Kötülüğü Doğru Okumak ve Orta Dünya’da Fonksiyonu – Bölüm 1

0

Bir kavramın mânâsı ile onunla karşı karşıya olan kişinin algısı farklı olabilir. Mânâ, hakikate işaret eder. Hakikat sabittir. Algı sahibinin hakikate yakınlığı ölçüsünde söz konusu kavramı anladığından söz edebiliriz. Başından sonuna kadar imtihan olan bir hayat yaşayan insan için neyi nasıl algıladığı çok önemlidir. Çünkü insan algıları ile hüküm verip, o hükme göre niyet ve amellere yönelir. Ebedî akıbeti ise bunlar üzerinden belirlenecektir. İmtihan kağıdının zor sorularından biri de kötülüktür.

Kabullenmekte zorlanılan bir konudur kötülük. Kötülüğe maruz kalmak veya bir kötülüğün haberini almak, kişi için ciddi bir imtihandır. Çünkü kötülük düz giden çizgide bir sapmadır ve kimsenin tercih etmeyeceği bir durumdur. Dünyada ise aşırı derecede ve miktarda kötülükler vuku bulurken birçok insan kendisini, kimsenin tavuğuna kış dahi demeyen biri olarak görüp, ortaya çıkan haksızlıklara karşı “neden” sorusuna yöneliyor.

Neden sorusunun iki çeşidinden söz edilebilir. Birincisi, öğrenme maksadıyla sorulan, ne-yden sözünün bir başka telaffuzu olan istifhamdır: “Neden böyle oldu acaba?” İkincisi ise aslında tam da bir soru değildir. Sorudan ziyade hüküm içerir: “Neden ben?” Yani, olan kötülüğü haketmemiş olduğu veyahut ortaya çıkan sonucun doğru (hak) olmadığı kanaatine çoktan varılmış, hadiseye olan itiraz dile getirilmektedir. Bu mânâda kullanılan “neden” bir soru değildir. İsyan ifade eden bir itaptır. Halbuki Kur’an-ı Kerim başa gelen kötülüklerle alâkalı şöyle buyurur:

Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.
(Şuara sûresi 42/31)

Kur’an, kötülüğün bize neden isabet ettiğini bildiriyor. Hal böyle iken, anlam vermekte güçlük çektiğimiz hadiseler karşısında kendi düşüncemizi ön plana çıkarmak, “doğrusu bu iken neden buna hükmedildi” kanaati taşımak, bir manâda -hâşâ- “kötü hüküm” verildiğini düşünmek demektir.

Sizi Biz yarattık, sonra size şekil verdik. Peşinden de meleklere: ‘Haydi, hürmet için secde edin Âdem’e!’ dedik. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis dayattı. Secde edenlerden olmadı.

Allah buyurdu: ‘Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene mani nedir?’ İblis: ‘Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.’ (A’raf Sûresi 7/11-12)

Hazret-i Adem aleyhisselam’ı yaratan Allah celle celâluhu’nun secde emrine Şeytan uymadı. Uymama gerekçesine de bir itiraz ekledi. Onun kanaatine göre verilen emirde -hâşâ- bir yanlışlık vardı. Secde edilmesi emredilen varlıktan kendisini daha üstün görüyordu. Emir, onun bu vehmine muhalif gözükünce hükmünü vermişti. Bir mânâda “neden ben değil de o (Hazret-i Adem)?” demiş oluyordu. Ancak bu “neden”, istifham içermeyen türden. Hikmete karşı kapalılık gösterip suret üzerinden kararını vermişti. Emre uyan meleklerin Hazret-i Adem’in yaratılışından haberdar oldukları andaki durumları da şöyle haber verilmektedir:

Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dediği vakit onlar: ‘Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih etmekteyiz!’ dediler. Allah: ‘Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim’ buyurdu. (Bakara Sûresi 2/30)

İlk olarak; meleklerin bu sorusundan, daha önceye ait bir tecrübeden söz etmek mümkün gözüküyor Allahualem. Çünkü “bir halife yaratacağım” haberini duyunca ortaya çıkan soru, oldukça ayrıntılı, kesin ifadelerin kullanıldığı endişeler içeren ifadelerle yöneltiliyor. İkincisi, Allah’ın celle celaluhu soruya karşı mutlak ilminden haber vermek suretiyle cemalî bir tedip ile karşılık vermesi vuku buluyor. Meleklerin aynı zamanda Rab’lerine olan bağlılıklarını ileri sürerken ki mahviyet hali de gözükür durumda. Yani buradaki “neden” sorusu, istifhama yönelik yani “anlamaya çalışmanın” bir ifadesi olarak yöneltilmiş diyebiliriz. Şeytan’ın ifadelerine baktığımızda diklenme ve büyüklük taslama gibi bir dalâlet görülüyor:

Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.

Dalâlete düşen Şeytan’ın, Hazret-i Adem’i ve eşi validemizi Yasak Ağaç konusunda aldatması (kötülük) neticesinde ise insanlık serüveninin dünyadaki kısmı başlamıştı. O serüvenin sonunda (ahir kısmında) ise varlık sahnesinin en güzel hakikati zuhur edecekti. Hazret-i Muhammed Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ile müşerref olacak olan zemine, kötülüğün maşa olduğu bir plan çerçevesinde indirilmiştik. Tarihin en önde gelen kötüsü, kötülükleri ile, en büyük güzelliğe, istemediği halde sebebiyet vermiş de denebilir bu duruma.

Fakat olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz birşeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara Sûresi 2/216)

Yüzüklerin Efendisi hikayesinde gelişen olaylara baktığımızda bol bol kötülük görüyoruz. Hatta ortalık kötülerden geçilmiyor. Hikayenin isminde dahi en kötü karakterin ismi saklı: Sauron. Sindarin lehçesindeki Elf dilindeki manâsı “nefret uyandıran zalim”. Onun Güç Yüzüğü’nü dövmesiyle Orta Dünya arenasına salt kötülük, mahz-ı şer giriyor. Hiçbir hayır muradı olmayan kötücül karakterler, kötülük fiilleri ile herkesin huzurunu kaçırıyor. Bizim için dikkat çekici olan konu da, kaçan huzurlarla alâkalı.

Baş kahramanımız Frodo, huzuru kaçmadan önce, henüz 33 yaşında iken amcasından kalmış olan lüks bir eve, rahat bir yaşama yetecek maddî imkâna, bolca arkadaşa, cennet-misal özellikleriyle yemyeşil Shire’da, Orta Dünya haricinde bizim dünyamızda da herkesin imreneceği bir hayata sahip. İlmi ve öne çıkan bir özelliği henüz keşfedilmemiş durumda. Yüzük’ün yok edilmesi vazifesini üstlenmesi bütün maddî varlığını terketmesine yol açıyor. Sefalet, korku ve acziyet içinde Shire’dan Mordor’a uzanan bir seyahate çıkıyor. Bu seyahat onun için tam anlamıyla bir düşüş. Hikayede sıkça kullanılan tabir ile; bir yük yüklenmiş durumda ancak mahiyetini tam olarak bilemediği bu yük ile yoluna devam ediyor. Kötülerin başa açtığı belalar, bizim kendi hakikatlerimize uygun düşecek bir biçimde Orta Dünya’da da daha büyük hayırlara sebep oluyor kanaatindeyiz. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; Frodo’nun kendi kemâline ulaşmasına uzanan yolun kötülüğün tasallut göstermesi ile açıldığına inanıyoruz. Bu kanaatimizi en görünür kılan anlardan biri Shire’ın Saruman’ın işgalinden kurtarılışı esnasında yaşanır. Shire halkı ülkesini kurtarır. Saruman yakalanır. Frodo’nun irade ortaya koymasıyla kendisi serbest bırakılır. Zaten düşmüş ve elinde hiçbir şer yapma imkânı kalmamış olan Saruman merhamet gördüğü anda, kendisine bunu sunan kişiye, bir anlık boşluktan faydalanarak bıçak çeker. Frodo, mithril zırhı sayesinde kurtulur. Oradaki bir düzine adam Sam’in öncülüğünde Saruman’ı öldürmeye hazırlanırken ve bunun kimsenin vicdanında yük oluşturmayacağı bir anda Frodo araya girer:

Hayır Sam, şimdi bile öldürme onu. Çünkü canımı yakmadı, sonra her şeye rağmen onun bu kötü halet-i ruhiye içinde öldürülmesini istemiyorum. Bir zamanlar büyük biriydi, elimizi kaldırmaya cesaret edemeyeceğimiz soylu bir kişi. Artık düştü ve onu iyileştirilmesi bizim gücümüzü aşar; ama ben yine de, olur da günün birinde iyileşir umuduyla ellenmemesi görüşündeyim.

İnsanların, kuvvetli olmanın, zengin olmanın, meşhur olmanın ideal olduğu dayatmasına maruz kaldığı çağımızda, Frodo’nun daha çok, merhametli ve mütevazı olmayı özendiren bu hali bizce çok kıymetli. Frodo’yu bu noktaya taşıyan temel mesele, kötülüğün zuhuruyla başlayan ve onunla devamlı yaka-paça olduğu seyahati ve bu süreç içinde kuvvet odaklı değil (ki onda olmayan bir özellik bu), kuvveti olmayışının, aczinin bilincinde olarak yoluna devam etmesi. Topallayarak da olsa yola devam etmekten başka yol olmadığı kanaati, “mecburî bir kemâl yolculuğuna” kapı açar Frodo için. İyi olan kahramanlarımızın seyahatlerini ele alırken, kötülüğün failleri hep kötü müydü, kendi hikayelerine kötü olarak mı başladılar sorularına cevap arayarak devam edeceğiz.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply