Kendini Beğenmişlik Sahte Armağanlarla ve Aldatmayla Beslenir

1

Aynalar bizim kendisine en dürüst olduğumuz, sırlarımızı döktüğümüz en yakın dostlarımız. İç dünyamızın görüşüldüğü mahkeme, yalnızlığın paylaşıldığı alışverişlerimiz… Gözlerime bakıyorum. Ne var ötesinde bana dikilen yılları devirmiş bu bakışların? Yüzümdeki çizgiler, beni ben yapan yorumlarım. Bu görüntünün rengi de tasarımı da çok başka… Ne var ardında aynaların. Kimim ben? Nedir beni ben yapan, görünmeyen; ama gözlerimde var olan şey? Bu dünyadaki yerim ne? Ailemde, çevremde neyim ben? Ne yaptım bugüne kadar, ne bekliyorum yarından? Ne kadar iyiyim ne kadar zeki ve ne kadar dürüst? Keşke olmasaydı dedirten hatalarım… Baktıkça çözülen, çözüldükçe rahatlatan sorular ve cevaplarım…

İşte kendimize sorduğumuz bu sorular ve çekinmeden verdiğimiz içten gelen cevapları, bizi bir kavrama götürüyor: “Benlik kavramı”na.

Kendimizi nasıl bulduğumuz, insanlıkta kaç okka çektiğimiz, değerlerimiz, değersizliğimiz, imanımız, evhamlarımız hepsi bu kavramın içinde. Bu kavramı anlamak demek, kendimizi doğru yorumlamak demek. “Benlik” sözlükte sadece kendini üstün görme, kibir anlamına gelmiyor. İnsanın kendisini kendisi yapan özelliği, öz varlığı, kişiliği de benlik demek.

.Yani ayna karşısında sorduğun sorularla benliğini açmak ve gerçek kendini görmek mi istiyorsun?

.Evet. Verdiğim içten cevaplarla ne olduğumu ortaya döküyor; kendimi, benliğimi seyrediyorum. Yani kendimle tanışıyorum. Yunusça benden içeri olan “ben”i anlamaya çalışıyorum.

Halil Cibran’ın ‘Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte; ama ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın.’ deyişi; tekliğini unutmamaya, kendini tanımaya, konumunu bilmeye bir çağrıdır insana.

İnsan, kim olduğunu kendisine sormadan, gece olunca nasıl uyur acaba?

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.35

.Bu tanışma işini herkes yapabiliyor mu? Kendini anlayabiliyor mu? Ayna karşısında bile olsak, kendimizi yanlış yorumlayabiliyor muyuz?

.Hayır herkes yapamıyor. Dünya zor. Hayatı anlamak ve değerlendirmek daha zor. Hele insanı anlamak çok daha zor. Kısacası yaşamak bir zanaat; ustalık, hüner işi. Zanaatkâr olabilmek için tecrübe ve ustalık lazım. Tecrübe uzun zamanla elde edilen bir değer. Sabır olmazsa, uzun zaman doğru değerlendirilemez. İhtiyaç olmazsa da sabrın kıymeti anlaşılmaz. Tabii bütün bunların neticesi ışığını hem akıldan hem kalpten alarak oluşan sezme yeteneği.

Yaşamı gerçek bir hayata çevirmek, insanı adam yapmak; tecrübe, uzun zaman, sabır, ustalık ve sezgi gerektiriyor. Yani zanaatkârın okulu onun iç âleminde. Ancak bugünün dünyasında hayatı anlamak da insanı çözmek de zanaatkâr olmak da hiç kolay değil.

Rüzgâr dilimlenir mi?
Nerede istifleniyor bunca zaman?
Bir tablo gibi görünse de günler
Çözülmesi zor zanaat. 

İnsanın düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları birer ayna gibi. Onlara baktığımızda da kendimizi tanıyabiliyoruz. Ama bunun için ayrılacak zaman, kendimizle yüzleşecek cesaret, bunun ne kadar önemli olduğunun idraki olmalı. Yani yine zanaatkârlık…

.Zaman ayıramayacak kadar yoğunsak, düşünme tembeliysek, yüzleşecek cesaretimiz yoksa bir de bunun idrakinde değilsek ne olacak?

.O zaman nefis devreye girecek. Körlüğüyle iç dünyanın çarkını, bencilliğiyle de dış dünyanın dengesini bozacak. Ayarsız duyguların, ayarsız davranışların esiri olacaksın. Aynı Küçük Prens’in uğradığı gezegenlerdeki tipler gibi anlamsız, komik, bıktırıcı ve sonunda terk edilmiş ve yalnızlığa itilmiş bir halde bulacaksın kendini.

İkinci gezegende kendini beğenmiş bir adam yaşıyordu. ‘Ah işte, bir hayranım geliyor!’ diye sevinçle haykırdı Küçük Prens’i görünce.

Kendini beğenmiş bir insan herkesin kendisine hayran olduğunu düşünür çünkü.

‘Günaydın,’ dedi ona Küçük Prens. ‘Şapkanız ne ilginç öyle.’

‘Halkı selamlamak için uygun bir şapka,’ dedi adam. ‘Hayranlarım beni alkışlarken çıkarıp onları selamlayacağım şapkamla. Ama ne yazık ki, hiç kimse geçmiyor buralardan.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.52

Saint-Exupéry eserin bu bölümünde her gezegendeki ilk karşılaşmayı çözümleyen, ana fikri veren bir sözle değerlendirmiş. Kendini beğenmiş adam da aynı birinci gezegendeki kral gibi hiç düşünmeden tepki veriyor. Küçük Prens’i görür görmez “Ah işte, bir hayranım geliyor!” diye haykırıyor. Bu acelecilik, heyecan ve haykırış onun bir hayranın varlığına ihtiyacının göstergesi. Bu tabloyu hazırlayan ise onun nefsi.

Bu karakter kendini beğenmiş, herkesin kendisine hayran olmasını isteyen benmerkezci biri. Gezegeninde yalnız yaşamaktadır. Başındaki şapkayla olduğundan farklı görünme gayretindedir. Egosunun körleştirdiği gözleriyle herkesin kendisine hayran olduğunu zannediyor.

.Keşke yaşamımı hayra çevirebileceğim bir ustalığa, her andan, her olaydan, her nimetten kullanışlı bir eser çıkarabilmeye gücüm yetse… Çünkü hayatı da kendimi de doğru yorumlamak istiyorum.

.Doğru olan da bu; ancak insanların çoğu bu zanaat dersinden sınıfta kalıyor. Elindeki sanat eserini; benliğini ziyan ediyor. Benliğin ziyanlığı her gezegende Küçük Prens’in bir başka çeşidine şahit olduğu olumsuz kişilik tipleri üretiyor. Bu tipler kendilerini kontrol edemedikleri sürece onlardaki olumsuz kişilik özellikleri iyice katılaşarak kişilik bozukluğu haline geliyor.

Oysa aynada gördüğün, Yaradan’ın sanat eseri. Yaşadığın an, bulunduğun dağ, bayır, her yer “Kâinatın Sahibi”nin sana emanet ettiği eserler. İnsana verilen ne varsa hepsi birer sanat şaheseri. Doğal, fıtrî olan her şeyde düzen ve estetik var. Ne verilmişse hepsi güzel.

Peki biz ne yapıyoruz bu kadar nimetin karşısında. Yaradan’a nasıl teşekkür ediyoruz. Teşekkür etmek, şükretmek demek. Arapçada şükür açığa çıkarmak, bilmek ve inanmak anlamında kullanılıyor; küfür ise hakikati örtmek ve gizlemek.

.Yani şükürde tembellik ederek nimetlerin üzerini mi örtüyoruz? Ne korkunç… Galiba bizler kavram ve anlam cahilliği yaşıyoruz. Kavram ve kelime anlamlarına verilen önemin insan olma yolunda nice kapıları açabileceğini bilemiyoruz…

.Kavram ve kelime anlamlarına verilen önem konusunda çok eksiklerimiz var.

Peki sen… yaşamı ve kendini yorumlamakta ne kadar zanaatkar, ne kadar deneyimli ve ustasın? Hiç düşündün mü?

.Düşündüm düşünmesine; ama bilmediğim, çözemediğim çok şey var. Zanaatkâr olabilmem için önce benlik kavramını öğrenmem gerekiyor. Nedir bu benliğin hayatımızdaki önemi? Kaynağı nedir, gıdası nedir? Nasıl gelişiyor, nasıl zayıflıyor?

.Benliğin seninle büyüyor, neredeyse iki yaşından itibaren içinde yaşadığın ne ise, kimlerle birlikteysen; ailenden, mahallenden, okulundan, iş yerinden gelen etkilerle beslenerek gelişiyor.

.Ama çocukluktan beri çevrem devamlı değişti. Bu değişime göre benliğimin etkilenmemesi mümkün mü? Mümkünse sakıncalı değil mi? Gün geldi bir yerde sevildim, olumlu bildirimlerle güvenim arttı. Pohpohlandım, şımardım. Gün geldi başka bir yerde yerildim, duygularımla oynandı ve sarsıldım. İnsan sırf beden değil ki… Ruh bu tepkilerin iniş çıkışlarından hiç yara almıyor mu? Benliğin rengi bulanmıyor mu?

.Jean-Baptiste Alphonse Karr. Fransız bir gazeteci ve yazar. O şöyle diyor:

Herkesin üç kişiliği vardır; sahip olduğu, ortaya çıkardığı, sahip olduğunu sandığı.

Bu kişilikleri iyi yorumlamak lazım. Zaten hayatına da bu yorumlarınla değer biçiyorsun.

Birinci kişiliğin “Senin Sahip olduğun”.

Neyi seversin? Neden korkarsın? Düşüncelerin, hayallerin neler? Üstünü örtmeye çalıştığın yanların, sergilemek istediğin beğendiğin özelliklerin… Ne zaman heyecanlanır, nerede paniğe kapılırsın? Yaşama bakışın; kısaca zamanı karşılayışın, tepkilerin, neşen, öfken her şeyinle sen nesin? Bütün bu soruların ve gerçekten samimiyetle vereceğin cevapların seni “sahip olduğun kişiliğe” götürüyor.

.Yani duygularım ve düşüncelerim ve zaaflarımla “gerçek ben”e, aynaya baktığımda gördüğüm “ben”e mi götürüyor?

.Evet. “Senin kim olduğunu gösteren” ve “kendini nasıl gördüğün benliğin”e. Duyu organlarının yoluyla, kendinin, çevrenin, olayların bilincine nasıl varıyorsan, o benliğine.

.Uzmanların belirttiği gibi mutsuzluğa sebep olan, insanoğlunun kendisiyle barışık olmaması mı? Sonuç bu kadar vahim ise neden kendimizle barışık olamıyoruz? İnsanoğlu neden bazı yönlerini saklama ihtiyacını duyuyor? Asıl kişiliği ne ise niçin onunla ortaya çıkmak istemiyor?

.Senin sorduğun bu sorular şimdi bizi ikinci kişiliğimize; “Ortaya çıkardığımız tarafımız”a götürecek. Yani karşımızdakinin tutumuna, mekânın haline, olayların gidişatına göre ortaya çıkardığımız maskelerimize.

Durum neyi gerektiriyorsa o oluyoruz bir anda. İçe kapanıkken dışa açılıveriyoruz. Dostane davranabiliyoruz pek alışık değilken. Nazik, hassas, alçakgönüllü davranışlar sergileyebiliyoruz. An oluyor; saldırganlaşıyoruz. Ağzımızdan çıkanlarla ortamı şaşırtıyoruz.

Gibi görünmek ya da olmak.

Saint-Exupéry Çöldeki Şehir’de bu düşünce biçimini şu sözlerle dile getirir:

İster istemez kendini beğenmişliğin ne olduğunu düşündüm. Oldum olası onu kötü bir huy olarak değil, bir hastalık olarak gördüm. Bir başkası, sevgi yoksa ve sen ona hiçbir şey bağışlamıyorsan, seni nasıl memnun edebilir? Kendini beğenmişlik sahte armağanlarla ve aldatmayla beslenir. Kendini beğenmiş, krala gıpta eder. Kral kendisine gülümsediğinde, bu gülümsemeyi önemser ve kendini onun yerine koyabilmek için kralın bir kopyası gibi göğsünü kabartarak yürür. Kral, kendini beğenmişe kaftanını ödünç vermiştir. Bunun sonucunda ortaya sadece taklit ve yüceltilmiş bir ruh çıkar.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.52

.Peki, insan kendisinde olmayanı nasıl sergileyebilir ki…

.“Testinin içinde ne varsa, dışına o sızar.” der Mevlâna. Hamurunda ne varsa onu sergiler insan. Demek ki mayamızda her türlü duygu var. Bütün ustalık, bu duyguları yerinde ve ölçülü kullanmakta. Bu işi de ancak denge insanı becerebilir.

Gerçek kimliğimizi hatırladığımızda yolumuz berraklaşır.

İnsan kendini tanıyabilmek için alışkanlıklarının zincirinden çıkmalı. İnsan, ne denli kendisiyse o denli daha yüce bir hayata adaydır. En acı şey, insanın kendisine yabancı kalmasıdır.

Neden taklit? Neden hep başkaları? İnsan, maskeleri atıp neden kendini oynamıyor bir de?

Taklitle bir şey olmak istediğinde insan, kaybeder büyük gizi.

Zorluk ne kadar büyük olursa olsun, insan kendi yorumlamak zorunda. Eğer bunu yapmazsa, bir anlamsız kaçışın, saklanışın sonunda, bir kez kendisiyle tanışamadan ölür.

Kendini tanımadan gerçek rolünü asla oynayamaz insan!

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.36

Biçiminizi koruyun, pruva bodoslaması1 gibi sürekli olun, dışarıdan alabildiğiniz şeyleri servi gibi kendinizde değiştirin. Ben, çerçeve ve iskelet ve de sizin doğduğunuz yaratıcı eylemim ve şimdi sizi büyütmek ve yaratmak gerekiyor. Başka bir ağacın dallarını değil kendi dallarını büyüten, başkalarınkini değil kendi iğnelerini ve yapraklarını oluşturan bir ağaç gibi…

…başkalarının hareketleriyle yaşayanlar, bukalemun gibi kendilerini bu hareketlerle renklendiren hediye gönderenleri severler ve alkışlardan keyif alanlar, kendilerini kitlelerin aynasında değerlendirenler… Ben bunlara ayak takımı diyorum; gerçekten de onları bulmak imkansızdır, bu insanlar yoktur. Bunlar, aynı bir kale gibi, hazinelerinin üstüne kapanmışlardır ve şifrelerini kuşaktan kuşağa vermezler; ama çocuklarını eğitmeden büyütürler. Ve bütün mantar gibi biterler.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.121

Bir de Alphonse Karr’ın belirttiği üçüncü kişiliğimiz var: “Olduğunu sandığımız kişiliğimiz.”

Bu kişilik, aynaya bakan kedinin karşısında aslanı görmesi gibi bizim de aynaya baktığımızda kendimizi öyle görmek istediğimiz; “ideal benlik”imiz. İmrenerek gıptayla baktığımız; hatta kıskandığımız niteliklere hasret olan yanımız.

Bu üç kişiliği aydınlık akıl ve sağlam duygularla iradesi altına alan ve gönlüyle sarmalayan insan, hayatını masumane idealler, hayaller ve isteklerle renklendirebilir. Ancak kalbî temizlik azalır, otokontrol nefsin eline düşerse, işte o zaman gerçek olmayan diğer iki kişilik kontrolden çıkar. İstedikleri gibi at koşturarak her şekle bürünürler ve sonunda insan kendi özünden, gerçek benliğinden; yani fıtratından uzaklaşarak kendine yabancılaşmaya başlar. Artık insanın iç dünyası türlü tutkuların saldırısına uğramış bir kaos yeridir. Hakikatte ne doğrudur ne eğri; hangisi güzeldir, hangisi çirkin? Bunlara pek bakılmaz, nefis neyi istiyorsa o geçerlidir bu dünyada.

İç âlemin çok geniş yollarında hem melekler hem şeytanlar dolaşır. Kalbin ve aklın kapılarını açmak ise imtihan gereği insanın isteğine bağlıdır. İşte yaşamın, zanaatkâr için en zor olan yanı da bu.

Geniş caddeler…
İyi, kötü; gelir, gider.
Ter içinde yüreğim.
Kir damlar, yakar yaralarımı.

Tek tip sokaklara açılsam,
Hep iyiye, güzele…
Çıkmaza girmese ayaklarım.
Bilsem; nerede sağım?
Nerede solum? 

Melek de var, şeytan da
Geniş caddelerde; yan yana.
Yoruluyorum…

Her şeyin kıymeti onun için verilen emekte saklı. Verilen emeğin kaynağı kalpten geliyor. Bu nedenle terinin kokusu bile başkadır; mide bulandırmaz. Emek mücadele gerektiriyor. Mücadele ise imtihan. Dünya bir imtihan yeri, hayat ise soruların yazılı olduğu kağıt. İyilik ve kötülük, hayır ve şer. Melek ve şeytan arkadaşlığı… Bir sürü seçenekli sorular. Ne kadar zor da olsa, bu imtihanın galibi iç âlemini koruyan insan oluyor.

Yaradan’ın özenle hazırlayıp bedene emanet ettiği ilahî öze gösterilen sadakat, çok büyük bir erdem. Emaneti en güzel koruyan muhafaza ise kirlenmemiş, dünyanın isine, karasına bulanmamış çocuk kalbi.

Heykeltıraşsan yüzün anlamı sana geri dönecektir. Eğer papazsan Tanrı’nın anlamı, eğer sevgiliysen aşkın anlamı, eğer nöbetçiysen imparatorluğun anlamı sana geri dönecektir…

Kendine sadıksan ve terk edilmiş gibi gözükse de evini temizliyorsan… İşte senin yüreğini besleyecek olan şeyler bunlardır. Çünkü ziyaret saatini kesinlikle bilemezsin, ama önemli olan bunun dünyada yerine getirilebilecek tek şey olduğunu bilmendir. 

Kime sadık olacağın belli olduğunda kendine sadık olman şüphesiz zor değildir; ama ben senin anılarının her an bir çağrı olmasını ve senin şöyle demeni istiyorum: ‘Evimi ziyaret etsinler. Evimi yaptım ve temiz tutuyorum…’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.284

İç ve dış dünyamızı ahenkle birleştirebiliyorsak huzuru da yakalayabiliyoruz. Zamana anlam yükleyen, yolların kesiştiği bu nokta. Hakkı ararsak batıla sırtımızı döneriz. Batıla dönersek hakka, hakikate sırtımızı çeviririz. Doğruya yaklaştıkça, eğriye o kadar uzağız. Eğriye yaklaştıkça da doğrudan o kadar uzak.

Doğruluk, dürüstlük, güzellik, fıtratımızın özellikleri. Hele bunları bir de gönlümüzle özümsemişsek adam olana çok yakışan bir özellik filizleniyor toprağımızda: “Sadakat.”

Ya olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmak. Kimliğimizi bularak içi ve dışı dengede tutmak, adeta ömrün hazinesini bulmanın sırrı. İnsanın kendine sadakati ise bu hazinenin anahtarı. Bütün bunları korumak “bize bizi kazandırıyor.”

‘Alkışlamak mı?’ diye sordu Küçük Prens. Adamın söylediklerini anlamamıştı, ‘İki elini birbirine vuracaksın.’ diye açıkladı adam. Küçük Prens ellerini birbirine vurdu. Adam şapkasını çıkarıp onu alçakgönüllü bir tavırla selamladı.

‘Kral’dan daha eğlenceli.’ diye düşündü Küçük Prens. Ellerini yine birbirine vurmaya başladı. Kendini beğenmiş adam da yine şapkasıyla selamladı onu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.53

Küçük Prens şaşkındır. Kendini beğenmişin tuhaf bir şapkası vardır. Şapkayı başına, kulaklarını korumak ya da yağmurdan korunmak için takmaz. Kendini beğenmiş, tuhaf şapkasını sadece hayranlarını lütfederek selamlamak için kullanır: ‘Ne yazık ki buradan kimsecikler geçmiyor.’ diye yakınır.

Kendini beğenmiş hiçbir şeyi, bir hayranının alkışları kadar hasretle beklemez. Küçük Prens kendisini alkışladığında hemen tek düze hareketlerle şapkasını çıkarıp takar ve bu haliyle ziyaretçisinin karşısında adeta bir kuklaya dönüşür. Bir ‘palyaço selamı’ veriyormuş gibi görünür.

Küçük Prens, kendini beğenmişliğin aşırı boyutlardaki övülme ihtiyacına hiçbir anlam veremez; bu budalaca alkış- selam oyunundan çabucak bıkar. Can sıkıntısıyla oradan ayrılmadan önce, nafile bir arayışa girerek, bu narsist insanın sırrını çözmek ister.

Kendine beğenmişe ‘hayran olmanın’ ne demek olduğunu sorar. İşte bu noktada harikulade bir diyalog başlar:

‘Hayran olmak; bu gezegendeki en yakışıklı, en iyi giyinen, en zengin ve en zeki insanın ben olduğumu kabul etmek demektir.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.47

…bu gezegendeki ‘en’ yakışıklı, ‘en’ iyi giyinen, ‘en’ zengin ve ‘en’ zeki insanın ben olduğumu…

.En… en… en… enlerin sıralandığı bir yola dönüştürülen bu tip yaşamlar, sonunda yolcularının kâbusu olmaz mı? Sonu kâbus ise böyle bir yolu neden tercih eder ki insan. Huzurunun, hayatın katledildiğini göre göre…!

.“En”lerin saltanatı hep hayranlık beklentisi içinde olan, beğenilmeden duramayan narsist kişilerin dünyasında geçerlidir. Bu dünya kişilik bozukluğuna muzdarip insanlarla doludur.

Bu insanlar sadece dış görünüşe değer verirler; onların iç dünyalarıyla ilişkileri yok gibidir

Kendilerinden bahsedilince adeta bütün dünyalar durur. Sürekli birilerine kendilerini gösterme ve kanıtlama gayreti içindedirler. İstenilen alınana kadar nefis, renkli ve parlak kıyafetin içinde aç bir kurt gibi arzusunun peşinde koşturur. Eline geçmesiyle alıp yutması çok kısa sürer ve yeniden bir başka arzunun peşinde “en”lerle dolu yolculuğu başlar.

.Bu tempoyla yorulmak bir yana insan adeta yağmalanarak tükenir. Tüketen tehlikeleri görmez mi yolcu?

.Başı dönercesine kendine hayranlık, gerçek benliğe; sahip olduğun kişiliğe kör olmak gibidir. Kör adam için yoldaki girintiler, çıkıntılar tehlikedir. Hele yalnızsa, bu yolculuğun kabusa dönmemesi düşünülemez.

O kadar uzun süre hep ‘Ben, ben, ben’ dedin ki iyi bir insan olduğumdan davullarının çağrısına yöneldim ve sana baktım. Malların yığıldığı bir depodan başka bir şey görmedim. Sahip olmak neye yarar? Mağaza ya da dolapsın; ama bir dolap ya da mağazadan ne daha yararlı ne daha gerçeksin. Sana, ‘Dolap dolu’ demeleri hoşuna gidiyor; ama o kimdir?

Yüz hareketlerinle eğlenmek için imparatorlukta ne değişecek? Çekmecelerin, kasaların yerinde kalacak. Zenginliklerine onların yoksun kalacakları ne veriyordun?

Bin yıl boyunca, ‘Ben, ben, ben…’ deyip durursan ben seninle ilgili ne öğrenebilirim? Mülklerin, değerli taşların ve altın rezervlerin ne oldu? Bataklıklar adına buzulun karşısında sıkıldığımı sakın sanma. Tohumu hiçbir zaman yağmalanma açlığı nedeniyle eleştirmeyeceğim. O unutulan bir katkı maddesinden başka bir şey değil ve verdiği ağaç kendisini yağmalıyor. Sen yağmaladın; ama olmuş olduğun seni kim yağmalıyor?

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.486

Kendini beğenmişin dramının bizi hiç ilgilendirmediğini, bunun nadir görülen, patolojik bir tutum olduğunu söyleyemeyiz. Şimdi sadece içinde yaşadığımız toplumdaki tüketim hırsını düşünelim. Bu hırsın kendini beğenmişlikle hiçbir ilgisi yok mudur? Neredeyse hepimizi ele geçirmiş durumda değil midir?

Sevgili okuyucu, lütfen kendine karşı dürüst ol ve söyle; dolaplarını kaç pantolon, gömlek, ceket ya da etek, kaç çift ayakkabı doldurur? Diğer insanlara karşı oynadığımız rolleri her gün özenle parlatır mıyız? Gerçekten çıplaklığımızı, kusurlarımızı ve kırılganlığımızı olduğu gibi gösterir miyiz?

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.52

Kimi var, nefsin parmağını bastırır gözüne; hakikat adına hiçbir şeyi görmek istemez. Kiminin de açıktır gözleri; ama nefsin şaşı gözüne takılarak sadece onun dilediğine bakar ve dileneni göremez. Ne varsa çevrende hiç düşünmeden onlara bulanıp onlarla sürükleniyorsan, bu tür ihtiyaçların hiç bitmeyecek.


1. Pruva: Teknenin baş tarafı
    Pruva/Baş bodoslaması: Gemi omurgasının baş tarafta yükselmesi ile oluşan eğik veya dikey bölüm.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. üzerinde derin derin düşünüldüğü zaman insanı kendine ait yolculuğunda emin adımlar atmasını sağlayacak ufuk gösterecek yazılar..

    elinize emeğinize sağlık

Leave A Reply