Keder ve Gam Bükücü

1

İçimden Geldiği Gibi

İstanbul’un zihinlerde ve gönüllerde kendine öz bir sesinin, kokusunun, hayvanlarının ve mimarisinin var olduğuna gönülden inanıyorum. Hafıza teorisine göre, benzersiz ipuçları anıları canlandırmada en etkili olanlardır. Bu konuyu İstanbul ve onun sesi, kokusu, hayvanları, eşi benzeri olmayan keşfedilmiş/keşfedilmemiş derin ve gizemli tarihi yönünden ele aldığımızda bu masallar şehrinin kadim dokusu tahrif edilmiyor olsa, muhtemelen şehrin o kendisine has güzel melodisini her an duyar halde olacağız.

Frodo: Geç kaldın.

Gandalf: Bir büyücü asla geç kalmaz. Erken de gelmez. Tam gerektiği vakitte gelir…

Yüzüklerin Efendisi Film Serisi / Yüzük Kardeşliği

Yüzüklerin Efendisi filmindeki bu sahneyi ne zaman izlesem yahut gözümün önüne gelse, yıllardır görmediğim ve sesini dahi duymadığım eski bir dostum, Kız Kulesi ve geceleyin sokaklarda bir o yana bir bu yana koşuşturan, yaprakları tek tük kalmış eski bir ağacın küçük bir kovuğundan meraklı gözlerle bakan kedileri gelir… Bir huzurdur İstanbul, nefestir, kokudur, tınıdır ve belli belirsiz anlarda, kimi zaman neşeli kimi zaman hüzünlü duygularla gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçen, belki de eşi benzeri olmayan bir rüyanın son kareleridir.

İstanbul’um
Mecnunuyum İstanbul’umun ben
Değilim yalancı şairlerden;
Düşünerek yazan ellerden.
İstanbul için yazılanlar ne fakir,
Ne fakir hisler…
Geceleri düşlerimi sevgilim
İstanbul süsler.
İçimden geldiği gibi yazıyorum.
İstanbul’un içinde değil;
İstanbul’u içimde taşıyorum…
Haddime mi düşmüş bu şehre bakıp ta
Bu güzelliği kağıda dökmek.
Bunu yapmak, beyinden aklı sökmek…
Bu şehirde doğdum,
Ağladım,
Bu şehirde gülmeliyim.
Gülmek için de yârim İstanbul’umun
Kollarında ölmeliyim….

Oktan Keleş / Melami Savaşları / s.65-66

Küçük Bir Çocuk

İnsan dünyadaki her şeyin üzerinde fena damgası olduğunu anlaması ve âdeta dejavu olmuşcasına bunu hayatının her anında farklı yaşanmışlıklarla tekrar, tekrar deneyimlemesi onda dünya adına bir bilgelik hali ile birlikte soğukluk da getiriyor. İnayet Han diyor ki; “Küçük bir çocuk, saçtığı sıcaklığı yüzünden oldukça mıknatıssaldır. Herkese karşı arkadaşçadır. Anlama yetisi büyüyünce şöyle bir ayrıma gider: Bu bana iyi davranıyor; ancak şu bana iyi davranmıyor. Bu zarif biri; ancak şu kişi zarif birisi değil. Bu istediğimi veriyor; ancak şu vermiyor.” Ardından insana bir soğukluk gelmeye başlar ve içimizde bencillik artan bir boyuta ulaşır… 

Düşüncem o ki aslında insan bizzat bu evrede -bilindik bir ifade ile- çocukluğunu kaybetmiştir. Aslında çocukluk dünyasındaki saflığını, yaşadığı anılarını, hatıralarını, hayallerini unutmuş ve gerçekte var olmayan, sadece bir yansıma olan gölge dünyanın fena topraklarında beka şehrini arayan bir mecnun olmuştur. İnsan böylelikle anlamlı bir kazanım olan bilgeliğe ulaşırken diğer yandan soğukluğu durdurmak, anılarının ve hatıralarının yardımı ile kaybettiği o çocuğu bulmak için frekanslar ülkesine bir an önce yolculuk yapmalıdır. Bu yolda musikinin, yani sesin, özellikle şehrin gizemli mimarisinin, İstanbul kedilerinin, sıcaklık ve iyileştirici titreşimler oluşturduğunu, bu ahengi sağlayan musikisinin ve onun cisimleşmiş halindeki mimarisinin frekans ve titreşimlerinde atalarımızdan bize kodlanmış olarak gelen gizli bir hazine olduğunu düşünüyorum.

Konu anılar, semboller, zaman, Tolkien ve rüyalar olunca nedense insan İstanbul kedilerinden bahsetmeden, onlara bir iki kelime de olsa değinmeden edemiyor. Onlar bu zamanın ve mekanın “keder ve gam bükücüleri,” minik ve masum kahramanları, zira onların hepsi yaşamlarının sonuna kadar, küçük bir çocuğun büyüdükçe kaybettiği sıcaklık, arkadaşlık ve sevgi hissini hiç kaybetmiyorlar. Onlarsız bir gün geçirmenin tamamlanmış bir gün olmadığına inananlardanım.

Dualite

Kaypak, menfaatçi, bencil, sözünde durmayan, kıskanç, yalancı, ahlaksız insan… bu tanımlamalar uzar gider. Siz de benim gibi Hababam Sınıfı’ndaki İnek Şaban karakterinin hayranıysanız gözünüzün önüne bu sözlerin anımsattığı bir sahne gelmiştir. Keşke böyle bir insan profili sadece anılarımızdaki o neşeli film karelerinde güldüğümüz mizahi bir sahne olarak kalabilse, ama maalesef öyle değildir. Sorsanız kim ister ki böyle bir insanla muhatap olmayı, hayatında bir yeri olmasını. Çoğu zaman birçok insan, kötülük olarak tanımlayacağımız bu özelliklere sahip bir birey karşısına çıktığı zaman hemen fark edemeyebilir veya onunla bu hasta edici yönlerini bilmeden insani bir iletişime girmeye teşebbüs edebilir. Kimi zaman da bu iletişim sonucunda o insanın yaydığı frekanstan bulaşıcı bir virüsten etkilendiği gibi etkilenir. Aslında biliyoruz ki kötü insan yoktur, örülen kötülük duvarları vardır; tabi en önemlisi de bu zıtlıklar evreninde dualitenin bir seçeneği olarak da örülmesi, onarılması gereken büyük bir iyilik duvarı da vardır.

Zira Yaradan sadece bunları yaratmamıştır. Tüm kötülüklerin karşısında misliyle iyilikler de yaratılmıştır. Yaradan bir ahenk, yani uyum içinde, insanı, canlı cansız her şeyi yaratmıştır. Kötülüğün yıkıcı ve bozguncu işlevini en iyi ifade eden sembolü sessizlik olacaksa, iyilikler de frekanslar ülkesinde ahenkli bir musiki oluşturacaktır. Bu zıtlıklar evreninde kötülüğün -kalıcı bir benzetme olması maksadıyla söylemiyorum- adı “sus/es” (enteresandır ki okunuşu bile bir tıslama ve yılanı anımsatıyor) sembolü olmuştur. Evet iyi söylüyorsan konuş, değilse ebediyen sus… Musikide de eseri semboller dilinde kağıda dökerken belirli ses aralıkları ve ölçülerinde sus/es, yani bir sessizlik/durma sembolü vardır. Partisyonun ilgili enstrümanının o bölümünde, diğer enstrümanlardan bazıları çalınması gereken notanın sesini verirken diğer enstrüman/enstrümanlarda derin bir sessizlik olur. O bölüme bir sus/es işareti yerine çok sevdiğimiz bir tondaki notayı ekleyecek olursak melodi değişir ve ahenk bozulur. Kayıtsız şartsız olarak gerek insanın kendi eserinde oluşturduğu mikro orkestra ile, gerekse kozmostaki feleklerin seslendirdiği makro orkestra içerisinde bu zıtlıklarla beraber bir birliğin, bütünlüğün oluştuğuna inanıyorsak, oraya bir sus sembolü gelecek ve bunun tamamladığı, ifade ettiği yegâne şey kötülüğün derin sessizliği olacaktır.

Yeryüzünün farklı farklı bölgelerine kadim zamanlarda insan toplulukları ve canlılar belirli bir ahenk ile yayılmış ve oralarda çoğalmışlardır. Tüm bu insanlar ve canlılar bir uyum içinde şehirlerindeki yaşam mekanlarını ve alanlarını kurmuşlardır. Evet, insan bizzat kendi içinde barındırdığı tüm zıtlıklar ile bu mekanlara bir ses, tını katmış ve ahenkli bir melodi ortaya çıkarmıştır. Belki de şu tanımlamalar “şehrin ruhu, şehrin ritmi, şehrin silüeti” sanatsal ve estetik bakışa sahip her insanın diline dolanmış, zihinlerinde kalıcı bir iz bırakmıştır. Aslında şehrin özünü ifade eden tüm bu tanımlamalar, bizzat o zıtlıklar ile yeryüzüne dağılmış insanların yaşam kaynaklarını ve amaçlarını ifade eden olgular olmuşlardır. Zira iyi insanların yalnız olmadığının bir kanıtı olarak, göklerdeki zaman ötesi boyutlardan, iyiliği temsil eden ve yaşayan özel insanlar gelip bu kadim şehrin mekanlarını inşa etmişlerdir. Aslında bu şehrin tınısının, melodisinin insanlığa verdiği mesaj şeytanın sevmediği, düşman olduğu, paylaştıkça çoğalan kazanımlardır. Sevgi, iyilik ve huzur…

Frekanslar Şehri

Her nesne bilindiği üzere olduğu mekanda bir titreşim yaymaktadır. Düşüncem şu ki estetik yönünden biçimsiz, ruhsuz, birçok mimari yapı bulundukları geometrik şeklin titreşimini içinde bulunduğumuz frekanslar denizine dahil ederek, şehrin bütün ahenkli yapıları arasında insani olmayan bir müzik, tını meydana getiriyorlar. Çağlar boyu İstanbul şehrinde eksik olmayan kötülük ve karanlık, yaşam mekanlarına müziğin cisim bulmuş halinde peydah olmaya başlayınca, tıpkı Radagast’ın ormanda fark ettiği karanlık gücün, boğuk, nefes alınamayan, insanı sarhoş gibi bayıltıp, ağaçlar, kuşlar ve diğer canlıları da örümceklerin ağları ile birer birer sarıp boğarak yayılmaya başlayan kötülüğün adımlarını ardı sıra getiriyorlar. 

Böylelikle bir kısmı farkında, bir kısmı farkında olmadan, psikolojik ve fizyolojik olarak insanlar ve canlılar, zaman ötesinden gelmişlerin bizzat mimarı olduğu bu kadim şehrin silüetinin yaymış olduğu tılsımlı ve iyileştirici frekanslardan, titreşimlerden maalesef mahrum oluyorlar. Böyle olunca atalarımızın nakşettikleri anılarını ve hatıralarını her görüşümüzde bedenimizi ve ruhumuzu kaplayacak olan huzuru, mutluluğu, maalesef yok olmaya başlamış eşsiz silüette hissedemiyor, yaşayamıyor ve bu tını ile kendimizi akort edemiyoruz.

Her duygu kendine ait bir alana sahiptir ve müziğin alanı ise zamandır diye biliyoruz. Böyle olunca acaba, müziğin ritmi ile ahenkli oluşu arasında sıkı bir ilişkinin varlığı ve bu ilişkinin bozulması ile sanki siluetindeki yansımaların da berraklığını yitirmesi, ışığını kaybetmesi, bunun şehrin zamanının akışında da bir bozulma, kayma şeklinde hissedilmesi, âdeta olmakta olan, fakat çok zor hissedilen, belki de sadece hassas ve şehrin can damarları ile kendisini akortlamış gönüllerin hissedebileceği zamansal ve ışıksal kaymalar mı yaşanıyor?

İstanbul’un silüeti neden bu kadar bozulmaya ve karanlık bir şekle dönüştürülmeye hedefli bir şehir? Acaba şehir planlaması yapılırken arka planda insanların ruhsal olarak içinden çıkamayacakları bir yapının içine girmeleri mi planlıyor? Zira bu yapılar durdukları yerde bulundukları geometrik şeklin titreşimini sürekli yaydıklarından dolayı, mimaride de bir bakıma kakofonik bir müziğin zorla, soluksuzca insanlığa, tüm canlılara, hasta olmalarını istercesine dinletilmesi mi hedefleniyor? Bu, şeytanilerin metafizik müzik savaşlarındaki gibi İstanbul’un mimarisi üzerinde de insanlara ve diğer tüm canlılara uyguladıkları parapsikolojik bir savaş yöntemi olabilir mi? Çünkü tüm bu frekanslar labirentinde, şehir var olan zarif melodisini gerek kakofonik içerikli sanatsal çalışmalar aracılığıyla kaybettiği gibi, gerekse şehrin silüetinde de şeytani bir mimari oluşturularak, bu karanlık tuğlalarla kötülüğün duvarlarını örüyorlar ve tüm canlılar üzerinde istilacı bir süreç yönetimi başlatıyorlar. Süreç diyorum, zira bir anda olmuyor; yavaş, yavaş ama bitmek bilmeyen bir yıkım ve acı ile… 

…Sam aniden, bu kalenin düşmanları Mordor’a sokmak için değil, onları içeride tutabilmek için yapılmış olduğunu, neredeyse şok geçirerek anlayıverdi. Bu gerçekten de çok eskilerin Gondor işçiliğiydi…

J.R.R. Tolkien / Kralın Dönüşü / Cirith Ungol Kulesi / s.858

Yazar Tolkien burda tıpkı bir labirent sürecini tarif ediyor ve özellikle Sam’in şaşırmış olması bir çıkmaz ve tahmin edilemeyen bir durum ile karşılaşmış olduğunu gösteriyor. Hatırlarsanız bir önceki yazımızda değindiğimiz üzere Sam, Frodo ile birlikte bu labirent mantığındaki kaleden bir ışık/ses yardımı ile çıkabilmişlerdi. Bu noktada, zihnimde labirentten çıkış ile alakalı işitme, koku yahut görme duyularımızdan özellikle birisinin daha fazla öne çıkarak bize rehber olacağı beliriyor.

Dikey ve Yatay Yansıma

Klasik batı müziği çok sesli olup dikey (vertical) hareket ile ilerleyen bir sistemi vardır. Bu sistem içerisinde de uyumlu ve uyumsuz ses aralıkları mevcuttur. Bu uyumsuz ses aralıklarının klasik armoni kurallarına göre dikey harekete sahip batı müziğinde kullanılması yasaktır. Baktığımızda enteresandır ki batıdaki mimarilerde de bu dikey büyümeyi görmekteyizdir. Fakat Türk musikisi tek sesli ve yatay (horizontal) ilerleyen melodilere ve makamsal yapılara sahip olup seslerin kendi aralarındaki ilişkileri batı müziğinin armoni kurallarına göre değil, kendi ahengi üzerine kurulmuştur. Ayrıca bu açıdan kadim Türk mimarisine baktığınızda da karakteristik olarak yatay yönlü bir düzlemde bir yapılaşma görmekteyizdir. Yani, klasik batı müziğinde uyumsuz ses aralıkları, pekâlâ ki Türk musikisinde uyumlu bir hal ile kendi içinde bir ahenk oluşturabilmektedir.

…İngilizcede tek giriş çıkışı olan mekanlara labyrinth, çıkmaz yolları ile birden çok yolu olan yapılara maze denilmiştir. Maze kelime kökeni ise kafa karıştırmak, kuruntu manasına gelmekte.

Ömer Tahir Karahanlı / Yeşil Güneş / Labirent – 1

Yukarıdaki açıklamaya ek olarak, Maze kelimesinin kökeni olan kuruntunun ayrıca sözlükte vehmetmek manasına geldiği, yani bir başka ifade ile vesvese anlamında kullanıldığı söylenebilir. Vesvesenin kelime kökenine baktığımızda da “fısıldama – seslenme” olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan şeytanın kulağa fısıldaması konusu çok bilindik bir konudur. Yukarıdaki dikey ve yatay ses konularını düşündüğümde, sanki batıda labirentin kullanım felsefesi, ses ve mimarisinde de dikey yönlü olup insanı fıtri bir çıkmaza yönlendirirken -batı müziği kuralları ile yapılmış tüm eserler için kesinlikle söylemiyorum, kuralların dışına çıkılarak yapılan birçok güzel eser de mevcuttur, zira iyi bir müzikçi aslında ilk kez batı müziğinde keşfedilmiş diye belirtilen temel birçok teknik kuralın aslında çok evvelinden Türk musikisindeki makamlarla uygulanmış olduğunu araştırsa görebileceğini ümit ediyorum- kadim Türk geleneğinde labirentin kullanım felsefesi, ses ve mimarisinde de yatay yönlü olup, fıtri ve güzel bir ses ve mimari ile, insanı dosdoğru bir yola, yani çıkışa ulaştırmayı hedeflemektedir. 

Diğer taraftan vesvese ile kulağa gelen fısıldamalardan/tıslamalardan, labirenti dikey, yani bir bakıma güzel, lezzetli, keyifli ama fıtri olmayan bir yön ile insanın yavaş yavaş farkında olmadan çıkılması zor, yapay seslerin ve frekansların kısır döngüsüne yönlendirilmesi ile ruhen, fiziken hastalanması ve sonrasında bir düşüş hali mi oluşturulması hedefleniyor?

Dünyadaki bütün sorunların ve problemlerin aslında aynı yıkıcı sebeplerden kaynaklandığı ve hastalığın ortak olduğu çok aşikar. Yaratılışla birlikte kurulu olan ahenk ile oynanması… belki de dünya yaşamının en can alıcı hastalığı “ahenk bozguncusu zihinler”in iyilik duvarını var gücü ile yıkması… Bu bozguncuların oluşturduğu ruhsal ve fiziksel tahribatı, yıkımı, hastalıkları iyileştirmek için de keşfedilmiş olduğu kadarı ile bile olsa kadim musikinin eşsiz ses tuğlaları ile iyilik duvarını örmek için talepkar olmaktır. Böyle olunca bu kadar güzel bir melodinin ve tınının alıcısı tüm dünya olacaktır. 

Evet kısmet olursa, yazımın ara ara belirli bölümlerinde de değineceğim üzere müziğin bir iyileştirme gücünün olduğuna, bununla ilgili birçok ilginç yaşanmış gerçek vakaların bulunduğuna ve aslında bu titreşimler ve frekanslar ülkesinde oluşan tüm ahenksizliklerin çözümünün bir sese, melodiye, tınıya ihtiyacı olduğuna gönülden inanıyorum. Toprağın, suyun, ateşin, havanın, bulunduğu mekana bir tını sunması dileğiyle…

Devamı gelecek…


Okuduğunuz makale, “Kayıp Silmariller” yazı dizisinin 3. bölümü olarak okuyucularımızın beğenisine sunulmuştur.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Çok güzel bir yazıydı. Allah razı olsun. Çok doyurucuydu. Sutuboğdanın merkezinde hep bir müzik olması ve bunu sürekli hatırlatıyor olmanız hem yaşamı sevdiriyor hem tefekkürlerimizi arttırıyor. Ama merak ettiğim konulardan biri şu?
    1-istanbulun inşaasında zamanımızın dışından gelen insanlar konusu merak ettim
    2-kutsal emanetlerle istanbula getirilen kediler bahsettiğiniz şehrin melodisi ile ilgili bir fikir verirmi?

Reply To Koroglan Cancel Reply