İçinde Göremediğin Şeyi Dışarıda Hiç Göremezsin

0

Jean-Marc Probst. Dünyanın en büyük “Küçük Prens” koleksiyoncusu. Kendisine Küçük Prens’i neden sevdiği sorulduğunda şunları söylüyor:  

Bu kitabı sevmemin üç özel sebebi var.

İlk olarak umut. Bazı insanlar hayatlarında kayıplar yaşamışlardır. Sevdikleri kişi ölmüş ya da ayrılık yaşamış olabilirler. Bu süreçte Küçük Prens’i okumuşlarsa biraz umut hissedeceklerdir.

İkinci olarak Küçük Prens kitabında dinden bağımsız bir manevî hayat görüşü var. Yani kitap, okuyucusunun dini öğretilerden bağımsız bir görüş çerçevesinde “ölüm nedir”, “hayatın anlamı nedir”; bunları anlamasını sağlıyor. Ve zaten biliyoruz ki, bütün dinlerin ana amacı bu sorulara bir açıklama getirmek. Neden hayat? Dünya hayatından sonra ne var?

Öncelikle şunu söyleyeyim; ben bir Katoliğim ve biz dindar insanlar olarak bu sorulara bir bakış açımız var. Fakat bazı insanlar hayatı anlarken dinin önerdiği yolu tercih etmeyebiliyorlar. İşte bu insanlar kitapta bu tür manevi (ruhani) sorulara farklı bir yolla cevap bulabilirler.

“Dinden bağımsız bir manevi hayat görüşü var. İşte bu insanlar kitapta bu tür manevi (ruhani) sorulara farklı bir yolla cevap bulabilirler.”

Küçük Prens’in bu kadar tutulmasının en önemli sebebi bu olabilir mi? Kitap değişik sebeplerle din kavramından uzaklaştırılmış düşüncelere adeta bir kaynak…  Yalnızlığa dost, güvensizliğe emin bir kucak, aç ruhlara sıcacık sığınak olmuş diyebilir miyiz?

Dostluk, Kucak ve Sığınmak…

Dost olacak, kucaklayacak, sığınılacak tek hakikati perdeleyen nice yanlış tutumlar. Nice hazımsız kafalar ve onların nice sindirilmemiş düşünceleri. İnsanoğlunu aymazlığa sürükleyen, belki de hep sürükleyecek baskıcı, kalıplaşmış kavramlar…

Cennetin doğusundaki Cizvit okuluna sürüldüğüm ana kadar hayatım böyle geçmişti. Yeni dünyamda çocukluğun günah sayıldığı bir ortama girmiştim. Öte âlemin sonsuz ateşleri içinde yanmak istemiyorsan büyümem ve beni yaratan Tanrı’dan korkmayı öğrenmem gerekiyordu artık!  Saçmaydı; ama öyle olduğu için inanmalıydım.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.40

İnsanı insan yapan şey gözlerden gizli olan bir derya. Bu deryayı inanç, manevî değerler, ahlak çağlayanlarıyla güçlendirmek gerek. Bu değerleri insana sevdirerek, düşündürerek, örnek davranışlarla adeta model olarak baskısız, kavgasız, yumuşak dokunuşlarla vermek gerek.

Bu yorgun dünyanın küllenmemiş vicdanlara, kalbiyle sıcak, şefkatiyle herkesi içine alabilecek, güvenilir aydınlara ihtiyacı var. Hakikati doğru yorumlayan, Yaratan’ı da yaratılanı da seven ve sevdiren ariflere, kendini kendine getirebilecek sakin sulara ihtiyacı var.

Kalbi soğumuş, değerlerden nasibini alamamış baskıcı her yaklaşım, insanı, bilhassa minik yürekleri, ruhun özgür âleminden uzaklaştırıyor.

Goethe, yazdığı bir mektubunda, “İnsanı kendi haline bıraksınlar, ona ne çok şey bırakmış olurlar.” diyor. Tanrı’dan uzak kalışın verdiği ıstırapla insan kalbi soluyor. Yalanın, çirkinin yaşattığı örnekler insanın gözlerine, dimağına siniyor. Tohum kök salamıyor kalbe. Kalbin “dirilişidir ya da ölümüdür ortam…

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.118

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine, Saint-Maurice’deki çocukluk cennetinin krallığından yollandığı bu yabanıl sürgüne bir türlü alışamadı. Her şeyden öteye nahif çocuk ruhunda yaşattığı şefkatli Tanrı imgesi sakatlandı. Katolik papazların yarattığı, insanları cehennemin ateşleriyle cezalandıracağını söylediği bu yeni tanrı, dünyasını bir anda değiştirmişti. Ölümünden sonra yayımlanan bitmemiş romanı Kale’de şöyle bir göndermeye rastlarız:

“Tanrıların öldüğü an sen de ölürsün…  Zira onların yanında yaşıyorsundur.”

