Kelebeklerle Tanışmak İstiyorsan

0

Tohum ve ağaç… Yaradan’ın Kudretiyle oluşan muhteşem bir varoluş yolculuğu. Biri “tohum”, yola atılan ilk adım; “ağaç” ise yolculuğun kendisi.

– Ne için?

– Vuslat için.

– Vuslat ne?

– Yolculuğun meyvası.

– O zaman meyvaya ermek için ağacın damarlarında yol alan yolculuk, tohumla başlıyor.

.Evet, bu yolculuk bir oluşumun, bir emeğin hikayesi. Tohumdan meyvaya ince ince işlenişlerin, ter ter emeklerin, idrakine varılamayan hikmetlerin hikayesi.

Varlığa baktığımızda aynı yolculuğun daha nice canlarda sayısız renklerine, şekillerine, anlamlarına şahit oluyoruz. Tırtıl ve kelebek de bunun bir başka örneği. Tırtıl ve kelebek yolun kendisini değil, yolcunun sabrını, fedakarlığını anlatan ayrı bir hikâye.

Ömür denilen; Yunus’ça ifade edersek adeta içimize dokuna dokuna, gönüllere yazıla yazıla geçen, menzili çok, geçit vermez engellerle dolu, aşılamayan tepelerin, yüzülemez derin suların önümüze çıktığı uzun bir yol. Bu zorlu bir mücadele; ama sonu tatlı.

– Neden?

– Çünkü yolcu kendi varlığının, var oluşunun hikmetlerinin cevabını bulacak bunun sonunda.

“Yaradılış Kalemi”yle âdemoğlunun kendi hakikatini bulma, gerçek insan olma yolundaki halleri yazılıyor bu mücadelede. Her varlığın bir yaratılma amacı var. İnsanınki ise hepsinden yüce. Aklı olan, böyle bir yolculuğa çıkacak; ama azığını hazırlayarak, her türlü tedbirini alarak çıkacak…

Goethe, “bir insanın ulaşabileceği en yüksek düzeyin, kendi inanç ve düşüncelerinin farkına varmak, kendini tanımak” olduğunu söyler.

– Peki kendini tanımak nedir?

.Davranışlarının farkındaysan, nasıl sonuç verdiklerinin şuurundaysan kendini tanıyorsun demektir. Bir de bunları daima kontrol ederek kendi zaaflarınla mücadele ediyorsan; Yaradanın çizdiği sınırlar içinde dikkatli yaşamaya özen gösteriyorsan kendini tanımanın ötesine; kendi hakikatine, yaradılışının el değmemiş saf, çocuk bilgeliğine kanatlanıyorsun demektir.

Kanat kalemse;
Tüyleri, sözcüklerin.
Göklerce geniş düşüncelerin…

Kelebek olmak için koza gerek,
Tırtıl gerek.
Koza da biziz, tırtıl da biz.
Bahçesiyiz ömrümüzün.

– Tırtıl kelebeğe nasıl ve nerede dönüşüyor?

– Kozada.

– O zaman koza, tırtılı kelebeğe çeviren bir âlem.

.Evet. Kıvranmayı kanatlanmaya dönüştüren bir sır. Fedakarlığı ve sabrı huzura götüren bir köprü. Dışarıdan bakıldığında koza aynı bir mezar, bir mağara gibi. Ancak onun içinde yoğrulan maya nasıl bir iksir ki sonucu rengarenk bahçelerde yol alacak bir kelebek oluyor?

– O zaman hayatı, mekânı bahçeye dönüştüren biziz, çöle çeviren de.

.Ve bahçede uçan kelebek de kelebeğe dönüşen tırtıl da biziz. Tırtıl gibi olmadan kelebeğe varabilmek yok bu dünyanın şartlarında. Yaradan öyle dilemiş. Onun için kelebek kadar tırtıl da dosttur bize; belki daha da fazla. Neden dersen… Tırtılın fıtratında acıya sabır, acı çeken için fedakârlık var. Zor anların sığınağı nedense hep sıkıntıya direnç gösteren, acıyı tatlıya çeviren fedakâr ve sabır ehli insanlardır da ondan.

‘Tabii, seni çok seviyorum.’ diye konuştu çiçek. ‘Bunu şimdiye dek sana belirtmemiş olmam benim hatam. Aslında bu da önemli değil. Ama sen… Sen de benim kadar aptalca davrandın. Mutlu olmaya çalış… Fanusu da istemem.’

‘Ama rüzgâr…’

‘Soğuk algınlığım o kadar kötü değil. Gecenin serinliği iyi gelir bana. Çiçeğim ben.’

‘Ya hayvanlar?…’

‘Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım. Çok güzel olmalılar. Kelebekler de, yani tırtıllar da olmazsa kimle dostluk edeceğim ki?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.43-44

Saint-Exupéry’e göre yaşam bir gaye uğruna çıkılan yolculukla değerleniyor. Ona göre ideale yönelen her davranış güzel. Eserlerinde kalemiyle hep bu güzelliği dillendiriyor. İnsan ilişkilerinde, memleket meselelerinde hep sorumluluk, fedakârlık, dostluk gibi değerleri arıyor. Yerde bulamayınca göklere kaçarak soluklanıyor. Hayatın anlamını bulabilmek için yollara düşen bir gezgin o. Yolu çöllerden geçiyor, izi olmayan kuyularda kendi ab-ı hayatını; varlığının hakikatini arıyor.

Acıyı tatmayan, sabrı idrak etmeyen kimse bu yola çıkamaz. Çıksa bile, takati kesilir ve kaybolur. Bu yolculuk, insanın idrakinin her adımda farklı bir boyutta uyanmasıdır. Duygularının, düşüncelerinin, davranışlarının aynı tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi çok farklı bir hale dönüşmesidir. Bu dönüşümü geçiren aynı insandır; ama onun varlığa bakışı, çevreye sarılışı, olayları karşılaması çok farklı olacaktır önceki halinden.

Başka canlarda, başka renklerle oluşan bir başka yolculuk da “koruktan üzüme” uzanıyor.

Koruk, adım adım üzüme dönüşüyor. Koruk olarak zamanın dilinde bırakılan burukluk, üzüm olarak tat veriyor. Ve hayattaki her şeyin tadı bu dönüşümle alınmaya başlıyor.

– Nasıl oluyor bu? Koruk neyin metaforudur bu yolculukta, üzüme hangi anlam yükleniyor?

.Üzüm olmak, “Asıl Olan”a yüzünü dönmek, hamlığından, kirlerinden arınmak demek. Üzüm olan, varlığın sırrını keşfeden bizim gönlümüz. Böyle bir gönlü taşıyan Hakkı, hakikati, huzuru, mutluluğu maddede değil, manâda; iç âleminde bulur.

Hz. Mevlâna’ya göre “Üzüm olmak”, kendini bilmektir. Kendini bilen; özünü kavrar, hayatın hakikatine ulaşır. Artık o huzurun, mutluluğun adresini bulan ve nasibini alan biridir.

– Sonuç hayatın hakikatine ulaşmaksa, neden herkes bu kadar mühim bir adresi bulamıyor?

.Çünkü huzur ve mutluluk insanın çalışarak biriktirdiği, kazandığı bir şey değil. Huzur ve mutluluk insana doğuştan verilen nimetlerin, özelliklerin, fark edilmesiyle oluşur. Ve bizi Yaradan’a ulaştıracak ne varsa onları keşfedebildiğimiz kadar buluyoruz onları.

– Ben de çıkabilir miyim bu yola?

– Yolun sonunu merak ediyorsan, hasret duyabiliyorsan çıkabilirsin.

– Bu yolculuğun şartlarına nasıl dayanıklı olabilirim?

.Bu yolda yalnız olmadığını, korunduğunu bilirsen dayanabilirsin. Nasıl kâinatta bir nizam varsa, yolların da bir nizamı var. Bu nizama inanarak ve güvenerek yola çıkarsan, kendine düşenin sadece yürümek olduğunu bilip, adımlarını “Yolun Sahibi”ne teslim edebilirsen yıkılmazsın. Gerçek ol, gerçeği yaşa. Kural bu.

Gene babamın söylediği başka bir şeyi hatırlıyorum: ‘Portakal ağacı dikmek için gübre ve kürek kullanıyorum, bazı dalları da kesiyorum. Ve böylelikle meyveleri taşıyabilecek bir ağaç yetişiyor. Ben bahçıvan olarak toprağı belliyorum, karıştırıyorum, çiçeklerle ve mutlulukla ilgilenmiyorum; çünkü çiçek açan bir ağaç olması için öncelikle bir ağaç olması gerekir ve mutlu bir insan olması için öncelikle bir insan olması gerekir.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.229

Bu yolda bir karıncayı sudan kurtarmak dünyaları kazandırır vicdana. Bir gülümseyiş, paylaşım nice huzurdan limanlara götürür. Ne yazık ki bizlere hep “mutluluk nasıl elde edilebilir?” öğretiliyor. Bu sebeple yaşama dönüştüremediğimiz bilgilerin duvarlarını aşamıyoruz. Çünkü aşabilecek bir yüreğin sahibi olamıyoruz. Çünkü duvarı aşabilmek için önce tırtıl olmak gerekir. Tırtılı basit, küçük, hakir gören bir zihniyet hiçbir umuda kanatlanamaz. Hiçbir ufku aşamaz. Oysa kelebek olma yeteneğini tırtıl özünde taşır. Özün keşfi, acı ve sabırdan geçer. Tırtıl acıyı tanır. Yolun derin sularını kulaçlayan, tırtıldır.

– Tırtıl olmak mı istersin bu hakikat yolunda; yoksa kelebek mi? denirse ne dersin?

– Doğruyu en güzel erenler bilir derim: 

Görünenle yetinirsen eğer, sadece tırtılı bilirsin.
Çirkindir ya tırtıl gönlünü çekmez.

Görünenin ötesine geçmek istersen, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında.

Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar.

Lâkin gönül gözüyle görürsen eğer, kelebeğe değil, tırtıla sevdalanırsın…

Hz. Mevlâna

Çünkü derdi çeken tırtıldır. Sabrı göğüsleyen tırtılın canıdır. Beklentisi yoktur; sadece olanları değerlendirir. Sınırları zorlamaz, kendi yüreği içinde teslimiyetini yaşar. Zamanı durup durup beklemez. Sadece yaşanılan anı değerlendirir. Kozanı ör denilir, o da örer. Bir bilse ki ördükçe hapsedildiği kozası az bir zaman sonra onun özgürlüğü ve mutluluğu olacak. Ama tırtıl bunların da beklentisine girmez.

Ve zamanı gelir; kelebek olup uçmak tırtılın yüreğine bir ödül olarak verilir. Yani mutluluk ve huzur Yaradan’ın yaşamı doğru karşılayana verdiği bir ödüldür.

Sen bir kelimeyi anlamak istersen ona amaç olarak değil, ödül olarak bakman gerekir; çünkü aksi takdirde bir anlamı yoktur. Öte yandan bir şeyin güzel olduğunu bilirim; ama amaç olarak güzelliği reddederim. Sen hiçbir heykeltıraşın “Güzelliği bu taştan mı çıkaracağım?” dediğini duydun mu?

Kıvır zıvır şeylerin heykellerini yapanların boş lirizmine aldananlar var. Gerçek heykeltıraş şöyle der: Ben taştan beni bunaltan, bana baskı yapan şeye benzer olanı çıkarmaya çalışıyorum. Bunun heykel yapmaktan başka bir yolu yok. Ve yüzün ağır ya da uyuyan bir güzellik gibi olması… Eğer söz konusu olan büyük bir heykeltıraşsa eserin de güzel olduğunu söyleyeceksin. Çünkü sonuçta güzellik de kesinlikle bir amaç değil, ödüldür.
….
Sevgimin sessizliği içinde halkım arasında mutlu gözüken insanları çok gözlemledim. Şu kesinlikle anladım ki mutluluk onları, onu hiç aramadıkları için buluyordu. Güzelliğin heykeli bulması gibi…

Ve her zaman mutluluğun onların mükemmelliklerinin ve yürekliliklerinin işareti olduğuna inandım. Ve sen sana her zaman ‘O kadar mutlu hissediyorum ki’ diyebilen kadına sonsuza kadar kapını aç; çünkü onun yüzünde okunan mutluluk onun kaliteli biri olduğunun işaretidir. Çünkü yüreği ödüllendirilmiştir. 

Dolayısıyla bir imparator olarak benden halkım için mutluluğu fethetmemi isteme. Heykeltıraş olarak benden güzellik peşinde koşmamı isteme. Nereye doğru koşacağımı bilemeden sadece onlar için bir ruh yaratmamı isteme. İçinde bir ateşin yanabileceği bir ruh…

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.227-228

Nefis görüntüye hayrandır; gönül ise görüntünün anlamına. Görüntü hazırdır; ancak anlam için gayret, emek gerekir. Zafer kelebek de olsa zaferi göğüsleyenler tırtıl yüreklilerdir. Karanlığı tanımayan ışığın kıymetini bilemez. Aydınlığa ihtiyaç, görmeden adım atan, takılıp düşen adamın endişesinde, korkusunda saklıdır.

Her yaradılış, her varlık sırlar yumağı. Yumağın ucunu bulmak zaman ve gayret ister. Buldun mu da elinde çözülmeye başlar. Çözüldükçe ısınır, seversin onu. Eğer kelebek bir zaferse tırtıl neyi bilir, neyi görür de kelebek haline gelir. Göremez; çünkü gözleri yoktur tırtılın. Bizler dünya gözümüzle buna takılırız. Bilsek ki esas âlem gözle değil, gönülle görülür…  Çünkü tırtılın sabrı, tahammülü, fedakarlığı yüceliklere ulaşan gözbebekleri gibidir.

Sen onları gördün. Gözleri olmayan tırtılların ışığa doğru gitmelerini ya da ağaca tırmanmalarını… Ve onları insan olarak inceleyen sen, kendine onların nereye doğru yöneldiklerini açıklıyorsun.

Vardığın sonuç: “Işık” ya da “Zirve”. Ama onlar bunlardan habersiz.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.325

Her şey gözle olsaydı aşkı nereye yerleştirecektik bu yolculuk hikayesinde? Kör olan, yağmuru belki gözleriyle göremez; ama damlaları derisiyle, toprakla buluşan rahmeti kokusuyla öylesine hisseder ki… Göz bulamasa da beden bulur, kalp, ruh bulur aradığını.

Sen sözgelimi benim katedralimden bir şey alırsan, yılımdan, yüzümden, vatanımdan, işte senin gerçeğin bu olur ve senin ancak objeler için geçerli olabilecek boş sözlerin beni pek ilgilendirmez.

Sen tırtılsın. Aradığın şeyi kesinlikle düşünmezsin. Dolayısıyla benim katedralimden, benim yılımdan, benim imparatorluğumdan güzelleşmiş, yücelmiş ya da görünmeyen bir besinle beslenmiş olarak çıkarsan içimden, ‘İşte insanlar için güzel bir katedral. Güzel bir yıl. Güzel bir imparatorluk.’ diyeceğim. Nedeni anlamak için nasıl düşünmek gerektiğini kesinlikle bilmesem de…

Ben sadece tırtıl gibi bana uygun olan bir şey buldum. Kışın, ateşi avuçlarıyla arayan kör gibi. Ve onu bulur. Ve değneğini bırakır elinden ve bağdaş kurarak ateşin yanına oturur. Ve ateşle ilgili olarak, senin bildiğin gibi, senin gördüğün gibi hiçbir şey bilmese de! Çünkü bedeninin gerçeğini bulmuştur, sen artık yer değiştirmeyeni gözlemeyeceksin.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.325-326

Hayat yolculuğunu ancak bu yolculuğa kuş bakışıyla bakanlar değerlendirebilir. Başını ve sonunu düşünebilenler idrak edebilir. Bir eserin son sayfasını okumayan konuyu tam anlayamaz. Neden, niçin sorularının cevabı, baştan sona her şey değerlendirilmeden verilemez. Tırtıl anlaşılmadan kelebeğe değer biçilemez. Koruk bilinmeden üzümün idrakine varılamaz. Alın terini görmeyen emeğe değer biçemez. 

Her şey her şeyle ilgili… Bu ilgi düşüncede silinip kaybolursa, akıl kalbin büyüklüğünü örter. İnsan bu ilgiyi bilmezse, düzelteceğim derken yıkar. Biri neden şöyle, öbürü neden ısrarla böyle diyor? Çünkü o küçük şeyi eğer işin içine inat karışmamış ise, bütünde göremiyor.
….
Her şey yaratılış gereği belirli bir yol izler. İnsan beğenişinin ya da yerişinin bilincinde olmalı. ‘İyi!’ ya da ‘Kötü!’ diye yargıya varmadan önce ‘Bu nasıl oldu?’ diye düşünmek gerekiyor.

Her şey her şeyle ilgili. Amaç kelebekse, tırtılı nasıl ihmal edebilir insan?

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.218-219

Çünkü eğer sen insanı kendi süresi içerisinde gösterir, onu birbirinden farklı kısımlarına ayırırsan, insan hakkında hiçbir şey bilmiyorsun demektir. Hiçbir zaman ağaç tohum, sonra sap, daha sonra bükülen bir gövde ve nihayet ölü bir odun değildir. Onu tanımak için bölmeye gerek yoktur. Ağaç gökyüzüne yavaş yavaş kol açan güçtür.

Sen de öylesin, benim insan yavrum. Allah seni Dünyaya getirir, büyütür, sana peş peşe bir yığın arzu, acı, öfke, af verir. Daha sonra tekrar Kendine döndürür. Bu süre zarfında sen ne o okullu ne o koca ne o çocuk ne o ihtiyarsın.

Sen kendi kendini tamamlayan, kemale erdiren kimsesin. Eğer kendini zeytin ağacına iyice bağlı, o yana bu yana sallanan bir dal olarak görmeyi bilebilirsen, hareketlerinde ebediyeti tadacaksındır. Etrafındaki her şey ebedî olacaktır.

Doç. Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.71
Kale /  s.513-514

Hayatın amacını anlayabilen, her anın kıymetini bilir. Menzilin idrakiyle yola çıkan her adımını dikkatle atar. Başa gelen her şeyi, yazılan her eseri baş gözüyle değil, kalbin tırtıl gözüyle okuyabilen; kelebeğin hikmetine varabilir. Yolun Sahibi’ni tanımadan ne yolculuğun ne yol azığının ne de zamanın kıymeti anlaşılır. Bunlardan habersiz yürek şükrü bilmez, sabredemez.

Küçük Prens ile Gül’ün konuşmalarındaki kelebek ve tırtıl metaforlarıyla Exupéry ayrıca şunları da demiş olabilir.

‘Tabii, seni çok seviyorum.’ diye konuştu çiçek. ‘Bunu şimdiye dek sana belirtmemiş olmam benim hatam. Aslında bu da önemli değil. Ama sen… Sen de benim kadar aptalca davrandın. Mutlu olmaya çalış… Fanusu da istemem.’

‘Ama rüzgâr…’

‘Soğuk algınlığım o kadar kötü değil. Gecenin serinliği iyi gelir bana. Çiçeğim ben.’

‘Ya hayvanlar?…’

‘Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım. Çok güzel olmalılar. Kelebekler de, yani tırtıllar da olmazsa kimle dostluk edeceğim ki?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.43-44 

Kalbi ve sevgiyi temsil eden çiçek soğuk havadan, tırtıldan, diğer hayvanlardan korunmak için fanusu istemiyor. Çünkü korku ve endişeyi temsil eden tırtıl bir gün kelebeğe, güzel duygulara dönüşecek ve çiçeğin, kalbin dostu olacak.

Consuelo, ayrılığın ürpertisini, yalnız kalmanın korkusunu bütün benliğiyle duysa da bunu Antoine Exupéry’ye belli etmek istemez. Belki de kocası kadar kendisinin de hatalı olduğunu hissetmektedir. Tırtıllardan korkmuyor. Kelebekle dostluk kuracaksa, sevinci ve mutluluğu yaşayacaksa bunların özünün tırtılda, duyduğu acılarda olduğunu biliyor. Nitekim eşiyle yeniden kavuştuklarında bunu daha iyi anlayacaktır.

Hiç ummadığı bir biçimde ona New York Rıhtımı’nda yeniden kavuştuktan ve hasretle sarıldıktan sonra Consuelo’nun kaşla göz arasında kulağına fısıldadığı itiraflarını da iki küçük satıra sığdırmıştı:

‘Seni elbette seviyorum’ dedi çiçek ona. ‘Eğer bunu anlayamadıysan, suç bende. Ama sen de en az benim kadar aptalca davrandın…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.247 

Dünyada her şey gibi korku ve endişeler, zorluk ve karanlıklar da geçici. Çekilenler birer tırtıl gibi düşünülürse, sıkıntılarla mücadele sonucu henüz açılmamış kabiliyetlerin kozadan doğabilecekleri söylenebilir. Kısacası bu metaforlardan şunu çıkartabiliriz:

Bu dünyanın toprağında sürünmek de var, göklerinde uçmak da. Dünya bağının koruğu olarak kalmak da var, üzümü olmak da. Tırtıldan kelebeğe, koruktan üzüme uzanan yaradılış köprüleri hep bir gaye için. O gaye uğruna yola çıkanların ufuklar ötesine aynı kelebek gibi kanatlanmaları için önce yüreklerinde tırtılın mücadelesini vermeleri gerekiyor

Nice peygamber, nice gönül sultanı bir kozayı andıran kuyudan, mağaradan, zulmün hücresinden; hatta balığın karnından hep sabrın, hep teslimiyetin, tevekkülün sırrıyla kelebeğe dönüşerek “yücelerdeki âlemlerin fethi”ne ve oradaki “ilahî güzellikler”e kanatlanmış.

Duyguların kozasında öze ipek bürüyoruz.
İlmek ilmek, zerrelere sevgimizi örüyoruz.
Nice tırtıl feda olsun her uçuşun, her rengine;
Kelebeğin kanadından başka âlem görüyoruz.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply