İşte O Zaman Tanrım, Yalnızlığım Biter

0

Bana Sadece Okumayı Öğretin. İşte O Zaman Tanrım, Yalnızlığım Biter

Antoine de Saint-Exupéry / Kale

Vakit sabah. 6 suları… Pencereyi açtım. Hava hayli soğuk. Annem rahatsız; onun için sık sık yanında kalıyorum. Oturduğu daire bir yol kavşağına bakıyor. Hava karanlık; arabaların farları tek tek düşmeye başladı. Gittikçe çoğalıyorlar. Çoğaldıkça ışıktan bir zincire benzemeye başlıyor yollar. İrili ufaklı insan siluetleri çıkıyor vaktin her kıvrımından. Öğrenciler, işe gidenler, apartman görevlileri… Ne kadar kalabalığız… Herkes bir yere bir şeyler taşıyor durmadan. Kimi heyecanını, kimi beklentilerini, kimi korkularını, kimi görevini, kimi siparişleri yazdığı defterini. Kimi küçük adımlarında ürkekliğini… Telaş telaşa. Yeni bir güne açılıyor kapılar. Hayır olsun herkese diyorum.

Sabahın ritmi başka, akşamınki daha başka. Akşam… ayrı zaman, ayrı renk. Bir günü kapatıyor kapılar. Ardında neler oluyor; bilmiyoruz. Bildiğimiz insan olduğumuz. İyisiyle, kötüsüyle yaşamaya çalıştığımız. İç içeyiz, tıkış tıkışa; ama kesişmiyor ruhlarımız. En sevdiğimiz, en yakınımız dahi olsa şu anda neyi düşündüğünü, hangi halde olduğunu biliyor muyuz? Hayır.

Bütün insanlığı dövsen havanda,
Zerre zerre herkes yine yalınız.
Boşlukta yol alan uçsuz kervanda,
Her şey tek başına, dağ, taş ve yıldız.

Necip Fazıl / En Yakın

Peki bilebilsem, ne olur? Okusam içini… Yardıma koşsam, el uzatsam… Mesela kızımla gülsem, oğlumla konuşup derinlere insem. Eşimle filancanın derdini konuşup dertlensem. Karşı komşumun sorunlarını ayaküstü çözsem. Her telefonla ayrı renge bürünüp o rengi yaşamıma katsam… Haberlerle, görüntülerle dünyanın her tarafında olsam. Hepsini aynı derecede yaşayıp, acıları aynı terazide tartsam…

Bir kendime bakıyorum bir de hayal ettiklerime… O zaman ne kadar zayıf olduğumu, duygularımın ne kadar tükeneceğini, düşüncelerimin ne kadar karışacağını fark ediyorum. Bir korunma refleksi sarıyor içimi… Üşüdüm. Yeter bu kadar seyir diyerek kapatıyorum pencereyi. Çekiliyorum kendime ve sabah seyrinin getirdiği değişik bir algıyla yalnızlığı düşünüyorum.

Yaradan neden bu duyguyu verdi bana? Soyutlanmış her alanda sadece O’nu görebilmem için. Buna hep inandım ve iman ettim1. Şu an ise yalnızlığın içindeki korunma alanını fark ediyor gibiyim. Sırtımın bu kadar yükü kaldıramayacağı gerçeğiyle yüz yüzeyim. Peki Yaradan neden şefkat, merhamet duygusuyla yarattı beni? Öfke, sevgi, hırs, diğer duygularla?  İşte o zaman müstakim denilen bir yol uzanıyor gözlerimin önünde. Her şeyin dengede, merkezinde yaşanıldığı bir çizgi. Ne az ne çok. Her şeyin ölçüsünde kullanıldığı… Veren, verdiğinin ölçüsünü de koymuş içine. Ölçüye göre kullandığında şifa oluyor, kullanmadığında cefa.

Bilincin tarif edilemeyişine çözüm bulabilmek, çölden çıkıp yalnızlıktan kurtulabilmek için öncelikle yalnızlığı, dünyadan soyutlama ile karıştırmamak gerekir.

Yalnızlıkta çölde tek başına kalan bir kişinin duyguları yoktur; çünkü çölde kumların süslediği bir kuyuya doğru ilerler ve bilir ki; olayların anlamı, hayatı oluşturan şeylere doğru atılan ilk adımla başlamaktadır.

Ama yalnızlık, eğer insan karşısına çıkan şeylerin farkına varmayı bilmez ve varlığını paylaşmazsa, başkalarına önem vermez ve ona kucak açmazsa varoluşun anlamının bir kültür, bir medeniyet veya bir meslek aracılığıyla değiş tokuş sırasında ortaya çıkabileceğini anlamazsa kalabalıkta kaybolan kişiyi bunaltır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.45

Nasıl bir kıştır bu, toprak altındaki tohum çürüyor. Baharı bekleyen dallar, yeşermeden için için kuruyor. Yeşerse de sürgünleri çiçeğe ve meyveye yürümüyor. Çok mu israfa girdik beşer olarak; bir türlü belini doğrultamıyor insanlığımız. Anlık tutkuların elinde bir avuç kül gibi hayatımız.

Verilmiş armağanları ölçülü bir biçimde kullanmadığımdan pişman oldum. Bunlar kesinlikle anlam ve yoldan başka bir şey değil, ben onları sadece kendileri için istedim ve onlarda çölden başka bir şey bulamadım. Gerçekten de ölçüyle maddî manevî cimriliği karıştırdığımdan bunları denemeyi hiç istemedim. Bir saat ısınmak için ormanı yakmak hoşuma gidiyor, çünkü ateş bana daha görkemli gözüküyor. Ve atımın üstünde vızıldayan kurşunların sesini duyduğumda günlerimi kısıtlamak beni pek ilgilendirmiyor.

Her an neysem, değerim de odur ve meyve bir safhayı ihmal edeni doğurmaz.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.519

Çektiklerimiz, yalnızlık duygusunu dengede tutamayışımızdan. “İnzivaya çekilmek”le karıştırışımızdan. Oysa “Tek Olan”la bir başına kalabilmemin huzurunu yaşayabilmek ne güzel…  Kendini bilmek, kendini bulmaya yalnız köşene çekilmek… Hele Mevlâ için, güzellikler için bir hedefin; doyumsuz hayallere, ümitlere gebe ufukların varsa… Doğacak seher için -gözün yücelerde- gün beklemek… Hayır olması şartıyla, sıradan bir hedef için bile yaşayabilmek, mutluluk getiriyor beraberinde.

Saint-Exupéry, yaşadığı yılların ve dünyanın feryadını, “sadece sesinin yankısını duyan” insanlığın çaresizliğini “Hepiniz dostum olun” sözüyle o kadar etkili veriyor ki…

Dağın doruğuna çıkarak sanki hepimize “bir kere daha kendinize dönün; sevgi ve dostluk konusunda neredesiniz, bunu görün,” diye sesleniyor. Ve onun eserlerindeki karakterler de bu seslenişin birer yankısı.

Bunalım, gerçek kimliğin yitirilmesinden kaynaklanır. Mutluluğum ya da umutsuzluğumla bağıntılı bir haber bekliyorsam, boşluğa atlıyormuş gibi olurum. Kararsızlık beni sallantıda bıraktığı sürece duygularım ve davranışlarım geçici olarak kılık değiştirir. Zaman, saniye saniye bir ağacı oluşturduğu gibi bir saat sonra içime yerleşecek olan gerçek kişiyi oluşturmaktan vazgeçer. Bu bilinmeyen ben, bir hayalet gibi bana doğru gelmektedir dışarıdan. İşte o zaman bir sıkıntı duyarım. Kötü haber bunalım değil de acı yaratır: Bambaşka bir şeydir bu. Oysa şimdi zaman boşa akmaz oldu. Sonunda görevimin içine yerleştim. Kendimi, yüzü olmayan bir geleceğe fırlatmıyorum artık. Bir yangın kasırgasında, belki de pike yapmayı deneyecek adam değilim artık. Gelecek yabancı bir görüntü gibi aklımı kurcalamıyor.

Bundan böyle davranışlarım birbiri ardına geleceği yaratıyor. Pusulayı hep 313 derecede tutmak için kontrol eden adamım. Pervanelerin dönmesini ve yağın ısınmasını ayarlayanım ben. Ani ve acele tasalardır bunlar. Ev işleri, yaşlanma duygusunu yok eden günlük ufak tefek işlerdir. Gün, çok temiz bir ev, iyi cilalanmış bir tahta, gereği kadar alınmış oksijen oluverir. Gerçekten de oksijenin ayarını kontrol ediyorum; çünkü hızla yükseliyoruz: Altı bin yüz metredeyiz.

‘Oksijen tamam mı, Dutertre? İyi misiniz?’

‘Tamam Yüzbaşım.’

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.240

Her satıcının bir alıcısı olurmuş. Her hedefin bir yolcusu. Maddî, manevî her varlık kendinden bir şeylerin reklamını yapıyor bu âlemde. Bir kedinin masum bakışını o an belki kimse görmüyor; ama sen görüyorsun. Bu masumiyet sadece senin için bir ikram. Başkasının hissesine düşeni de sen fark edemiyorsun. Her an bir şeyler satılıp, bir şeyler alınıyor. Mesela yağmur bulutlarını toplayan kurşuni gökyüzünün en ateşli alıcısı benim. Etrafımdaki çoğu insanın bu sevgime garip baktığını biliyorum. Ama o kurşuni renge bir de benim gözümle bakabilseler.

Riviére, azıcık yürümek ve içindeki sıkıntıyı atmak için dışarı çıkmıştı; yalnızca eylem için, dramatik bir eylem için yaşayan bu insan, dramın garip bir biçimde yer değiştirdiğini, kişiselleştiğini hissediyordu. Küçük kentlerin küçük insanlarının, müzikli kutularının çevresinin, görünüşte sessiz ve sakin, ama zaman zaman dramlarla ağırlaşan bir ömür sürdüklerini düşündü: Hastalık, aşk, yas gibi dramlarla, hatta belki… Kendi sıkıntısı birçok şey öğretmişti ona: ‘Sıkıntı, yeni pencereler açıyor,’ insana diye düşünüyordu.

Sonra saat onbire doğru, biraz rahatlamış olarak, yazıhanenin yolunu tuttu. Sinemaların önünde biriken kalabalığı omuzlarıyla ağır ağır yarıyordu. Gözlerini göğe, daracık sokağın üstünde parlayan, ışıklı reklamların hemen hemen silip yok ettiği yıldızlara çevirdi ve ‘Bu akşam, havadaki iki uçağımla bütün gökyüzünden sorunluyum ben. Şu yıldız, kalabalığın içinde bana seslenen bir işaret. Zaten işte bu yüzden kendimi biraz yabancı, biraz yalnız hissediyorum onlar arasında,’ diye düşündü.

Bir müzik cümlesi geldi kulağına: Dün dostlarıyla birlikte dinlediği bir sonatın birkaç notası. Dostları hiçbir şey anlamamışlardı: ‘Bu sanat sizi de sıkıyor bizi de; yalnızca siz itiraf etmiyorsunuz.’

.Belki… diye karşılık vermişti.

Ve şu andaki gibi yalnız hissetmişti kendini; ama az sonra böylesi bir yalnızlığın zenginliğini keşfetmişti. O müzikteki bildiri, değersiz bir sürü insan arasında ona, yalnızca ona ulaşıyordu, tatlı bir sır gibi. Yıldızların verdiği işaret de öyle. Bunca insanın omuzları üstünden, yalnız kendisinin anladığı bir dille sesleniyordu ona.

Kaldırımda gelip geçenler itip kakıyordu kendisini; ‘Kızmayacağım,’ diye düşündü, ‘kalabalıkta ağır ağır yürüyen hasta bir çocuk babasıyım şu anda. Ve baba, evinin sessizliğini taşıyor içinde.’

Gözlerini insanlara dikti. Küçük adımlarla buluşlarını ya da sevgilerini keşfe çalışıyor, fener bekçilerinin yalnızlığı geliyordu aklına.

Antoine de Saint-Exupéry / Gece Uçuşu / s.46-47

Maddî dünyanın yüklediği sorunlardan o kadar korktu ki, yalnızlık ihtiyacını bencilliğe çeviriverdi insanoğlu. Halk tabiriyle “vur deyince öldürdü.” Galiba bunaldığında yanında kimseyi bulamama korkusunu, korkularıyla başbaşa kalabilme endişesini yaşıyor. Başkası için emek isteyen her şeyden kaçıyor, iletişim çabalarını yük olarak görmeye başlıyor. Ve bunun neticesinde akraba ilişkileri, arkadaşlık bağları önce çatallaşıp, sonra kopuyor.

Sizi eve bıraktıktan sonra tekrar caddeye çıktım. Caddedeki kalabalık beni sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda, hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor… Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimde geçen şeyleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hâl aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum.  

Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor. Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor… Zannediyorum ki, tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağının bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmakarışık dünya beni bir buğday tanesi, bir karınca gibi ezip geçiverecek…

Böyle acz içindeyken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek yakın çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor. Bilmem beni anlıyor musunuz?

Sabahattin Ali / İçimizdeki Şeytan / s.13

Çağın insanı olarak sadece kendi sesimizin yankılandığı bir dağ arıyoruz. Başkasının sesine yankı olmayı istemiyoruz. Eşim, bu tiplere “klinik arayanlar” diyor. Paylaşım değildir istenilen. Sadece bencilce kendi derdini, zehrini; ne varsa içinde, onu dökmek. Onun için davranışlarımız sivri kayalar gibi.

Bir cümbüştür kopsa da, gece, yakamozlarda;
Münzevi balıklarız ayrı kavanozlarda…

Necip Fazıl / Kavanoz

Güneş yansısa da her şeye, damla kendi içinde, zerre kendi dünyasında yalnız yaşar aydınlığı ve sıcaklığı. İnsan da günün getirdiklerini onlar gibi yalnız yaşıyor. Her damla, bir kavanoz. Her balık, ayrı bir kavanoz. Cam arkasından seyrediyor, ama dokunamıyoruz bir başkasına.

Ne kadar kalabalığız… Ve aynı yerde görünsek, birlikte gezsek de kendi damlamızda yapayalnızız.

.Hiç mi damladan çıkıp deryaya karışan yok?

.Var elbet. Sular çalkalandıkça, gönül coştukça damlada eriyip deryalaşanlar var. Varlıkları dünyaya geniş gelen arifler var. Dost’a dost olmuş canlar; “Dost’a dost” olmanın enginliğini yaşayanlar var. O enginliği görebilmek; hatta varabilmek için adım atmaya hazırlananlar var.

‘Ne tuhaf bir gezegen!’ diye düşündü Küçük Prens.

‘Kupkuru ve sipsivri; ürkütücü ve sert. İnsanlarında da hayal gücü yok.

Ne söylerseniz aynısını yineliyorlar. Benim gezegenimde bir çiçeğim vardı. Önce o söze başlardı…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.80 

Yankı, anlamını ve önemini kaybeden insanların konuşmasıdır; düşünen nesnenin olmadığı klasik ve tipik bir konuşma. Bağlar kurmamızı sağlayacak ve paylaşılan bir düşünce etrafında bizi birleştiren hiçbir şeyi içermez, tamamen bir söz rüzgarıdır.

İnsanların söylediklerini duymak ve anlamak için nereden konuştuklarını bilmek ve söylediklerini destekleyen hareketleri tanıyabilmek gerekir.

Gülünü hatırlayarak, Küçük Prens, çölden çıkmanın ve çılgınca düşüncelerden kurtulmanın yolunu bulur. ‘Bize ne söyleneceğini, onlara ne söylememiz gerektiğini beklemeden, söze ilk başlayan olmak. Kendi aklıyla düşünmek, diğerleriyle karşılaşmak, onlara sözler aracılığıyla ulaşmak.’ Söz, kimin ne olduğunu gösterecek güçtedir ve bizden farklı, bize karşı olanlarla da iletişim kurma imkânı verir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.79 

Benim gezegenimde bir çiçeğim vardı. Önce o söze başlardı…
.

Exupéry hayatı boyunca kalbinin gerçek sesini arayan bir insan. Pilot’un çölden başlayan yolculuğunun sebebi bu. Can yol aldıkça bu manevî yolda; bakışı, duyuşu, hissedişi, tadı, her şeyi renkten renge giriyor. Yücelerin rengini algılayabilmek için bakışın uygun olması lazım. Bu bakış için en uygun yer: Doruklar… Ve insanoğlu dorukta bulduğu farkındalıkla tüm varlığını ötelere çeviriyor; çünkü biliyor ki huzur ordadır.

Söz, ruhun kelimelerden elbisesi. Biçimi, dikimi, rengi, süsü, sadeliği aklın ve kalbin birer ifadesi. Güzellik adına ilk sözü söylemek, doğru hedefe atılan ilk adım gibi. Ay’a ayak basan ilk insan Neil Armstrong, bu zafere evinden attığı ilk adımla ulaşmadı mı? Niyet damla da olsa, sonucunda deryalaşabiliyor.

Bırak; ilk tatlı söz senden çıksın. Bağa girer gibi gir, dikenlere takılmadan. Çünkü diken bilmese de bağban bilir niyetini.

İlk adımı sen at uzlaşmaya. Bir ekmeği paylaşır gibi paylaş. Başkası çözdü sanılsa da ne çıkar; vicdanın çözmüş ezelden her problemi.

İlk tebessüm senden düşsün zamana. Gündüz aydınlığa, gece mehtaba tırmanır gibi tırman. Çünkü bütün gözlerin, gönüllerin sıcaklığı, o tebessümden gelir.

Kimse anlamasa, bilmese de ne yapmak istediğini, dert etme hiç. Değeri biçecek olan “Sarraf” değil mi?

“Saint-Exupéry’de maddiyattan kaçış ve maneviyata yöneliş”, bütün eserlerinde hissedilen bir ruh hali. Bu derinlikte olaylara bakma ve değerlendirme Kale eserinde iyice yoğunlaşıyor. Görünmeyene, gaybî olana merak ve hakiki âleme özlem, gittikçe artıyor. İç dünyasında Yaradan’a bağlılığı iyice güçleniyor.

Ne zaman ki yollar “Sen”den ayrı düşer, dilden dökülen, ayrı avuçlara dökülür? Ne zaman ki ilahî tellerinle kesişmez gözler, ruha dokunmadan uzayıp gider? Ne zaman ki zihinde yalnızlık bir yanardağ gibi püskürür? İşte o zaman “Sen”den bigâne eririz Mevlâ’m.

YALNIZLIK DUASI

Bana merhamet et Tanrım; çünkü yalnızlığım ağır geliyor. Beklediğim hiçbir şey yok. Odamdayım ve benimle konuşan hiçbir şey yok. Ama ben bir şey istemiyorum, kalabalığın içine karışırsam, daha çok kaybolduğumu anlıyorum. Ama bana benzeyen bir başkası, gene benimki gibi bir odada, eğer sevdikleri, yakınları da evdeyse çok mutlu olur. Onları duymaz ve görmez. O anda onlardan hiçbir şey gelmez. Ama evinde insanların bulunduğunu bilmek mutlu olması için yeterlidir.

Tanrım, göreceğim ya da işiteceğim bir şey de istemiyorum. Senin mucizelerin için, insanların duyuları için değil. Ama beni iyileştirmen, evimde zihnimi aydınlatman yeterli.

Tanrım çölde yürüyen biri insanların yaşadığı bir eve girerse, bu evin dünyanın bir ucunda olduğunu bilse de çok mutlu olur. Hiçbir mesafe engel olamaz bunu düşünmesine ve eğer ölürse, aşkla ölür… Onun için Tanrım evimin bana yakın olmasını bile istemiyorum.

Kalabalığın içinde bir yüzden etkilenen bir gezgin, bu yüz kesinlikle kendisi için olmasa bile, kendisinde olumlu bir değişiklik olur. Kraliçeye âşık olan asker gibi bir kraliçenin askeri olur. Dolayısıyla Tanrım, bu evin bana adanmış olmasını bile istemiyorum senden.

Açık denizlerde olmayan bir adaya adanmış yakıcı kaderler vardır; bir geminin şarkılarını söylerler, adanın ezgisini söylerler ve bundan mutlu olurlar. Onları mutlu eden kesinlikle ada değil, ezgidir. Dolayısıyla Tanrım bu evin herhangi bir yerde olmasını bile istemiyorum.

Tanrım, yalnızlık sakatsa eğer, zihnin ürettiği bir şeydir. Sadece bir vatanı vardır, nesnelerin anlamıdır bu vatan. Taşların anlamı olan tapınak da böyledir. Kanatları sadece bu alan içindir.

Kesinlikle nesnelerle mutlu olmaz; onu mutlu eden sadece bu nesnelerde okuduğu ve düğümlediği yüzdür. Bana sadece okumayı öğretin Tanrım.

İşte o zaman Tanrım yalnızlığım biter.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.323 

Hayır adına bir şeyler gerçekleştirmek anlamlıdır. Ama daha güzeli, sınırı olmayan alanlar için gerçekleştirilenler. Meyve, ağacın anlamıdır. Dava, yüreklerin anlamı.

Exupéry’nin Kale’deki Kral’a söylettiği sözlerde kendi hayat felsefesi var: Emeksiz, hayalsiz, sorumsuz dünyalara karşı, kolları bütün varlığa açılmış, gönlünde sevginin, ruhunda özgürlüğün, sonsuzluğun hayat bulduğu dünyalar yüceltiliyor. Bu iki dünyanın yalnızlık anlayışları farklı. Birincisi kendini yiyen, çevreyi tüketen yalnızlık. İkincisi kendi manevî âleminde beslenip çevreye üreten yalnızlık. Yaradan’dan istenilen, yüreklerin duası. İnsanı sevmek, hangi renkte olursa olsun. Mutlu yaşayabilmek, yuvası hangi toprakta kurulursa kurulsun.

Anlamı olmayan kalabalıktan ne kadar zengindir anlamı olan yalnızlık. Varlığın alfabesi onda çözülür, zaman ve olay onda hecelenir ve hak, hakikat onunla okunur.

Bizlere de doğru okumayı öğret Allah’ım.


1. İman: Emanet, emniyet ile aynı kökten (emn) gelir.
Emn: Güvenir ve güvenilir olma. Güven duygusu.
İnanç: Bir şeyi doğru, gerçek olarak kabul etmek.
Mesela: Yaratıcı’nın yalnızca var olduğunu bilmek, ‘inanç’; hem varlığından hem güvenilirliğinden emin olmak ‘iman’dır.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply