Kısır Döngülerinde Çaresiz Ruhlar

0

İnsanlara bağlı olan biri için “insan” sadece bir sözcükten ibaret değildir. Ama sorumlu olduğu tüm yaratıklarca tanınmalıdır. Bu, insanı tanımayı istemenin ötesinde bizi birbirimize bağlayan veya birbirimizden ayıran şeylerle birlikle tüm insanları kucaklamaktır.

Özgürlük üzerine söylevler çekmek değil, özgür insanlar yaratmaktır.

Mutluluğun şu ya da bu şekilde olacağını hayal etmek değil, insanların oldukları yerde, oldukları şekilde mutlu olmalarına izin vermektir.

Güzelliği tanımlamak değil, varlıkların güzelliğini ortaya çıkarmaktır. Doğayı, özü tanımlamaya çalışmakla sadece kalbimizin boşluğunu ve fani oluşumuzu gösterir, yaşamayı ve ölmeyi reddederiz; çünkü sözcükler ne yaşatır ne de öldürürler.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.75

İnsan sadece bir sözcükten ibaret olsaydı Allah, kâinatı onun için yaratır mıydı? Kalp sadece bir sözcükten ibaret olsaydı Gerçek Dost’unu bilme şuuruna ve bütün varlığı kucaklama potansiyeline sahip olamazdı. Ruh sadece bir sözcük olsaydı sonsuzluğa, özgürlüğe bu kadar âşık olamazdı.

Bir insan, kendi ruhu özgür değilse, bütün dünyanın bağımsız olmasından ne fayda sağlayabilir? 

Andrey Tarkovski

Ancak, bunca derinliği, sonsuz güzelliği iç âleminde saklayan insanoğlu, bu özelliklerin değişik yollarla kısıtlandığı bir dünyanın esareti altında. Git, gel, ye, iç, bak, al gibi, hızlı zamanın seri adımlarına uyan kısa, basit kelimelerle yaşamını anlamlandırmaya çalışıyor. Karşılaştığı sığlıklara sığamıyor. Kabından taşacak sel gibi inişli çıkışlı ruhî çalkalanışlar içinde. Ne elindeki maddî imkanlarla ne de aldığı eğitim ve kazandığı başarılarla tatmin olabiliyor. Çağın aklı, arayışlar ve gelgitler içinde; adeta serseri mayın gibi nerede patlayacağını bilemiyor.

Dünyanın hali Birinci Dünya Savaşı’ndan beri böyle. Korku duygusu bir yere sımsıkı tutunmayı gerektiriyor, tutunma telaşı da devamlı elde etmeyi ve ayakta kalmayı. Bunların sonucunda oluşan şey: Devamlı kazanmak ve domino taşları gibi birbirini harekete getiren tutkular.

Kazanmak, hızlılığı; hızlılık, yüzeyselliği; yüzeysellik ise duygusal kopuşları oluşturuyor. Estetik ve zarafetten uzaklık, sözde derinlikler kalbî hayatı tahammül edilemez boyutlara götürüyor. Tabii bütün bunların sonucunda insan “Kimim, neyim, niçin varım?” gibi kendisini mutlak hakikate yaklaştıracak sorulara hiç yanaşamıyor. Bu tefekkürü yapamayan, hatta ihtiyaç dahi hissetmeyen, makineleşen yapısıyla sonsuz manevî yolculuğuna çıkamıyor.

Soru sormayı bıraktığınız zaman bittiniz demektir.

Krişnamurti

Düşünen, hisseden insan, bir bahçe sahibi gibidir. Bahçe sahibinin gözleri nasıl hep güneşte, yağmurda ise onun ümidi ve dikkati de aklında filizlenen soruların cevabında olmalı.

Bir goncanın açılması, yepyeni yaşam solukları, bahçe sahibini mutlu eden sürprizler… Çiftçinin bekleyişi gibi insan da hayatın cevaplarını yine hayattan bekleyebilmeli. İşte o zaman sorularla başlayan bu yolculuk, aldığı her cevabın davetiyle ruhu coşturacak, insanı gerçek insanlığa, manevî şifaya ve huzura götürecek.

Gerçek kimliğimizi hatırladığımızda yolumuz berraklaşır. İnsan kendini tanıyabilmek için alışkanlıklarının zincirinden çıkmalı. İnsan, ne denli kendisiyse o denli daha yüce bir hayata adaydır. En acı şey, insanın kendisine yabancı kalmasıdır.

Neden taklit? Neden hep başkaları? İnsan, maskeleri atıp neden kendini oynamıyor?

Taklitle bir şey olmak istediğinde insan, kaybeder büyük gizi.

Zorluk ne kadar büyük olursa olsun, insan kendi yorumlamak zorunda.

Eğer bunu yapmazsa, bir anlamsız kaçışın, saklanışın sonunda, bir kez kendisiyle tanışamadan ölür.

‘Hiç kimse ıstırap çekmedikçe kendini tanıyamaz.’

A. de Musset

Kendini tanımadan gerçek rolünü asla oynayamaz insan!

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.36

Kendi rolünü oynayamayan insana bu dünya sahnesinde iş vermiyorlar. Kendini tanımayan insan, ne zamanı ne de mekanı doğru yorumlayabiliyor. Kendini yorumlayamayan toplum ne insanı ne de olayları doğru tanıyabiliyor. Yanlış tanımalar ve hatalı yorumlar ise manevî hayatı, kalbî değerleri ve ruhun özgürlüğünü çıkmaza götürüyor.

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:

Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,

Durum diye bir laf var, buyurun size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum!

Necip Fazıl Kısakürek / Destan Şiiri

İnsanın kendini tanıması için iç âlemine dönmesi ve bunun için de kendini dinlemesi gerekiyor. Bu da ancak yalnız kalmakla ve özgür olmakla gerçekleştirilebilir. Bu içsel özgürlük yalnızlığın arzu edilen huzurlu anlamı. Ancak bir yalnızlık daha var ki kişiyi dünyada tek başına kalmış, çaresiz ve dertli hissettiriyor. Dostu, arkadaşı olmayan, karşılıksız sevgilerin tükendiği bir dünyadır bu. Geçmişteki geniş ve neşeli aileler yok; sıcacık ortamlarda dayanışma ve kardeşlik anılara karışmıştır.

Saint-Exupéry’de savaşın, baskının altında ezilen ülkesi ve diğer ülkelere yönelik endişeler çok yoğun. Yazar savaşın etkilerini, hissettiklerini ve insanların çaresizliklerini, bilhassa değişik şekilde ortaya çıkan zayıflıklarını anlatmaya çalışıyor. Küçük Prens’in uğradığı her gezegende karşılaştığı karakterle bu zayıflıkları ayrı bir temsil olarak karşımıza çıkartıyor.

Küçük Prens’in üçüncü gezegene yaptığı ziyaret çok kısa sürecektir. Çünkü burada yüreğini derinden etkileyen bir alkolikle karşılaşır. “Büyükler gerçekten çok tuhaf” sözleriyle gezegeni terk ederken aklı karışık, içi kızgınlık yerine acıma duygusuyla doludur.

Sonraki gezegende bir ayyaş yaşıyordu. Küçük Prens orada çok az kaldı, ama yüreği sıkıntıyla doluydu ayrılırken.

Bir sürü boş ve dolu şişenin bulunduğu bir masada oturmakta olan ayyaşa, ‘Ne yapıyorsunuz burada?’ diye sormuştu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / 12.Bölüm / s.56

Ayyaşın kaderi Küçük Prens’i kederlendirir. Ona karşı açıkça sempati duyar. Çünkü ayyaş da bir insandır. Bir öyküsü vardır. Bir zamanlar sevmeyi bilmiştir. Her şeyden önemlisi ona yardım edilebilir.

Bu düşüncelerle ‘bağımlılık’ kavramını; patolojiyi ilgilendiren, endişe verici, klinik bir kavram olmaktan çıkarıp bağımlılık davranışını genel bir tehdit, kriz yatkınlığı ve ruhumuzun verdiği bir ikaz işareti olarak değerlendirebiliriz.

Bağımlı bir tutum içine girdiğimde, kendi benliğimden uzaklaşır ve kendime karşı sevgisiz olurum.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.58-59

Aynı olaya şahit olan insanlara nasıl etkilendiklerini sorsak, her birinin olaya yüklediği anlamın birbirinden farklı olduğunu görürüz. Çünkü yaradılıştan gelen fıtrî özellikler, yaşanılan çevre, alınan eğitim, çocukken edinilen alışkanlıklar, aileden kazanılan üslup, insanın yaşama bakış açısını şekillendirecektir.

Bu şekillenmeden yalnızlık duygusu da nasibini alır. İtilen, kakılan bir evde yetişen çocukla, sevgi gören, görgüyü yaşayan çocuğun iç âlemine atılan tohumlar birbirine benzemez. Kendine güvenenle, güvenmeyenin tohumları geliştirmesi çok farklı olur. Bu nedenle yalnızlık kimi için kendini anladığı, iç sesini dinlediği sakin bir köşedir. Kimi içinse çevresi tarafından itildiği, itildiğini sandığı bir yer veya her şeyden elini çekerek sığındığı bir kabuktur. Fakat bu ikinci tercih böyle kalmaz; gün geçtikçe farklı boyutlara sürükler insanı.

Çağın şekillendirdiği iki, üç kişilik çekirdek aileler insanı yavaş yavaş kabuk yalnızlıklara itiyor. Ruha ağır gelen bu duygu, sonunda onun iç çöküntülerine ve alkol, uyuşturucu gibi bağımlılıklara saplanmasına neden olabiliyor. 

Jack London, Kral Alkol adlı muhteşem eserinde şöyle der: On bin, hatta yüz bin erkekten birinin bile içmeye yönelik organik bir yapıyla doğmadığından eminim. Bence içmek ruhsal bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Bir milyon içiciden sadece biri bile içmeye tek başına başlamamıştır. Tüm içiciler önce topluluk içinde içerler ve bu içme eylemi her zaman sosyal açıdan çok önemli sonuçlar doğurur.

Alkolizm uzun zamandan beri sağlık sigortası şirketleri tarafından bir hastalık olarak kabul edilir. Elbette hiçbiri bu bağımlılığın vahim döngüsünü Saint-Exupéry kadar az ve öz ifadelerle açıklamamıştır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.56

Üçüncü gezegendeki ayyaş adam da yalnızdır diğer gezegenlerdeki tipler gibi. Her yalnızın sığındığı bir yer, yüzünü gizlediği bir maske vardır. Yalnızlığı örtebilmek veya unutmak adına hep bir dala sımsıkı tutunur. Kral hükmetme hırsına, kendini beğenen adam ben-merkezciliğe. Buradaki yalnız da bağımlılığa tutunuyor. Ancak ayyaş adam durumunun farkında; ancak iradesi zayıf olduğu için oluşturduğu kısır döngüden çıkamıyor. Duygularını açıklamada diğerlerine nazaran daha içten. Belki bu nedenle Küçük Prens’i derinden etkiliyor.

Bu kısacık bölümü kesinlikle okumadan geçmemek gerekir. Çünkü bu bölümde yer alan çatışma göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.54

‘İçiyorum,’ demişti ayyaş asık bir suratla.

‘Niye içiyorsunuz?’ diye Küçük Prens yine sormuştu.

‘Unutmak için,’ diye yanıtlamıştı ayyaş.

Küçük Prens adamın haline üzülerek, ‘Neyi unutmak için?’ diye sormuştu bu kez de.

‘Utancımı,’ demişti adam başını sallayarak.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.56 

Sarhoş olduğu için kendinden utanan, kendinden utandığı için daha çok içen bir adam. Kendisini uyutacak bir şeyi yapmak, sonra yaptığından utanmak, bu duygunun vicdandaki yangınını söndürmek için tekrar kendini uyutmak için aynı şeyi tekrarlamak. Aklın içinde iç içe sarmallar… Düşündürmüyor. Kalbi buran helezonlar… Duygulara aman vermiyor. Ne garip bir haldir ki, mazlum da aynı, zalim de aynı kişi.

Arapça’da hamr1 kelimesi “aklı örten, perdeleyen şey” anlamında kullanılıyor. Aklın örtülmesi demek, insanı en üstün yapan değerin, ışığın devre dışı kalması demek. En güzel şekilde yaratılan insan içkinin dozunu kaçırdığında aklı perdeleniyor. Bu kayıpla, onun zavallılaşmasına, insanlıktan çıkarak saldırganlaşmasına, adeta hayvana benzer tepkileri vermesine şaşırmamalı.

Kendi kendime şu soruları sormalıyım: Ben gerçekten bağımlı değil miyim? Bağımlılığa yatkınlığımın sebepleri neler? Bağımlılığımla neyi gizlemeye çalışıyorum? Almanca’da

‘Sucht’ yani ‘bağımlılık’ kavramının etimolojik kaynağı Gotça ‘siukan’ kelimesidir ve ‘hasta olmak’ anlamına gelir. Bu yüzden eskiden ‘siech’ kelimesi de ‘hasta’ anlamına geliyordu.

Bizler her şeye bağımlı olabiliriz: İşe, yardıma (yardım bağımlılığı), ilişkiye (ilişki bağımlılığı), şekerlemelere, yemeğe, içmeye, sigaraya… okumaya, televizyon seyretmeye, telefonla konuşmaya, internette gezinmeye, araba kullanmaya… Böylece ortaya kıskançlık, onaylanma hırsı, gösterişçilik ve daha pek çok bağımlılık türü çıkar.

Uyuşturucu değil, der tanınmış doktor ve bağımlılık terapisti Walter H. Lechler; sadece insan…

Küçük Prens’teki ayyaş, arkasında durduğu şişelerle bir surun ardına gizlenmiş gibidir.

Ancak bağımlı davranış biçimi, sadece ve sadece bağımlılık yapan maddelerle ilintili değildir. Klinik-psikolojide bu kavramla, klasik, çoğunlukla maddeyle ilintili bağımlılık kastedilir. Ancak bağımlılık aynı zamanda kavga bağımlılığından güç bağımlılığına kadar uzanan günlük bir kavramdır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.59

Kazanmak için koşturanlar, koşturmak için kazananlar… Hükmetmek için yaşayanlar, yaşamak için hükmedenlerin asrındayız. Yani kısır döngülerinde yok olan ruhların dünyası. Herkes olmak istemediği, yaşamak istemediği bir şeyden, bir yerden kaçıyor. Ama nereye saklanacak, kime sığınacak? Problemin kilidi burada. Doğru yeri bulan, sarmalından kurtulacak. Yanlış yerlere gidense sarmalında döndükçe dönecek.

Kaçan kişi iki yere sığınarak kurtulabilir. Ya onu seven yakınlarına ya da her şeyden kuvvetli, her şeye hâkim ve herkesten merhametli olan Mevlâ’sına. Birincisi için dostluk, arkadaş, aile, bu işin olmazsa olmazı; ikincisi içinse iman. Zaten her şey burada düğümleniyor. Çünkü modern dünyanın iki sığınağa da giden yollarında engeller var ve de insanın rahat yürümesini sağlayacak desteği yok. Bu nedenle bunaltan yalnızlığının çözümünü insan yine kendi yalnızlığında arıyor.

Bağımlılık ağır bir ruhsal bozukluğu işaret eder. Çatışmaların yanlış, hatta nevrozlu bir biçimde çözümlendiği, içsel sorunların gizlendiği anlamına gelir. Küçük Prens’i melankoliye sürükleyen ayyaş, son derece kötü bir örnektir. Bağımlılık çoğunlukla dikkat çekmeyecek biçimde, hatta bazen büyük bir sessizlik ve hareketsizlikle gizlenir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.57

Bağımlılığın ardında özlem gizlidir. Bu yaşam ve sevgiye duyulan özlemdir. Bağımlı davranış biçimi beni kendimle baş başa yapayalnız bırakır.

Ayyaş, yaşamının anlamını yitirmiştir. Bağımlılık krizinde yeni baştan anlam arayışına girme şansı vardır. Utanç duygusu bağımlılığı körükler. Ancak bağımlılığının ortaya çıkışını ve seyrini hatırlamaya, o zamanki duygularını yeniden hissetmeye ve o duyguların üstesinden gelmek için çabalamaya başladığı zaman utanç duygusundan kurtulup, varoluşundan duyduğu memnuniyetsizliğin sebeplerini sorgulayabilir ve mutsuz yaşamının “yataklı vagonundan” dışarı çıkmayı başarabilir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.60

Utanma duygusunun Arapça’daki karşılığı olan “hayâ”, insana doğuştan verilen fıtrî bir özellik. Onun için istediğini yapmak isteyen nefis karşısında hep onu bulur. Aynı, manevî âlemin bahçelerine benzer hayâ. Ondan edinilen her şey güzel, sağlıklı ve bereketlidir.

Yanlış bir şey yaptığı halde pişmanlık duymayanların hayâ duygusu ölmüş demektir. Hayâ, hayy2 kelimesinden türemiş. Yaptıklarından rahatsız olanlar, yani hayâ edenler, hayat bulurlar. Hayatın hakikatini bulanlar da hep hayâ edenlerdir. Burada dengeyi sağlamak çok önemli.

Üçüncü gezegendeki ayyaş da utanıyor; yani hayâ ediyor. Nefsinin tutkuları insanî yanını öldürememiş. Fakat ondaki utanma duygusu aşağılık kompleksine dönüşmüş. Ve ezik görüntüsüyle Küçük Prens’in masum yüreğini oldukça yaralıyor.

Bunlara rağmen ümit kesilmeyecek bir model. Yanından kaçılan değil, merhamet duyulan bir kişilik. Belki de makineleşen modern dünya insanını en fazla temsil eden de o.

Goethe, yazdığı bir mektubunda, ‘İnsanı kendi haline bıraksınlar, ona ne çok şey bırakmış olurlar.’ diyor.

Tanrı’dan uzak kalışın verdiği ıstırapla insan kalbi soluyor.

Yalanın, çirkinin yaşattığı örnekler insanın gözlerine, dimağına siniyor. Tohum kök salamıyor kalbe.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.117

Kendisine dayatılan dünya, tüm gerçekleriyle kalbine ve ruhuna ağır geliyor. Hayatın sorularıyla karşılaşmaktan korkuyor; çünkü cevapların kendinde olduğunu ve buna da cesaret edemediğini biliyor. Aklı, vicdanı bundan rahatsız. Sonuçta kendini küçük görmeye başlıyor. Bir süre sonra çevresinin de kendisine böyle baktığı vehmine kapılıyor. Herkesten uzaklaşmaya başlıyor. Üzerinde kurduğu bu olumsuzluklar ve baskıların altında ezildikçe psikolojisi bozuluyor.

Yeniden ayakta kalabilmek için destek arama telaşına giriyor. İşte burada en büyük hatasını işliyor: Yanlış adrese başvurma, çareyi alkol almakta bulma. Zannediyor ki yaşadıklarını bir daha yaşamayacak, her şeyi unutacak.

Başta hoşuna gidiyor kendinden geçmek. Ancak bir müddet sonra alkolün unutturan çekiciliği gidiyor, yerine acısı, kasvetli yüzü geliyor. Değil sorunları unutmak, sorunlara sorunlar eklendikçe ekleniyor. Bağımlılığın dozu artırılıyor. Çevre uzaklaşıyor gözlerinden, yakın bildikleri uzaklaşıyor. Uzaklaştıkça yalnızlığı artıyor. Ve “circulus vitiosus” denilen garip bir döngü içinde buluyor kendini.

Sadece alkoliklerin değil, tüm bağımlı hastaların başına gelen ‘circulus vitiosus’ yani kısır döngü3 tam olarak budur; suç, utanç ve unutma döngüsünden kurtulamazlar.

Küçük Prens’in bilmediği şudur ki, bağımlılar birer gelir kaynağı olarak görülür ve tekrar baştan çıkarılırlar.

Maja Langsdorff, Gizli Bağımlılık – Aşırı Yemek Yeme İsteği adlı kitabında bu durumu şöyle açıklar: İlaç sanayi, tütün sanayi, oyun makineleri üreticileri, bağcılar, içki fabrikaları, bira üreticileri, şekerleme sanayi ve diğer pek çok iktisat dalı, bağımlılık potansiyeli olan ürünleri üreterek varlıklarını sürdürürler. Bağımlılığın oluşumunu sağlayan elbette sadece bağımlılık yapan maddeler üretenler değil, bu maddelere karşı bağımlılık yatkınlığı olan tüketicilerdir.

Ancak bu ürünler tek başlarına bağımlılık yapmazlar; bir bolluk ve usanç toplumunda kendilerine verimli bir zemin bulurlar. Bugün biliyoruz ki bağımlılık yatkınlığıyla her faaliyet, her davranış, zorunluluğa dönüşebilir ve bir bağımlılığın işaretleri olarak kabul edilebilir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.57

Gezegendeki ayyaş adam üstünlük taslayan, hakimiyetiyle ezen biri değildir. Bilakis kendini suçlu gören, bundan utanç duyan ve unutmak için içen bir kurbandır.

Yaşamak istediği masal dünyası ne yazık ki gözlerinin önünde kabusa dönüşmektedir. Aynı büyükanne kılığına giren kurdun “Kırmızı Başlıklı Kız”ı önce kandırması, sonra yemesi gibi içine girdiği kısır döngü de ilk önce onun bakışını söndürür; sonra bütün canlılığını yer, bitirir.

.Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?

.Seni daha iyi kucaklamak için!

der kurt.

Madde ve tüketim dünyasının kolları da ilk önce çok güzel sarıyor; ama sonunda dişlerini gösteriyor:

.Dişlerin neden sivri peki Büyükanne?

.Seni daha iyi yiyebilmek için!

der kurt ve yataktan fırlayarak bir lokmada “Kırmızı Başlıklı Kızı” yer.


1. Başörtüsünün Arapça’da karşılığı “hımar”. Saçları ve başı örten, gizleyen ve perdeleyen anlamına geliyor.
İçkinin karşılığı “hamr”. Aklı örten, gizleyen ve perdeleyen şey anlamına geliyor.
2. Hayy: Yaşamak, canlı olmak anlamındaki “h-y-y” kökünden türemiş. Canlı, diri, yaşayan demektir; ölünün zıddıdır. Allah’ın sıfatı olarak “Hayy”, “Yaşayan, Ölümlü Olmayan” anlamında…
3. Circulus + vitius = Circulus vitiosus (Latince)

daire + hatalı = Kısır döngü / Halka

‘Ayyaş Adam’ İllüstrasyonu © Victor Maury
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply