelâm ettirdiğiniz insanlarda dahi “hayret” dediğimiz o çok faydalı duygu -belki binek demeliyiz- bir türlü devreye girmiyor. Hayret etmiyoruz. Hayret ettiğini zannettiğimiz bir kısım insan ise Küçük Prens’in de tespit ettiği üzere, sayıyor sayıyor ve herbirine isim koyuyor. Onlar da maalesef hayret değil mâlikiyet iddiasında. Hayrete bir kavuşsak, yıldızları zaten Rabbimiz bize yurt kılmış, bu mümkün olacaktır lutf-u ilahî ile. Yani “dolayısıyla” malik sıfatı kazanacağız hayret ile.

Hüznümüz, bu kadar çok datayla bilgisayarlaşan insanların, insanlaşmaktan, insanîlikten uzaklaşmasından. Ne gerek vardı bu kadar çok şey bilmeye… İlim değil burada konu edindiğimiz biliş. Zira tarif ettiğimiz bilişte metod yok, derinlik yok; çokluk nehrinde rafting yapar gibi tam gaz sürüklenmeden bahsediyoruz. O meşhur data-information-knowledge-wisdom, yani veri-bilgi-ilim-hikmet sıralamasında henüz verinin ötesinin revaç bulamadığı bir dönemin insanlarıyız biz. Zihin olarak hikmeti dışlayan bir çağ bu.

Çokluğun içinde hakikatin kaybolması iyi ayarlanmış bir tuzak. Hakikat öyle bir şey ki, nazarını doğru ayarlamış birisi için her baktığı karede bir mânâ keşfetmek mümkün. Düşman (The Enemy) o yüzden körükle duman basar gibi, çokluğu arttırdıkça arttırıyor.

Yani nasıl arttırıyor? Her şeyi o mu yaptırıyor, kalabalıklara bu kadar tesir mi ediyor? Günümüze değil, yine geçmişe gideceğiz. İçinde bulunduğumuz hikâyenin omurgasını bir mücadele alıyor olduğundan, biz hep mücadelenin kodları üzerinde durmaya çalışıyoruz. Hak-batıl mücadelesi tabiri çok kullanılır ve hikâyeyi tarif sadedinde doğru bir tabirdir de bu. Ama tam olarak neyin mücadelesi, neyin kapışmasını yaşıyoruz?

Hak-batıl savaşı, meselenin biraz neticesi gibi. Savaş nereden çıktı? Neden patlak verdi? Savaştan umulan ganimet nedir? Önce Orta Dünya’ya gideceğiz.

AİNUR’A ÇALDIRILAN MÜZİK ya da MELKOR’A DURDURTTURULAN MÜZİK

J.R.R. Tolkien, 1919 yılında, 27 yaşında iken, Elfçe’de Ainur’un Müziği anlamına gelen Ainulindalë’yi yazmaya başladı. Orta Dünya mitinin kozmogonisini (evrendoğum) oluşturan bu metin Silmarillion kitabının başında yer alıyor. Esas yeri ise 12 ciltlik Orta Dünya Tarihi’nin birinci cildi olan Kayıp Öyküler Kitabı’nın birinci bölümünün başıdır. Başın başı gibi bir yeri var Ainur’un Müziği’nin. 1964 tarihli bir mektubunda, hakkında şöyle diyor yazarımız:

“Bu kozmogonik bir mit. “Bir” olanla, aşkın Yaratıcıyla (Creator kelimesinin başharfi Orijinal metinde de büyük yazılı) bağını, İlk-Yaratılanlardan melekûtî kuvvetler olan Valar’la bağını ve onların ilksel tasarımdaki düzenleyiciliklerini ve taşıyıcılıklarını tanımlayan kozmogonik bir mit…”

1954 yılında ilk cildi yayınlanan Yüzüklerin Efendisi hikâyesinin evren kurgusunun ilk satırları 35 yıl öncesinden yazılmaya başlanmış. Kaldı ki 1919 senesi, bu konudaki yazmalarla ilgili sahip olduğumuz bilgiler ışığında tespit edilebilmiş bir tarih. Daha öncesi ile ilgili karşımıza neler çıkacak bilmiyoruz.

Ainur’un Müziği’ni ilk okuma imkânını, 1977 yılında Silmarillion’u Christopher Tolkien’in edisyondan geçirmesiyle bulduk. Sonrasında, bu metnin yazmalarına ait ayrıntıları ise 1983 yılında yine C. Tolkien’in edisyon çalışmaları neticesinde yayınlanan Kayıp Öyküler Kitabı’nda okuduk. 2015’teyiz. Önümüzdeki yılların neler doğuracağını, nasibimizde var ise öğreneceğiz.

Ainur, Ainu’nun çoğulu. Ainu, Orta Dünya âleminin tüm melekûttan varlıklarına verilen genel ad.  Ainulindalë, yani Müzik henüz başlamadan önce Orta Dünya yok idi. Sadece Ainur vardı. Onların belirivermesinden de önce, sadece Eru vardı.

“Eru vardı, Tek olan, Ilúvatar derlerdi adına Arda’da. Ve önce Ainur’u yaptı. Kutsal Olanları, bunlar zihninin evlatları idiler, ve sair hiçbir şey yaratılmadan evvel onunla birlikteydiler.”
(Silmarillion, Ainur’un Müziği bölümünün ilk cümleleri.)

"Eru Vardı / Tek olan / Ilúvatar"

“Eru Vardı / Tek olan / Ilúvatar”

Eru, Tek olanın isimlerinden biri. Başka isimleri de var ve Tek. Hakkında Orta Dünya Tarihi’nde geçen şu bahse göz atalım.

“Ilúvatar, ilk başlayışın kendisiydi ve Valar’ın, Elflerin, İnsanların hikmet bilgisinin gidebileceği sınırların ötesiydi.

Eriol sordu: ‘Ilúvatar kimdir? O, tanrılardan mıydı?’

‘Hayır’ dedi Rumil. Öyle değil; O, onları yaratan idi zaten. Ilúvatar, her zaman ve her şartta her şeyin efendisi. Dünya’nın ötesinde istiva eder. Onu yarattı. Ondan (dünyadan, onun ihtiva ettiği herhangi bir şeyden) değil. İçinde de değil. Ama onu (dünya ve içindekileri) seviyor.”

Bu ifadeler, uluhiyetin gereği olan sıfatları zihninde oturtamamış birini, tevhid düşüncesine, tenzih düşüncesine, tesbih düşüncesine sevkeden bir âlimin sözleri gibi. “Hayır öyle değil, o değil, ondan değil, O; onun ötesinde, oraların verasında, O ondan değil, o O’ndan. O orada değil; değil ama ötesinde, hele ki sevgisi….”

Eru, her şeyden, İlk Yaratılanlar’dan da önce var idi. Bu isim bize Evvel’i hatırlatıyor. İngilizce “ere” kelimesinin anlamını bu çerçeveden bakınca manidar olduğu için araya sıkıştıralım. Ere, bir şeyden önce demek için kullanılan bir bağlaç. Evveli kelime olarak kullanmak için “ere” diyor İngilizler. Yazarımız da Evvel ismini tarif eden ifadelerinin başaktörünü Eru olarak isimlendirmiş.

Ve Eru, Ainur ile konuşuyor. Konuştuğu lisan ise müzik. O, onlara müzik temaları, ezgileri veriyor, onlar da ezgilerden müzik yapıyordu. O da bundan memnun oluyordu. Ve herbiri, kâh kendi başlarına kâh farklı gruplar halinde müziklerini, ezgisini Eru’dan aldıkları çeşit çeşit müzikleri yaparken Eru’nun zihninden geldikleri, Eru’nun onları yaratma maksadı ile ilgili bilgiye kavuştular. Herbiri, ayrı bir bilişe sahip oldu. Bilişi, Eru’nun verdiği ezgiden alıyorlardı. Her biliş kendine has oluyordu.

“…sadece Ilúvatar’ın zihninin geldikleri parçasına vakıf oldular…. olgunlaştılar…. derinleştiler… yükseldiler.

And it came to pass.

Ve ân geldi, çattı.”

Ân, Ilúvatar’ın şimdiye kadarki en ulu ve harikulâde ezgiyi Ainur’a sunacağı ândı. Ainur büyülenmişti. Muazzam ve büyüleyici. İki büklüm oldular ve öylecene kalakaldılar.

 "Ve önce Ainur’u yaptı / Bunlar zihninin evlatları idiler / Sönmeyen Alev ile yoğrulmuş / Ve sair hiçbir şey yaratılmadan evvel onunla birlikteydiler”

“Ve önce Ainur’u yaptı / Bunlar zihninin evlatları idiler / Sönmeyen Alev ile yoğrulmuş / Ve sair hiçbir şey yaratılmadan evvel onunla birlikteydiler”

Ilúvatar bu ezginin üzerine, ahenk içinde Ulu Müzik istedi.

Ainur’a, “sizleri Zail Olmaz-Mahvolmaz-Ölmez Alev’den yarattım ve sizler de Ulu Müziği yaparken, herbirerleriniz kendinize verili fikir ve cihazlarınız ölçüsünde emeğinizi katacaksınız. Ben de dinleyecek ve ondaki harikalığı görecek ve hoşnut olacağım” diyordu.

Ânın, geleceği zamanda gelmesinde takdir ediciliği hissetmek mümkün. Çünkü olan her şeyde muacceliyetin, ecelin, vaktin gelişi vardır. Küçük, büyük ne var ise, olan olmuşluğuyla gelip çatmıştır. Bir kapının çalışı gibi adiyattan bir hadise için de bu böyle, ölüm gibi en çarpıcısı için de. Ve her şey akar giderken, Ainur ezgi-müzik alışverişini sürdürürken olacakların ilk durağı ilk büyük ezgiye şahit olurlar. O zamana kadarki en muazzam ezgi ile karşılaşırlar.

Bu birinci ezgi ve onunla yapacakları ilk müziktir. İlk büyük ezginin gelişi ile ilk büyük bilgi de gelir. Ainur’un yaratılışları Bitmez-Tükenmez bir Alev’dendir. Herkese bir parça verilmiş, o parça ölçüsünde bir bilişe sahip olma imkânı bahşedilmiştir. Flame Imperishable; Sönmez Alev, Eru tarafından hiçlikten çıkartılarak tutuşturulmuş, varlığın mayası gibi bir şey. Gizli Ateş adını da taşır ve Eru’nun uhdesinde, gizli bir hazinedir. Hayat ve irade sırrı da ondan gelmektedir. Melkor’un kayma noktası da, bu gizli hazineyi kıskanması, onu tek başına elde etme hırsından kaynaklanır. Gandalf’ın, Moria’da, Khazad-Dûm Köprüsü’nde, Balrog’la çarpışırken ilân ettiği Gizli Ateş’in Hizmetkârlığı bahsinde de geçen yine Sönmez Alev’dir.

Birinci Müzik gayretleri başlar. Arplar, utlar, kavallar… Ahenk ve harikalık içinde yükselip fevkâladeden bir müzik belirir.

"Sonra ahenkle biraraya geldiler / Ve harika bir müzik yaptılar"

“Sonra ahenkle biraraya geldiler / Ve harika bir müzik yaptılar”

"Ainur'un sesleri sayıyısız korolar gibi / Ilúvatar'ın ezgisini ortaya koydu / Birbirine geçiş yapan sonsuz melodiler içinde"

“Ainur’un sesleri sayıyısız korolar gibi / Ilúvatar’ın ezgisini ortaya koydu / Birbirine geçiş yapan sonsuz melodiler içinde”

"Ahenkle yoğrulmuş / Duymanın ötesine geçip derinlere ve yükseklere uzanarak"

“Ahenkle yoğrulmuş / Duymanın ötesine geçip derinlere ve yükseklere uzanarak”

“Ilúvatar’ın diyarındaki her bir haneye, öyle ki taştı duvarlardan, yayıldı hiçliğe; ve hiçlik kalmadı.”

"Ilúvatar'ın diyarındaki her bir hane taşacak gibi dolmuştu / Ve müzik yayıldı hiçliğe"

“Ilúvatar’ın diyarındaki her bir hane taşacak gibi dolmuştu / Ve müzik yayıldı hiçliğe”

"Ve hiçlik kalmadı"

“Ve hiçlik kalmadı”

Hiçliği bitirmek. Eru’nun verdiği ezgiyi alıp, Sönmez Alev ilmiyle yaptıkları müziğin etkisi bu idi.

Birinci müzik bu coşkunluk ve uyum içersinde ilerliyorken;

“…bir patırtı koptu hemen.”
.

Melkor bir gürültü anarşisi başlatmıştı. Herkeste karamsarlığa ve ikiliğe sebep oldu. Bazıları onun zırıltısına akordunu ayarlamaya başlıyordu. Ahenkle akıp giden Ulu Müzik bozuldu.

“…Melkor’un yaydığı ihtilaf ile, gürültü denizi içinde, o güzel Müzik kayboldu.”
.

Birinci bozma gerçekleşmişti. İlk itiraz.

Şeytan’ın düşüşünün ilk merhalesi de itirazla başlamıştı. Kendi planını, O’nun planından hayırlı görmüştü. Şeytan da bir bozma teşebbüsüne girişti. Karşılığında bulduğu:

“Çabuk in oradan.”
.

Büyük resimde ise, O’nun vaz’ettiği hikâye çoktan başlamıştı.

"Ve orada bir hayal olarak / Yeni bir dünya gördüler / Boşlukta var edilmiş, ama ondan değil"

“Ve orada bir hayal olarak / Yeni bir dünya gördüler / Boşlukta var edilmiş, ama ondan değil”


Ainulindale’nin ‘temsili’ İllüstrasyonları © Evan Palmer
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply