Kendimden Başkasına Bir Şey Vermemeye Başladım mı, Hiçbir Şey Almaz Olurum

0

Dünyada neyin önemli olduğunu ve olayların neyin yönettiğini anlatabilecek mantıklı bir dil yoktur. Bu bir milleti manzarayla, şehirlerle ve insanlarla tarif etmeye benzer.

Anlamı olan tek çıkış noktası, gerçek anlamın ve değerin ortaya çıktığı coşkulu yaratılıştır.

Sadece iki tip insan bir toplum oluşturabilir.

Birincisi, ütopyasını rasyonel zekasıyla tasarlayan ve imparatorluğundaki insanların bu ütopyaya boyun eğmesine neden olacağı için zamanla bir diktatöre dönüşen mantıkçıdır.

İkincisi ise güçlü bir kanıtla harekete geçen, idealini sadece zekasıyla değil, aşk ve ruhla da canlandıran ve bu sayede her şeyin bir anlamı olan yerde bir araya gelen insanların oluşturduğu bir toplum yaratabilen insandır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.14

Ne yazık ki günümüzde toplumları birinci tipler oluşturuyor. Oysa Cemil Meriç’in dediği gibi:

İnsanlar sevilmek için yaratıldılar. Eşyalar ise kullanılmak için.
.

Ve Cemil Meriç bu sözünü günümüzdeki gerçekle bitiriyor:

Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmasıdır.

Onun için dünyanın insanı bu kaosun içinde. Hızın, yalnızlığın, anlaşılamamanın ve mutsuzluğun yorgunu. Tüm hasretini; içine, benliğine, gösterişe ve başarılarına gömmüş kendinden bile saklıyor.

Alex Kanevsky, “İnsanoğlu Bir Gün” adlı şiirine “İnsanoğlu bir gün virgülü kaybetti” diye başlıyor “Elinde sadece tırnak işareti kalmıştı…” diyerek bitiyor ve şair kendini kendi tüketen, iki boyuta hapsolmuş günümüz insanının tablosunu çiziyor.

İnsanoğlu bir gün;
Virgülü kaybetti:
Söyledikleri birbirine karıştı.

Noktayı kaybetti:
Düşünceleri uzayıp gitti, ayıramadı onları.

Ünlem işaretini kaybetti bir gün de:
Sevincini, öfkesini, bütün duygularını kaybetti.

Soru işaretini kaybetti bir başka gün:
Soru sormayı unuttu.
Her şeyi olduğu gibi kabul eder oldu.

İki noktayı kaybetti bir başka gün:
Hiçbir açıklama yapamadı.

Hayatının sonuna geldiğinde
Elinde sadece tırnak işareti kalmıştı.
İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.

Alex Kanevsky

İnsanın gerçeği onu insan yapan şeylerdir. İlişkilerinde hassasiyeti esas almayı, oyunu dürüstçe oynamayı, kendisine gösterilen saygıyı hayatı pahasına da olsa aynı saygıyla karşılık vermeyi bilen bu adama gelince, beylik, dostluk laflarıyla Arapların sırtlarını sıvazlayarak başından savsaydı aslında onların gurunu okşadığı kadar küçük düşürmüş de olacağını görebilen biri olarak eğer yaptığını eleştirecek olsanız, size azımsamayla karışık bir acımayla bakardı. Ve hakkı da olurdu buna.

İnsanı ve onun ihtiyaçlarını anlamak için, onu kendi özü içinde tanıyabilmek için, birinin gerçeğini diğerininkinin karşısına koymamak gerekir. Evet herkes haklı. Herkes kendi adına haklı. Her haklılık mantıklı bir şekilde açıklanabilir. Dünyanın bütün kötülüklerini kamburların üzerine atan bile haklı.

İnsanı içindeki bu özü ortaya çıkarmak için farklılıkları bir an unutmak gerekir.

Farklılıklar bir kere benimsendi mi, sarsılamaz gerçekleriyle “Kitap” ve “Kitap”ın içinden yavaş yavaş sızan bağnazlıklar çıkar. İnsanları sağcı veya solcu, kambur veya dik, faşist veya demokrat diye ayırabilirsiniz ve bu ayrımlara kimsenin itirazı olmaz. Ama gerçek biliyorsunuz ki dünyayı basitleştiren şeydir, karmaşaya sürükleyen değildir. Gerçek evrenselin dilidir. Newton bir bilmece çözer gibi uzun süredir gizli olan bir yasa keşfetmedi; yaratıcı bir işlem gerçekleştirmedi. Çayırda elmanın ağaçtan düşmesiyle dünyanın güneş etrafındaki döngüsünü aynı kelimelerle ifade edebilecek bir dil yarattı. Gerçek kanıtlanabilen değildir kesinlikle, basitleştirendir.

Hepsi de açıklanabildiğine ve birbirini çürütebildiğine göre ve her türlü tartışma sonunda insanın esenliğinden ümidimizi kesmemize yol açtıktan sonra ideolojileri tartışmanın ne anlamı var? Halbuki insan her yerde aynı ihtiyaçlarla çıkar karşımıza.

Kurtuluşu istiyoruz hepimiz.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.187-188

İnsanoğlu bir gün; Virgülü kaybetti: Söyledikleri birbirine karıştı.
.

Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işaretleri kalan insanoğlu bu anlamsızlık, kendi olamamak sarmalına bir gün virgülünü kaybederek girdi. Zamanın ince derin damlalarını acımasızca harcadı. “Sürat çağı” dedi adına. Bundan böyle hızlı, soluksuz yaşamı onu bekliyordu. Ne o zamandan bir şeyler alabilecekti ne de zaman ondan. İbn’ül vakt; “anın oğlu” olacak yerde, çılgın çağın yılgın çocuğu oluverdi.

Oysa zamanın seyyahı olmalıydı. Her anın anlamını yüklemeliydi aklına, gözlerine ve kalbine. Her anın mana fotoğrafını çekebilmeliydi. O zaman kendisine “Yüceler”den indirilen kelimeleri anlar; onların kuvvetiyle, sıcaklığıyla rahatlar, huzur bulur; uzun cümlelerden, günlerin getirdiği sorumluluklardan, olaylardan korkmazdı. Ancak o olayların perde arkasını görerek hayatın anlamını idrak edebilmenin âdemoğlunun görevi olduğunu unuttu.

Virgül sevginin ucu. Bir kelimeyi diğerine bağlar. Hayatları, olayları birbirine bağlar. Elleri birbirine, gönülleri birbirine… Virgül, zamana anlam yükleyen ümit. Onunla çıktığında hayallerin, düşüncelerin olur. El ele verdiğinde, ısındığın sevgilerin. Virgül koydukça seni ötelere bağlayan ufukların olur.

İnsanoğlu virgülü bulmalı kendini çoğaltmak için. İki yalnızlıktan bir muhabbet kurabilmek için. İki bakış arasına, iki söz arasına virgül koyulabilmeli ki ilişkiler uzasın. Laflamalar sohbete dönsün. Eller, emekler, sevgiler, ümitler yan yana gelerek birlikteliği tatsın. Birlikte paylaşılan ümitler, birlikte çıkılan yollar varsa, yan yana aynı yöne birlikte bakabilen gözler varsa, o yerde yaşam ışığını, zaman anlamını bulmuş demektir. Emek diyeceğini demiş, gün noktasını koymuş demektir.

İyilik yapmak için, iyiliğe inanmış olmalı insan. İnsanı baştan başa kavrayan, kendine bağlayarak yücelten, ona güven ve atılım gücü veren, hayata bir anlam, soyluluk kazandıran bir inanç bunu başarabilir.

Sevgi her şeyi çözümler deniliyor. Fakat insan niçin sever? Bir insan diğerine gerçekten niçin acır? Köke, temele inip nedeni bilmek lazım.

Bakılınca görülür ki, evrende her şey bir şeyle besleniyor. Her şey zincirleme birbiriyle ilgili. Bu zincirin içinde “Duygu”nun yeri ayrı.    

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.351 

Virgül koşturma ise nokta huzurdur. Virgül birbirini takip eden hayaller, düşünceler; nokta varılan karardır. Molasız yolculuk yorar, dinlenmeyen akıl, sarpa sarar. Her ilişkinin saygısı, her davranışın edebi noktadadır. Yoksa ilişkiler sınırı bilmez, muhabbet laubaliliğe, dertleşmeler suistimale dönebilir. Çünkü insan sadece aklı ve vicdanıyla insan değil. Onda öyle bir nefis var ki… Onun için cümlenin anlamını tamamlayan nokta; insana yaraşır ilişkilerin devamını sağlayan yine nokta. Nokta; karar, saygı, dinlenme, huzurdur.

Noktayı kaybetti: Düşünceleri uzayıp gitti, ayıramadı onları.
.

Ömrün her anına Yaradan’dan yansıyan tecelliler, insanın yolunun aydınlanması içindir. Bunun için görmek gerekiyordu; o bakmakla yetindi. İşitmek gerekiyordu; o duymayla yetindi. Ne gözlerini ne kulaklarını ne dilini gönül bağıyla bağlayabildi. Ve âdemoğlu gönülsüz çıktığı yolunda kaybetmeye başladı. Kalbine “kâinatın şiiri” daha doğuştan okunmuştu. Varlığı sevdikçe mısralar titreşecekti içinde. Ama şiiri unuttu; onu okuyarak güzelliklerde erimeyi unuttu. Zamanın sıcaklığını unuttu; çünkü durmadan ordan oraya koşturmadan soluklanmayı, soluklanıp görmeyi ve düşünmeyi de unutmuştu.

İnsan içindeki gücü, ruhunun bütün enerjisini tek bir nokta üstünde toplamak ve bütün varlığını tek bir güç haline koymakla hür olarak kanatlandırabilir. Bu ise, kendinden hiçbir parçanın kopmasına göz yummayacak bir akıl ve irade gücüyle başarılabilir. Gücün artışı, hem iyilik hem kötülük imkanını artırır. Grafiği ise, insanın gönlü ve kafası çizer.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.352

Noktası yoktu bu yaşamın. Başını yastığına koyduğunda “ne güzel bir gündü… şükür…” dedirten noktayı koyamıyordu. Kararı yoktu günlerinin. Kesinliği yoktu ilişkilerinin. İradesi yoktu. Bir zevkten ötekine, bir projeden berikine dinlenmeden savruldu ve hırs, değişim, başarı diye diye yuvarlanırken gözleriyle maddeyi, kulaklarıyla gürültüyü, diliyle benliğini tattı. Bu tatla başı döndü. Çevresindeki her maddî değer, onu iç âleminden uzaklaştırdı.

Özgürlüğün kurallarını ayırt etmeyi kesinlikle anlamadım. Ben yolları çizdikçe senin seçme özgürlüğün de artıyor. Oysa her yol bir kuraldır, bir yasadır; çünkü yanlarına engeller yerleştirdim. Ama içlerinden birini ya da birkaçını tercih edeceğin yollar yoksa sence özgürlük nedir? Sen boşlukta dolaşma hakkına özgürlük mü diyorsun? Bir yolun kuralları belirlendiğinde senin de özgürlüğün artar.

Enstrüman olmayınca melodilerin kesinlikle özgür olmaz. Burun ve kulak zorunluluğu olmazsa heykelinin gülümsemesini kesinlikle özgürce yaratamazsın. Ve gelişmiş uygarlıkların gelişmiş ürünü olan biri bu uygarlıkların sınırları ve kurallarıyla zenginleşir. Benim sarayımda iç hareketler, serserilerin çürüdükleri yerlere göre daha zengindir.

Oysa biriyle öbürü arasındaki fark öncelikle zorunluluktur, krala selam verme gibi… Bir hiyerarşi içinde yükselmek isteyen ve deneyimlerini zenginleştirmek isteyen öncelikle kendisine kurallar getirilmesini ister.

Ve dikte edilen adetler seni büyütürler. Ve kederli çocuk, oynayan başka çocuklar görürse kendisine de oyunun kurallarının öğretilmesini ister… Onu geliştirecek olan sadece bu kurallardır. Ama kendisinden hiçbir şey istenmeyen çanın sesini duyan kişi üzülür. Ve boru öttüğünde kesinlikle ayağa kalkmak zorunda olmadığından üzülürsün ama sana ‘bana yapılan çağrıyı duydum ve ayağa kalkıyorum’ diyen birinin mutlu olduğunu görürsün. Ama ötekiler için ne çan ne de boru sesi vardır ve üzüntüleri bitmez. Onlar için özgürlük kesinlikle özgür olmamam özgürlüğüdür.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.335

Kalbini ihmal etti, onu gıdasız bıraktı ve önce kulaklarının, sonra gözlerinin, sırayla her şeyinin feri sönmeye başladı. Hiçbir şeyi karara bağlayamayan, ilişkilerin hududunu bilmeyen, dinlenemeyen ne yapar? Yaşamını sürate, duygularını hırsa, ilişkilerini sıradanlığa çevirir. Etrafını göremez; gözlerine yazık eder. Kendini dinleyemez; kalbine yazık eder. Kafası karışır, sorunlar çözülemez; aklına yazık eder. Bir de bakar ki, sevgisiz, paylaşımsız soğuk bir yalnızlığın ortasında kalakalmış. Yüreği seslenmeyi, aklı hayalleri, dili şevkle, hatta kızgınlıkla bağırmayı unutmuş. Her şey sıradan, renksiz, tatsız, ünlemsiz…

Ünlem heyecanın, şevkin, öfkenin dili. Ünlem hayatın soluğu, sesi. “Hey!…” diye dalgalanan, “Ne!” diye cevap bulan yankılanan bir diriliş. 

Ünlem işaretini kaybetti bir günde: Sevincini, öfkesini, bütün duygularını kaybetti.

Dilinden dökülen yavanlaştı, aklından süzülen bulanıklaştı. Yaradan, tüm güzellikleri hayret edelim, hayran olalım, sevelim ve teşekkür edelim diye sunuyordu. Define arayıcılarını ölümüne yollara düşüren definenin içindeki sırdır. Kâinatın, varlığın kendisi sırdır. Kaşiflerin, bilim adamlarının hayatları bu sırlarla nefeslenir. Mana âleminin kaşifleri; ariflerin ruhu bu sırlarla boyut değiştirir.

Ama çağın insanı bir şey aramıyordu artık, anlık duygulardan başka. Heyecanını, canlılığını kaybeden bakışlarına manevî güzellikler anlamsız gelmeye başladı; derinlikler ise korkunç. Neyle karşılaşılacağın tedirginliği ürpertir; ama hoştur tadı. Bunu da bilemedi. Dalgaların inişleri çıkışları denizin şarkısıydı. Yağmur, fırtına, güneş ise göklerin şarkısı. Toprak her an varoluşun müziğiyle mest olmuş uzanıyordu ayaklarının altında. Onları da dinleyemedi. Tonu olmayan, heyecansız, tedirginsiz, duyarsız, sevgisiz öylesine kalakaldı.

Sır işte o elmada; bir küçük elmayla tedirgin olan ruhta…

‘Hissedebileceğimiz en güzel duygu bilinmeyen karşısındaki heyecandır. Sanatın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. Şaşmayacak kadar bildiğini sanan ve hayrette kalma duygusunu kaybeden insanın ölüden farkı yoktur.’

Einstein

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.353

Ünlemi bilmeyen insan hayatın gayesini, ne istediğini bilemez. Ama sen bil. Ünlemi öğren. Hayatın gayesini, ne istediğini bil. Kendin için, başka insanlar için düştüğün yolların olsun. Onlar namına yaşadığın endişelerin olsun. Heyecanla beklediğin seherlerin, hasretin, fedakarlığın tadını tat. İnsanca atılan risklerin insanca acısını tat. Kıvran. Kıvrandıkça âdemliğini tat.

Soru işaretini kaybetti bir başka gün: Soru sormayı unuttu. Her şeyi olduğu gibi kabul eder oldu.

İki insan karşılaştığında birbirini tanımak için soru sorar. Zaman, insanı tartmak için soru sorar. Yolcu, yolunu bulmak için soru sorar. Toprak, susuz kalmışsa bulutlara ne zaman rahmetin diye soru sorar. Aşık, sevdiğini beklerken gözleri ve kulakları saatler boyu soru sorar. Sorunun olduğu yerde merak, ehemmiyet, değer vardır. Sorusuz yaşam, benim sorum yok, merakım, hiçbir şeyi sorgulamam yok, hiçbir şey hakkında endişem, sevincim, hiçbir şeye ilişkin değerlerim yok demektir. Bu da insanın yok oluşunun sesidir. Kendi içinde kaybolan, kendi adına bir şeyi kalmayan insanın sesidir.

Dinlediğim üç ayrı genç insandan odama düşen sesler:

‘Sanki bu dünyada ‘yok’um. Bazen var olduğumu hissetmek için kolumu ısırdığım, o acıyla birlikte bir insan olduğumu ve yaşadığımı anladığım oluyor.’

‘Dünya bana sisler arasından görünüyor. Her şey hayal ve gerçek arasında gidip geliyor.’

‘Dünyaya sanki bir dürbünün tersinden bakıyor gibiyim.’

Dünyaya ve kendine yabancılaşma hali daha çok insanı esir alıyor. Bu ıstırap ruhun derinliklerinde kök salıyor. Ve insan bu duygudan sonra kendi bedenini bile yurt edinmiyor.

Kemal Sayar / Modern Mutsuzluk / s.67

Ama sen kaybolma! Kendi içinde seslen. Başkaları için seslen. Seslendikçe çoğal. Haykır; haykırdıkça diril.

Soru sormayana soru sorulmaz. Soru sorulmadıkça açıklama ihtiyacı olmaz. Senin soruların çok olsun. Yaşama dair, insana dair, güzelliklere dair. Hayra, iyiliğe, kardeşliğe dair… Çünkü yaradılış boşluk kabul etmiyor. Merhamet yoksa, yerini çıkar alıyor. Sevgisizlikteki boşluğu tutku ve nefret kaplıyor. Masum heyecanlar hırslara, çıkarlara dönüşüveriyor. Çıkarları hırslar takip ediyor; hırsları da savaşlar. Ve savaşları güvensizlikler, yalnızlıklar…

Sözün kısası insanı yitirdik. İnsan’ı yitirdiğimiz an, uygarlığımızın bize öğrettiği kardeşlik duygusunun sıcaklığını da yitirdik, çünkü insan öyle lafta değil, bir şeyde kardeştir. Paylaşmak kardeş olmaya yetmez. Kardeşlik gelir, özveride düğümlenir. Kendimizden daha geniş olana dönük ortaklaşa bağışta düğümlenir. Oysa biz, gerçek varoluşun kökü demek olan kardeşliği kısır bir azımsama ile karıştırdık, kardeşliğimizi karşılıklı hoş görme durumuna düşürdük.

Hiçbir şey vermez olduk. Oysa kendimden başkasına bir şey vermemeye başladım mı, hiçbir şey almaz olurum, çünkü benim de katıldığım bir yapı yoktur artık ortada, dolayısıyla hiçleşirim. Ondan sonra benden birtakım çıkarlar uğruna can vermemi isterlerse reddederim elbet. Çıkar, her şeyden önce yaşamamı emreder çünkü. Hangi sevgi atılımı ödeyecek canımın bedelini?

İnsan aile ocağı için ölür. Birtakım nesneler ve duvarlar için değil. İnsan katedral için ölür. Taşlar için değil. İnsan halk için ölür. İnsan sürüleri için değil. Bir Toplum’un temeli İnsan’sa, insan, İnsan için ölür. Yani insan, kendisine can veren şey için ölür.

Sözlüğümüz yerli yerindeydi gerçi, ama kullandığımız içi boş sözcükler, derdimizi anlatmaya kalktığımız an, korkunç çelişmelere düşürüyordu bizi.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.167

Bir de baktı ki, bir yolun ortasında kendi oluşturduğu kaosunda kalıvermiş; kim olduğunu, neler olduğunu, nereye gideceğini bilemez haldedir.

İki noktayı kaybetti bir başka gün: Hiçbir açıklama yapamadı.
.

Varlığının rengi iyice solmaya başladı. Kendine ait bir gayesi, yarına ait bir çabası, insanlığa dair bir çilesi olmayınca diyaloglar bitti. Sorular olmayınca kendini anlatacak, kanıtlayacak, hatta öfkelenip bağırtacak, açıklamaları da bitti. Ne varsa onu yaşıyor, ne denilirse onu yapıyordu. Hatta bunları güle eğlene yapıyordu. Bu tükeniş oynaya oynaya gerçekleşiyordu. Her sunulan şey gülerek sunuluyor ve sonra sessizce içinden bir şeyler çekiliyordu.

İnsan evrendeki yerinin, hayat sınavındaki bir gün vereceği hesabın bilincinde değilse, niçin görevi benimsesin? Sorumluluk ruhuyla ürpermiyorsa içi, arabayı sürerken niçin dikkat kesilsin? Bir duygu, insanı içinden itmiyorsa, niçin fedakârlık yapsın? Niçin dürüst yaşasın? Hayat boş, manasızsa, niçin sorumluluğa, vazifeye inansın?

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.352

Yol ve yolcuya anlam veren, menzildir. Menzili olan çizgi, yoldur. Menzile hasret duyan, yolcudur. Yolculuğun rengi anlamındadır. Hedefi olan yol, hedefinin idrakinde olan adımlar, zamanın yarenidir. Her adımla nice sohbetlere açılınır. Gönül, her nefes alış-verişinde hayatın lezzetini tadar. Bu yolun dostluğu, insanı zamanın hakikatine götürür. Şuura, şevke, sükunete ve huzura…

O zaman açıklanacak bir şeyin varsa, birilerine ve hayata anlatacakların varsa, iki noktaya da ihtiyacın olacaktır. Onun için sen, her günün başında yoluna sorular döşe. İki noktayı hep yanında taşı. Çünkü kendimize, sorumlu olduğumuz insanlara, topluma ve “Mülkün Gerçek Sahibi”ne vereceğimiz açıklamalar olacak.

Hayatının sonuna geldiğinde elinde sadece tırnak işareti kalmıştı. İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.

Yazının özü, içinde bir yerde saklıdır. Nerede? İki tırnak işareti arasında. Yazarın niyeti, gayesi, maksadı oradadır. Kafasına, kalbine, ne ve kim hakimse onu yazar. Senin tırnak işaretinin içinde sakın başkalarının düşünceleri olmasın. Oraya sadece Hakk’ın adını koy. Koy ki, okuyan herkes düşünsün, ibret alsın, şifa bulsun.

Gerçek insansan; bitmez ölümle saltanatın.
Öyle bir yerde ol ki, kalbe kurulsun tahtın.
Her sözün birer sofra, nasibince alsınlar;
Sakın aç kalmasınlar; Hak’tan gelsin her lafın.

Ben böyle birini tanıdım. Adı Hikmet Öğüt. O güzel ruhunun Sahibine yürümesi, seneler oldu. Hayatı güzel yazılmış bir yazıydı. Anlatım bozuklukları hiç yoktu. İfadesindeki nezaket, edep, görgü, insanı çekerdi kendine. Virgülleri çoktu, varlığa merhameti çoktu. Kedilere sevgisi çoktu. Okudukça içiniz açılır, söyledikleriyle insanlığınız çoğalırdı. Onun davranışlarında ömrün sonundaki kamilliği, derinliği ve ömrün başındaki çocuksu masumiyeti gördüm. Hikmet Annem derdim kendisine. Rabbim rahmet eylesin.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply