İnsaniyetin Hafızası – Bölüm 2 / Makam-ı Turuk

0

Kainat kelimesi kevn kökünden gelir. Oluşların tümünün cereyan ettiği mekan kainattır. Umum zihinlerde daha çok uzay olarak algılanan kainat, esas itibariyle tüm alemlerin kastedildiği bir kelimedir.

Allah isminin geçtiği cümlelerde, lafzullaha dair bazı hususlara dikkat etmek gerektir. Misal olarak, “Allah diledi, böyle oldu” derken, başka bir durum için “Allah dilemedi, olmadı” denebiliyor. Buradaki yanlış husus, Allah’ın bir şeyi dilememesi neticesinde başka bir şeyin olmasını zannetmektir. Kaîn, yani kevn’ler, oluşlar, kendi başlarına vuku bulan hadiseler değildir. Keza oluşlar, Allah iradesine rağmen veya Allah iradesinden mücerret gerçekleşemezler. Oluş dediğimiz olgu, bizim, yani kul mertebesindekilerin, bazen gerçekleşmediğini zannettiğimiz türleri ile vardır. Bize göre bazı şeyler olurken bazı şeyler olmaz. Allah indinde ise her şeyin sırrı, Ol’da saklıdır. Bizim hayat tabakamızda olmayan şeyler de Allah’ın Ol emri içerisindedir. Olmayışları da olduran Allah’tır. Bir şeyin olması ya da olmaması ihtimali bize ait bir sorun olduğu gibi olmak ya da olmamak sorunu da yine biz kullara aittir. Çünkü bizler imkân-ı vücud, yani olsa da olmasa da olabilir sınıfından mahlûklarız. Allah ise Vacibu’l Vücud ve Tekâddes Hazretleri’dir ki O’nun yokluğu düşünülemez. Allah’a ait bu sıfat, itikadî bir kabul olmanın yanında, saf mantığın, aksine ihtimal veremeyeceği bir hakikattir. Bu ifade, salt olarak bir dinî telkin olarak düşünülmemeli. Burası, aklını işlettiren her insan için varılacak bir noktadır. Bu sebeple, İslâm alimlerinden bazıları, din mesajını almamış bir insanın, hal-i hazırda verilmiş olan aklı ile bir ve tek olan bir yaratıcının varlığı hakikatini bulabileceği kanaatini taşımışlardır.

Kainattaki her oluş, Allah’ın Ol emrinin içindedir. Var olma denen sırlı hadise de, yokluk denen kapalı kutu da o emirdendir. Ve Allah, her şeyi Nur-u Muhammedî’den aleyhisalatuvesselam yaratmıştır. İlk yaratılan O’nun nurudur. Mebdedeki çekirdek, kainat ağacının çekirdeği Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem olduğu gibi, o ağacın müntehadaki en kamil meyvesi de Efendimiz’dir. İnsanın en büyük davası da Muhammedî davadır. En büyük demek doğru değil belki, yegâne “dava”, yani ed-dava, (the) dava, O’nun davasıdır.

Statülerin, CV’lerin, sosyal kimliklerin insaniyet unsurunun önüne geçtiği bir çağdayız. Cahillik sıfatı, okumamış, iyi konuşamayan, icat edilmiş bazı kuralları bilmeyen insanlara yakıştırılıyor. İçinde bulunduğu cemiyetçe, bilgin bir hatip kabul edilen Amr bin Hişam’ın hakikatteki nâmı ise Ebu Cehil idi. Cahillerin Babası olan bu talihsiz, bugün aramızda olsa idi, televizyonlarda, cemiyet hayatında sıkça görebileceğimiz, entelektüel zannedilecek biri olabilirdi. Ama o cahillerin babasıdır. El- önekini tekrar kullanacağız çünkü el mesele, esas mesele, yegâne mesele olan meseleyi es geçen birisi cahildir. El- öneki, bir müstakilliği, daha önemli bir şey olmayışını ifade sadedinde, bize başka özelliklerin, ayrıcalıkların aslında olmadığını söylüyor. Bir ayrıcalık ve ayrım yapılacaksa, ed-dava’ya sahip çıktığı ölçüde yapılacaktır.

Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh, huden lil muttekîn.

İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Müttakîler için hidayettir.
(Bakara Sûresi 2/2)

İşte, kitap da, El-Kitab, (the book), kitap dendiği zaman yegâne akla gelen, Kur’an’dır.

İfadelerimiz dinî telkinden ibaret görülmezse maksadımız daha iyi anlaşılacak. Tabiri caiz ise, hiç boşluk bırakmamak, mazereti olmayan bir hayat yaşıyor olduğumuzu anlatmak için diyoruz ki, bu hayat yalnız dava düşüncesine sahip çıkıldığı ölçüde Hayy sıfatına mazhar olacaktır. Bu mazhariyet ise zamanüstü bir hayatiyet bahşedecektir.

Bizim, Türk Milleti’ne olan muhabbetimizin kaynağı budur. Tekrar etmek gerekir ki, her ne kadar insanın muhabbet duygusuna vize konamayacak olsa da, bunun dayanağı da bu hakikate sahip çıkma şerefiyle şereflenmiş bir millet oluşumuzdur. Tek başına bir unsuriyetçilik değildir.

İsim olarak gördüğümüz kelimeler aslında sıfat olabiliyor. Resul-ü Ekrem Efendimiz’e ait sallallahu aleyhi vesellem birçok isim bulunuyor. En başta Muhammed ismi, tekrar tekrar övülmüş, hamd ü senada bulunulmuş anlamına gelir. Mahmud ismi, medhe layık; Ahmed ismi, en çok medhedilmiş; Mustafa ismi ise, en seçkin, en safvetli anlamı taşır, sallallahu aleyhi vesellem. Bu kelimelerin hepsi de O’ndan mübarek “sıfatlar” taşımaktadır.

Karşımıza çıkan birçok isim, aslında sıfattır ve nâm hüviyeti kazandığı için isim halini almıştır. Bazı meseleler isim üzerinden algılandıkça, sıfatın taşıdığı mânâ, öz, algılarda yerini kaybedebiliyor. Türklük konusu, unsuriyet-ırkçılık fikri ile bu kaybı yaşamıştır. Tarih, Türk’ü hep İslâm’a hizmet ile yazmış iken son yüzyıllar, onu etiket olarak veya ayrıştırıcılık sopası olarak kullananlarla dolmuştur.

Allah buyuruyor:

Andolsun o göğe ve Târık’a. Târık nedir, bilir misin? O, karanlığı delen yıldızdır.
(Tarık Sûresi 86/1-3)

Elmalılı Hamdi Yazır Hazretlerinin ifade ettiği üzere, tarık, tark kökünden gelen bir ism-i faildir. İsm-i fail, fiilden türeyen ve işi yapanı gösteren isim cinsinden kelimelere denir. Tark, bir ses işitilecek ölçüde şiddetle vurmak, çarpmak anlamına gelir. Çekiç anlamına gelen mıtraka da bu kökten gelir. Yol-yolculuk etmek anlamında târik de tark kökündendir. Yolcuların ayak vurmasından mütevellid, yol tepmek ile sözlüklere girmiş olan târik, bir başka kullanımı ile, gece gelip kapıyı çalarak yürek hoplatan ziyaretçi anlamında da ifade edilmiştir. Mastarı tark ile birlikte turuk’tur da. En-necm-i sakb, yani delip geçen (the) yıldız olarak Tarık Yıldızı, insana bildirilmiş “bir” yıldızdır ki, Oktan Keleş’in Asâ adlı eserinde, Nur-u Muhammedî’nin sırrını uzaya, bizim içinde bulunduğumuz tabakaya taşıyan “bir” yıldız olarak ifade edilir. “En-necm” tabirinin yine ayrıca üzerinde duruyoruz zira keyfiyeti meçhul ama var olan bir yıldızdan söz ediyoruz. Uzayın karanlık, kalın mı kalın siyah perdesinin arasından delici ışığı geçen, yıldızların arasında zatî varlığını belki yalnız gafil gözlere göstermeyen ama gözüken her şeyin gözükmesine “sebep” olan bir Tarık Yıldızı.

İsm-i fail konusuna gelelim. Bu terim, bir isimden, onun yapıcısı, sürdürücüsü “sıfatını” taşıyan bir faili ifade ediyor. Tarık Yıldızı, Nur-u Muhammedî’yi biz insancıklara getiren, bizi aydınlatan bir yoldan haber veriyorsa, ed-dava olan, bu meselenin geldiği yerde tekrardan neşredilmesi vazifesini üstlenenlere de Türk nâmı verilmesi mânidar değil midir? İsm-i failin anlamına uygun olarak, bir millete Türk “sıfatı” verilmiş olabilir mi? Evet, Türk’lük aslında bir sıfat, bir unvan olabilir mi?

Orta Dünya Tarihi, esas itibariyle bir arketipler tarihi. Primitif modelleme olarak da ifade edebileceğimiz arketip, Yüzüklerin Efendisi ile kendi ahir zamanına, yani çekirdeğin meyveye döndüğü ana ulaşıyor. Bir karakterin kendi hayat öyküsünde enfüsî bir kemal yolculuğuna çıktığı gibi Orta Dünya âlemi de bir yolculuk halinde ve kendisine doğru yürüdüğü bir kemal noktası var.

Tolkien, hikayelerinin kelimelerle doğup büyüdüğünü söylüyor. Bu bir metafor değil, somut olarak cereyan etmiş bir vaka. İlk olarak sesler var. Bunlar, sonraları itibariyle kelime köklerine dönüşüyor. Kelime köklerinden kelimeler, kelimelerden isimler, isimlerden karakterler ve hayat hikayeleri, hayatlardan ise Orta Dünya Tarihi ve Çağlarını okuyoruz. TUR da, kelime köklerinden biri.

TUR kökü, Elf dilinde kuvvet, hakimiyet, yücelik ve sulta gibi anlamlara geliyor. TUR, Orklarca, Gondor insanları için kullanılan “tark” kelimesinin geldiği kök aynı zamanda. Akla yaklaştırmamız gereken hususlar var. Bahse konu ettiğimiz tark gibi bir kelimenin Orta Dünya Tarihi’ndeki yeri 3. Çağ’ın sonu ile 4. Çağ’ın başı yıllara tekabül ediyor. Tolkien’in kurguladığı tarihteki mazi algısının iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz. TUR kökünün ilk zuhur ettiği zamanlardan bahsedebilmemiz için önce 4 çağ öncesine gitmemiz gerekiyor. Bunun için yaklaşık 7052 sene maziye gidiyoruz. Halen kökün ilk ortaya çıktığı dönemlere yaklaşamadık. Orta Dünya’nın Arda hesabıyla bilinen bu yıllarından da önce, İki Ağaç’ın Yılları olarak ifade edilen asırlarda da, 9.582 güneş yılına tekabül eden 1000 Valinor yılı daha geçmişe gitmemiz gerekiyor ki Elflerin uyanışlarının gerçekleştiği dönemlere, nefeslendirdikleri ilk ses ve kelimelere, köklere ve TUR köküne varabilelim. Yani bütün bir tarih, hayatiyetini kelimelerle, mânâları elden ele taşıyarak sürdürürken, mazi-müstakbel tek bir noktada birleşmiş gibi.

Númenor halkının ilk Yüksek Kralı Elendil

Númenor halkının ilk Yüksek Kralı Elendil

Orkların telaffuz ettiği tark’ın önceki formu ise tarkil idi. TUR ve KHILDI kök kelimelerinden teşekkül eden bu kelime Yüce Halifeler anlamına gelen turkhildi’den dönüştü. Elflerden sonra, 1. Çağ’ın başlangıcında zuhur eden İnsanlar’a verilen isimdir bu aynı zamanda. “Followers” anlamında kullanılan KHILDI kökü, Türkçe itibariyle tam olarak “halife” anlamına geliyor. Elfler, ölümlü insanlara bu nâmı uygun görmüşler. İnsanların, 2. Çağ’da medeniyet anlamında önemli bir zirve tuttuğu Númenor halkına da özel olarak bu unvan verilmişti.

Şu hususun tefekküre değer olduğu kanaatindeyiz. İnsan, sıfatlarla kaîmdir. Vasıf kökünden olan sıfat, insanda hangi hali ile barınıyorsa insan o olur. Bundan dolayı, insanın kendi kendine yakıştırdığı isim ve unvanlar, onu o hale kavuşturmaz. Tarihe baktığımızda da, taşınan sıfatlardan dolayı “verilmiş-kazanılmış” olan isimler hayatiyetini sürdürmüştür. Tolkien, kurguladığı evrenin başından son günlerine kadar bir sıfata, vasfa yer verir. O vasıf, Orta Dünya’nın tarihinde merkez teşkil eder ve kadim kötülüğün mukabili bir kuvvet olarak yerini korur. Bu sıfat içinde yücelik, kuvvet ve hakimiyet gibi unsurlar var. TUR’dan gelen Tark ve Tarkil sıfatları da Orta Dünya’da hep iyiliğin bekçileri halklar tarafından taşınır.

Günümüzü ve geleceğimizi anlamak için mazi bilgisine başvurmak, mazinin mahiyet itibariyle ayniyet teşkil eden unsurlarını deşerek hakikat arkeolojisi yapmak gibi bir ameli gerçekleştirmek arzusundayız. Ahirzamanın şiddetini arttırdığı bir dönemin insanlarıyız. Tıpkı Yüzük Savaşlarının gerçekleştiği 3. Çağ’ın sonunda olduğu gibi. Bugün, devletler muvazenesinde hayırlı büyük bir devletin eksikliği söz konusu. 3. Çağ’ın kaderini değiştirenin, uyandırılan bir gelenek olması gibi bugün de uykusundan uyanmasını beklediğimiz kadim bir gelenek bulunuyor. Kadimiyetini, günlerin sayılmadığı zamanlara kadar kovalayacağımız, elden ele “tedavül” edip durmuş, örtünün altında gizlenmiş bir hakikatin taşıyıcılığından söz ediyoruz. Türk vasıflılar ile Tark vasıflıların, dünyamız ve Orta Dünya’da kendi zamanlarının kader planında hangi rolü oynuyor olduklarını irdeleyeceğiz. TUR kelime kökünün kendi dünyamızda ne gibi karşılıklarının olabileceğine dair ipuçları arayacağız.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply