Kim Duyar Ses Etsem Beni Melekler Katından?

1

Ramazan manevî iklimlerin en etkili rüzgarı. Oruç, bu rüzgardaki iksir. Dokunduğu bedeni, ruhun rengine çeviriyor. Beşer, insana dönüyor; nefis, vicdana. Damarda kan Allah’a varan yollar gibi. Akışı farklı, sıcaklığı, coşkusu farklı. İçten gelen coşku, sükunette dinlenen dalgalar. Farklı vuruyor sahile. Oruç, yaşamı dirilten şiir. Hele usta bir şairin kaleminden dökülürse… 

Ten ruhun avuçlarının içinde
Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker
İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer
Bir mevsime döndürür zamanı hiç değişmeyen
İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri, göğü, fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden

Sezai Karakoç / İnsan ve Oruç

Ramazan’ın son günlerine geldik. Az sonra bütün bahçeleri soluğunda taşıyan rüzgar gibi ruhları esintisiyle huzura erdirerek, zikrin tadını gönüllerde bırakarak gidecek. 

Bu rüzgarın huzurunu hep taşıyabilsek. Dünyanın telaşından yine bunalmasak. Manevî terazinin kefesindeki ağırlığa ağırlık eklemiş olabilsek. Nefis ne çabuk unutuyor ve unutturuyor. Unutmayı da unutsak. Sadece O’nu ve O’nun “en sevdiği”ni ve sevdiklerini hep hatırlasak.

“İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer” diyor şair. Ruhun bedenin karanlıklarından sıyrılıp aydınlığa kavuşması bir hakikat. Hakikatin anlamı her yerde tek. Güneş, her yerde aynı güneş. Ancak her varlıkta yansıması farklı. Her ağacın yapraklarından süzülüşü farklı. Geniş yapraklar, iğne yapraklar, diken yapraklar, kalın etli yapraklar, tüylü yapraklar, el şeklinde yapraklar…

Sezai Karakoç’un şiiri başka bir iklimin şairini aklıma getiriyor: Rainer Maria Rilke. Okudukça içimde farklı bir yere oturan kişilik. Turan Oflazoğlu’nun onun şiirlerinden düzenleyerek meydana getirdiği eseri Seçilmiş Şiirler & Duino Ağıtları’ndan bir şiir seçiyorum:

Düşer yapraklar, düşer sanki uzaklardan,
gökyüzünde uzak bahçeler mi bozulmuş ne;
düşerler gönülsüz doğanlar gibi. 

Düşer geceleyin ağır yeryüzü de
yalnızlığa, bütün yıldızlardan.

Biz hepimiz düşeriz. Düşer bu el, bak.
Gör başka şeyleri de: bu, hepsinde. 

Ama var biri, bu düşmeyi ellerinde
tutar, sonsuz yumuşak.

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke /
Seçilmiş Şiirler & Duino Ağıtları / s.65

“Biz hepimiz düşeriz. Düşer bu el, bak.” Taşlar sivri, yer kaygan; yürürken düşmek. Niyetler sivri, ilişkiler kaygan; severken düşmek. Sözler sivri, zihinler kaygan; düşünürken düşmek. Düşmek zamanın yer çekimi. Yalnızlığın ayağına takılarak düşmek. Anlamsızlığın boşluğuna savrularak düşmek. Düşmek önce korkuyu, sonra ihtiyacı baştan ayağa hissetmek. Düşmek, dünya imtihanının zor sorusu. Ya kalkacaksın ya sürüneceksin. Güzün soluğu, yaprağı düşürür. Yaprak düşmese yeni sürgünlerin değerini kim bilir? Düşmek, sana uzanan bir el varsa, onun gücünü hissetmek demek. Seni tutan elin sendeki değerini fark etmek, tutunmanın anlamını çözmek demek.

Düşmek olmasaydı, fark edebilecek miydik? Düşmenin, kalkmanın ve göklere yönelmenin ilk adımı olduğunu bilecek miydik?

Mevsim değişse, sular çekilse, ağaçta yaprak kalmasa da; Mevlâ’yı bilenin gönlünde kaygı yoktur. Canda can kalmasa, bir sarı rüzgar alıp götürse de insan için her mevsim sadece toprağın ayrı bir rengidir, havanın ayrı bir soluğudur. “Sen varsan ve her düşmede ellerinde yumuşacık tutuyorsan ve sonsuzsan” ne gam! 

Ama var biri, bu düşmeyi ellerinde tutar, sonsuz yumuşak.” Her fani hata yapabilir, günaha girebilir, çaresizlikten çırpınır. Ama biri vardır; her daim izler seni. Düşmeye gör; tutuverir elinden. Rahmetiyle yumuşak, Kudretiyle sonsuzdur.

Rainer Maria Rilke

Rainer Maria Rilke

Ne zarif ne derin ifadeler… Sanki konuşuyor gibi anlatılmış. Rilke’nin çocukluğuna bakınca onun yaşadığı ağır şartlardan bu mısralara, Duino Ağıtları’ndaki manevî duygulara nasıl geçiş yaptığını insan düşünmeden edemiyor? Hele anne profilinden uzak birinin yanında geçirdiği çocukluğu şaire şu sözü dedirtmişken: “Ben sevemem, annemi sevmem de ondan.”

Ozanın babası Josef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak istemiş, ama askerlik mesleğinde pek yükselemeden ayrılmak zorunda kalmış, demiryollarında müfettiş olarak çalışmıştır. Orta halli yaşamayı yadırgamayan, azla yetinmeyi bilen bu babaya karşılık, annesi Sophia (Phia) Rilke, ölçüsüz tutkuların, aşırı özlemlerin kadınıdır. Oğlunun subay olmasını, kendi büyüklük ve soyluluk düşlerini onun gerçekleştirmesini ister. Oysa, yedi aylık doğan bu narin yapılı çocuğu, altı yaşına dek bir kız gibi büyütmüş, kız giysilerine bürümüştür. İlk çocuğu kızmış ve pek küçükken ölmüş de ondan. Bu yüzden, ikinci çocuğunun oğlan olarak doğmasına bir türlü alışamaz. Sık sık bir oyun oynarlar aralarında, annenin sahnelediği bir oyun: Anne odasında oturmaktadır. Derken kapı vurulur. Anne sorar: “Kim o?” Oğul dışardan seslenir: “Ben, Sophie” (annenin kendi adı).

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke /
Seçilmiş Şiirler & Duino Ağıtları / s.12

Rilke yıllar sonra gönülden bağlandığı; ama sonradan ayrıldığı Lou Andreas Salome’ye yazdığı mektuplarından birinde anneye dair özlemini ve derdini onunla şöyle paylaşacaktır:

mektubunda yaşlı bir köylü kadından bahseder ve arkasından içinde biriken yılların acısını şöyle dile getirir:Keşke bu ihtiyar gibi yorgunluğuyla mutlu ve yorgunluğuyla dindar sade bir annem olsaydı.’

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke /
Seçilmiş Şiirler & Duino Ağıtları / s.14

Anne bir kere doğurur bebeğini beden olarak; ama onun ruhunu binlerce doğurur. Anneyi gerçek anne yapan da budur. Ama Rilke bir kere doğar annesinden. Çünkü Sophia Rilke, bir çocuğun ihtiyacı olan sevgiyi, şefkati, emniyeti, huzuru, güveni doğurmaktan uzaktır. 

Zenginlik gibiydi karanlık, odanın içinde;
saklanıp oracıkta çocuk, otururken.
Ve anne sanki düşteymiş gibi girdiğinde,
sessiz dolapta bir kadeh titredi birden.

Odanın kendini ele verdiğini duyunca,
öptü çocuğunu eğilip: Sen burdasın demek?
Baktılar piyanoya derken, ürkek ürkek;
anne sık sık bir şarkı söylerdi akşam olunca,
bir şarkı, çocuğu çeken derinliklerine.

Ne sessiz otururdu. İri bakışları yine takılmış,
yüzüklerden sarkan eline kadının –
sanki karda güçlükle yürürmüş gibi kışın,
beyaz tuşlar üstünde giden eline.

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke / Seçilmiş Şiirler &
Duino Ağıtları / Bir Çocukluktan / s.56

Akan suyun sesinden en çok kim etkilenir? Susuzluktan içi yanan. Her susuzluk, pınarını arattırır. Yoğun yaşadığı yalnız günlerinin çaresizliği de Rilke’yi içine döndürerek orada sığınacak bir gücü, sarılacak bir eli arattırıyor. Cinnet karanlığında geçirdiği sarsıntılar ve aklının soruları, kalbinin sorguları şairin iç dünyasını öylesine esip savuruyor ki, tozlar kalktıkça altından çıkan aydınlıkta gökyüzünü farklı görmeye, hiç yaşamadığı hislerle dolmaya başlıyor.

Ruhsal bunalımlar içinde olduğu bir sıra, dostları psikoterapiyi salık veriyorlar Rilke’ye; o da önce razı oluyor. Ama hekime gidileceği gün vazgeçiyor. Gerekçesi: Şeytanlarımı kovalayayım derken, meleklerimi ürkütmekten korktum.’ 

Ve ‘Karanlık Tanrısını aramaya koyuluyor yine, şiiriyle tabii; çünkü biliyor: Cinnetine biçim verebilen, ona egemen olur, hatta onu üstün bir amaç için araç olarak da kullanabilir. Rilke’nin amacı ise, hayatı bütünüyle kavramak; varlığın hiçbir kesimine yabancı kalmamak, en korkunç, en iğrenç hayat durumlarını bile bütün yönleriyle kucaklamak ve türkülemek.

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke /
Seçilmiş Şiirler & Duino Ağıtları / s.20 

İnsanın bilmediği, onun için karanlıktır. Karanlık, ruhun bilinmezlikte kayboluşu. Varlığa yabancılık ve yaşamı kavrayamayış. Kaybolmak, cevapsız sorular arasında sıkışmak. Ve bu sıkışmanın adına cinnet deniyor.

Rilke bu cinnet halinden sonra çok farklı bir atmosfere girer. Sanatçı duyarlılığı, her zorluğu kucaklama isteği onu farklı bir yere getirir. Varlığa ilgisi, sevgisi bundan böyle aynı kuş bakışı gibi çok yukarılardan yayılacaktır. Şuuru ufuklar ötesine dalacak ve hisleri yaradılışının merkezine gittikçe derinleşecektir. Bu arayışı bitmez. Dostluğu arar, sevgiyi arar. Komşusundan bir bardak şeker ister gibi, hayatın anlamını öğrenmeye gök kapılarını tıklatır:

Rainer Maria Rilke / 1906

Rainer Maria Rilke / 1906

Sen, komşu Tanrı, uzun geceler bazen
kapına vura vura uyandırıyorsam seni,
solumanı seyrek duyduğumdan
bilirim: yalnızsın odanda.
Sana bir şey gerekse, kimse yok,
bir yudum su versin arandığında.
Hep dinlerim. Yeter bir belirtin.
Öyle yakınım sana.

Bu duvar resimlerinle kurulmuş.
Resimlerin adlar gibi durur önünde.
Ve parlasa birden içimdeki ışık benim
ki bu ışıkla bilir seni derinliklerim
söner parıltı gibi çerçeveler üstünde.

Derken duyularım, çok geçmeden aksayan,
yuvasız kalırlar, senden uzak düşer de.

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke / Seçilmiş Şiirler &
Duino Ağıtları / Komşu Tanrı / s.35

Allah’a yaklaşım, ayrı bir üslupla ve farklı kelimelerle anlatılsa da arayıştaki içtenlik hayli etkiliyor. Niyetin arılığı, duruluğu nece olursa olsun kalplerdeki yerini buluyor. 

Bunalımlı günlerin Rilke’ye Allah’a giden yolu açması, aynı Exupéry’nin yaşadıklarına benziyor. Exupéry’nin annesi tutumuyla, şefkatiyle belki Rilke’nin annesinden çok farklı. Ancak gittiği okul, yazara yaşamının en sıkıntılı günlerini yaşatıyor:

Cennetin doğusundaki Cizvit okuluna sürüldüğüm ana kadar hayatım böyle geçmişti. Yeni dünyamda çocukluğun günah sayıldığı bir ortama girmiştim. Öte âlemin sonsuz ateşleri içinde yanmak istemiyorsan büyümem ve beni yaratan Tanrı’dan korkmayı öğrenmem gerekiyordu artık!.. Saçmaydı; ama öyle olduğu için inanmalıydım.
….
Antoine Saint-Maurice’deki çocukluk cennetinin krallığından yollandığı bu yabanıl sürgüne bir türlü alışamadı. Her şeyden öteye, nahif çocuk ruhunda yaşattığı şefkatli Tanrı imgesi sakatlandı. Katolik papazların yarattığı ve insanları cehennemin ateşleriyle cezalandıracağını söylediği bu yeni tanrı, dünyasını bir anda değiştirmişti.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.41-42

Rilke de Exupéry gibi savaştan nasiplenir. Yaşamı, ruhu bu ortamda iyice sarsılır. Bir ara askere alınır. Ama sonra dostlarının yardımıyla bu görevden bağışlanır. Savaş boyunca, şiirleri Fransa’da tanınmaya ve okunmaya başlar.

Rilke’cik St. Pölten’deki askerî okula verilir. Ve onun masum, tertemiz dünyası kapkara bulutlarla kapanır. Acı dolu, sıkıntı ve bunalım dolu yıllardan sonra, Rilke okuldan ayrılır. Kendisi, sonradan bu yılların cehennemden farksız olduğunu söylemiştir. Öyle bir an geldi ki, sabrı tahammülü tükendi. Ailesi de onu oradan alıp, Linz’deki Ticaret Okulu’na verdiler. Beş yıl süren uğraşmalar sonunda, özel dersler alarak lise öğrenimini tamamlar. Rilke’nin amcası, saray noteridir. Amca mesleğini sürdürmesi istenir. Hukuk Fakültesine girer. Babası Jozef Rilke, oğlunun hiç olmazsa avukat olmasını istemektedir. Ne var ki, bu çabalar da olumlu bir sonuca ulaşamaz. Ama o dünyaya bir sanatçı olarak gelmiştir.

Sabri Tandoğan / Gönül Sohbetleri / Cilt. VI

Rilke sanatçı ruhunda şiirlerini şekillendirirken, bilmediği iç dünyasında da maneviyatını şekillendirir. Bir yanda şiirleri, bir yanda duyguları olgunlaşır. Ve nihayet “Şairin vasiyeti” diye adlandırılan Duino Ağıtları’nın yazılacağı döneme gelinir:

Prenses Marie von Thurn und Taxis Hohenlohe, Rilke’ye yazmış olduğu 1913 tarihli mektubunda şöyle der: 

Şu sizin meraklı gözleriniz var ya, hani her şeye merakla bakan ve değişik gören gözleriniz, âh onları bir kez de kendinize çevirip, kendinizi görebilseniz!

Daha sonra bu temenni, Prenses’in şairi davet ettiği Duino’daki şatosunda gerçekleşecek, Rilke, Duino Ağıtları’yla gözlerini kendine çevirecektir. Birinci Dünya Savaşı’nın korkutan, öldüren, yıldıran etkisiyle geçen günleri… Aynı Exupéry’nin yaşadıkları gibi. 1912’den 1922’ye kadar fırtınayla geçen bir süreç. Rilke’nin çaresizlikte boğulan ruhu, her şeye rağmen annesinden değil, ama şiirlerinden doğacaktır. 

Rilke, 1912 yılında Prenses Marie’nin davetlisi olarak Duino Şatosu’na adımını attığında 37 yaşındaydı. İlk gençlik yıllarında ailesinin sunduğu ikbal yollarından birincisini tercih etse omuzlarında apoletler olacak, ikincisini tercih etse yakası kırmızı bir cüppe giyecekti. Oysa Rilke, Duino Şatosu’na bir şair olarak geldi. Üçüncü yol ailesine isyan etmesinden değil, ruhunun isteğine boyun eğmesinden çıkmıştı önüne. Bu yüzden 16 yaşında ilk şiiri bir Viyana gazetesinde yayınlandı, 18 yaşında geçimini şairlikle temin edebileceğini ispatlamak için üst üste şiirler yazdı.

Duino Şatosu’na şair gelmişti; ama şiirin gelmesi o kadar kolay olmadı. Aylardır konuk edilen şairin kağıtları boş, kafası karmakarışıktı. Aldığı bir iş mektubu bardağı taşıran son damla olmuş, sıkıntıdan kendini dışarı atan Rilke içindekileri kusmuş gibi yaman bir fırtınanın ortasında bulmuştu kendini. Şatonun hemen dibinde başlayan uçurumdan denizin uğultusu yükseliyor, kayaları köpürdeten dalgalar nihayet şairin gemisini yükseltip bir mısranın kayasına bindiriyordu: Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?

A. Ali Ural / Güneşimin Önünden Çekil / s.86-87

Düşüncelerde yükselmek ve hakikatin yüzünü her defasında daha da net görebilmek. Bu, bir basiret ufkudur. Sadece gözlerle değil, akılla, yürekle görebilmek. Ve bu görüşle gecenin karanlığında, köpüren dalgaların çığlığında, yalnız bir ruhun çaresizliğinde bütün susamış zerrelerle bir avazdan bağırmak…

Rilke, Ağıtlar’a 1912 yılında, Trieste’ye yakın Duino Şatosu’nda başladı. Şatonun sahibi Thurn ve Taxis Hohenlohe Prensesi Marie, yakın arkadaşı olduğundan, aylarca kendi evindeymiş gibi, yalnız kalabilmişti burada. Bir gün, hemen karşılık isteyen bir iş mektubu aldı. Ne yazacağını şaşırmıştı; karmakarışık olan düşüncelerini yatıştırmak, düzene sokabilmek için dışarı çıktı. Zorlu bir fırtına esiyordu; şatonun tam bitiminde başlayan uçurumun dibinde deniz, uğul uğuldu. Dalgın gezinirken, birdenbire fırtınanın içinden ona biri seslendi sanki: 

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke / Seçilmiş Şiirler &
Duino Ağıtları / Önsöz / s.159

Duino Şatosu

Duino Şatosu

‘Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?’
Onlardan biri beni ansızın bassa bile bağrına,
yiterim onun daha güçlü varlığında ben. Güzellik
güç dayandığımız Ürkü’nün başlangıcından
özge nedir ki;
ona bizim böylesine tapınmamız, sessizce hor görüp bizi
yok etmediğinden. Her melek ürkünçtür.
Kendimi tutar bu yüzden, yutkunurum
baştan çıkaran çağrısını karanlık hıçkırığın.
Ah, kim var ki
kullanalım? Ne melekler, ne insanlar;
kurnaz hayvanlar bile farkındadır ki
pek rahat değiliz bu yorumlanan dünyada biz.
….
Ah, bir de gece var, gece, gökle dopdolu yel
yüzümüzle beslenirken; kime kalmaz ki o, özlenen,
tatlı tatlı büyü bozan, yalnız yüreğin karşısında
yorgun argın durup. Sevenlere karşı daha mı
yumuşaktır o?

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke / Seçilmiş Şiirler &
Duino Ağıtları / 1. Ağıt / s.159

Gece… Rilke’nin düğümlerinden çözüldüğü nokta. İçini gösteren ayna. Boğazındaki dalgaların, dalgalara karıştığı deniz. Gece… İçinde bilinmeyen âlemlerin beslendiği rahim. An gelecek, doğum olacak ve yepyeni bir dünyaya doğulacak. Ve Rilke bu mısralarla dalar ilhamın deryasına. Peki ne olacaktır daldığında deryaya? Neyi görecek derinliklerde, neye varacaktır? 

Neye mi varacaktır? Melekler katından uzanan yardımla Baki olana varacaktır. Her yaşanmışlığın ardında sadece Vefalı olanın durduğunu görecektir. Elinden tutanın, nereden geldiğini bilmediği içindeki huzurun, sırtını sıvazlayan emniyetin hep O olduğunu anlayacaktır. Kendi yalnız dünyasında başlayan ve O’nda bitecek olan bir yola düştüğünü idrak edecektir. Bu yola vuran yolcu güneşin başka, çevresindeki bağların, atılan adımların, akan gözyaşlarının çok başka olduğunu zaman geçtikçe kavrayacaktır.

1912’de Duino’da başlayan işi bitirmesi gerekti. Bir dostunun yardımıyla, 1921’de Muzot Şatosuna yerleşti. 1922’de beklediği olmuş, dili çözülmüştü yine.
….
Birkaç gün sonra, Duino Şatosu’nun sahibi Prenses Marie’ye Onuncu Ağıtın da bittiğini taşkın bir sevinçle bildiriyor, diyor ki: ‘Birkaç gündür, (hani o Duino’dakine benzer) adsız bir fırtına, bir kasırga vardı içimde, varlığımın bütün örgüsü lif lif olmuş, çözülmüştü, yemeyi içmeyi düşündüğüm yoktu, Tanrı bilir kim besledi beni. 

Ama artık var O. VAR. Amin.

Demek ayakta durabildim buraya dek, baştan sona. Baştan sona. Ve buydu gereken, yalnız bu. Kassnere adadım birini. Bütünü sizindir, Prenses, nasıl sizin olmasın ki! Adı, Duino Ağıtları olacak.

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke / Seçilmiş Şiirler &
Duino Ağıtları / Önsöz / s.152

Rilke, Duino Ağıtlarının meleği geleneğin melek anlayışıyla karıştırılmasın diye, sık sık açıklamalarda bulunmuştur. Ağıtları Lehçeye çevirene yazdığı bir mektupta şöyle der: 

Ağıtlardaki meleğin, Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok, İslam’ın meleklerine yakındır.

Rilke, Ağıtların meleği İslam’ın meleklerine daha yakındır derken, Cebrail’in Muhammed’e ilk kez görünmesini düşünüyordu herhalde. 

(Rilke’nin daha önce yazdığı şiirler arasında, Muhammedin Yakarması adlı bir sone vardır.)

Turan Oflazoğlu / Rainer Maria Rilke / Seçilmiş Şiirler &
Duino Ağıtları / Önsöz / s.154

Birbirini takip eden savaş yılları. Yetersiz bir anne; hatta çocuk fıtratıyla oynayan bir anne. Batının bohem dünyası… Ve de “Ama artık var O! VAR! Amin.” sözü. Söz, istiridyeden çıkarılmış bir inci gibi parlıyor. 

Her şeyin imanı seslendirdiği bir atmosferde hakikati bulmak zor değil gibi. Oysa Exupéry ve Rilke bu inciyi bulmak için çok derinlere dalıyorlar. 

Rilke, ‘Tanrı’yı Arayan Şair olarak bilinse de onun Kurtuba’dan Prenses Marie’ye yazdığı şu satırları pek bilen yoktur:

Kur’an’ı okuyorum. Bana söylediklerine yer yer öylesine katılıyorum ki, içimden var gücümle haykırarak onun sesine katılmak geliyor. Orgun içindeki rüzgar gibi…

A. Ali Ural / Güneşimin Önünden Çekil / s.88

Kur’an’ı okuyorum.

içimden var gücümle haykırarak onun sesine katılmak geliyor.

Bazı şeyler dışardan bakıldığında insana ne kadar basit ve kolay geliyor. Buna benzer olaylarda kendime hep şu soruyu soruyorum. “Bu şartlarda ben olsaydım, ne yapardım?” 

Exupéry ve Rilke… Aylardan Ramazan. Masallarda olduğu gibi, zaman ve mekan sihre bürünse ve bizler bu iki ruhu kendi iklimimize davet etsek ve birlikte yaşasak ne olurdu?

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

Reply To alaca Cancel Reply