Bu bir türlü bitmek bilmeyen alışma döneminde Saint-Exupéry, artık sadece kaçmayı düşünür olmuştu. Her gece okulu çevreleyen yüksek taş duvarları aşıp, tekrar şefkatli Tanrı’nın hüküm sürdüğü kendi çocukluk ülkesine kaçışın düşlerini kuruyordu.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.42

Zira Onların Yanında Yaşıyorsundur

El değmemiş çocuk fıtratı Yaradan’a bizlerden ne kadar yakın… O’nun isimlerinin; “Esma Âlemleri”nin en halis yansımaları çocuk varlığında ne kadar parlak… Masumiyetin kanatlarında bir çocuk ruhunun görkemli uçuşu ne ulaşılmaz…

Çocuk ruhunun sınırları yok. Hangi milletten olursa olsun o tek fıtratın prensi.

Tanrı’nın krallığı göklerdedir. Çocuklar gibi olmadıkça o krallığa; melekûta eremezsiniz.

Hz. İsa

Küçük Exupéry, çocuk kalbiyle bu hazinenin farkındaydı. Gün geldi elinden alındı. Büyüdükçe bu yokluğun acılarını yaşadı. Gün geldi nefes alamadı insanların içinde; kendini maviliklere verdi. Uçtu… Uçtu… Delicesine uçtu.

Masumiyetin kanatlarında bir çocuk ruhunun görkemli uçuşu ne ulaşılmaz…

Masumiyetin kanatlarında bir çocuk ruhunun görkemli uçuşu ne ulaşılmaz…

Aradığı hep aynı hakikatti. İçindeki çocuk masumiyetinden güzelliklere ve güzelliklerin Sahibi’ne ulaşmak…

Yaratılışında kendisine verilen “inanma cevherini”, İlahî hakikati bulutlarda tattı. Gün batımlarında hasretle andı. Çöllerde adım adım yaklaştı. Yıldızlar onun bakışı oldu; onlardan baktı sonsuzluğa. Cevheri idrak eden bilir; bir de onu kaybedip sonra bulan. Yetişkin Exupéry de bildi bunu ve kendine saklamadı. Yazdığı her eserinde dağıtmaya başladı.

Tek arzusu vardı onun; insanları anlamak. İnsanoğlu neden içindeki İlahî özellikleri, ruhundaki istidatları geliştirmek için çaba sarf etmiyordu? Maddî olandan, gayesiz yaşamından, entrikalardan niçin kurtulamıyordu?

Saint-Exupéry, Le Mans’taki Cizvit okulundan kurtuluş gününü özgürlüğüne kavuşma bayramı olarak kutladı. Liseyi bitirmesine daha iki yıl vardı; ancak Birinci Dünya Savaşı patlamıştı. Marie de Saint-Exupéry, iki oğlunun geleceği için endişe duyar olmuştu. Bu nedenle iki oğlunu Antoine ile François’yı eğitimlerini tamamlamaları için savaştan uzak bir ülke olan İsviçre’ye yollamaya karar verdi.

College de la Villa Saint Jean, Fribourg’daydı. Le Mans’daki okulla kıyaslandığında cennetten bir köşe sayılırdı. Öğretmenler, Antoine’ın o güne değin kafasında oluşan dayatmacı, yasaklayıcı ve cezalandırıcı Saint Croix tiplerinden çok farklıydı. Henüz ilk hafta dolmadan ısınmıştı buraya.

Din dersi zorla değil, eğlenceli yöntemlerle okutuluyordu. Öğretmenler ilahiyatla ilgili temel kavramları küçük esprilerle süslüyorlar, böylelikle derslerini keyifle sürdürebiliyorlardı.

Villa Saint Jean’da papaz olan eğitmenleri ona sevgiyle yaklaştılar. Hiperaktif davranışlarını hep anlayışla karşıladılar, içindeki cevheri ortaya çıkaracağı konusunda ondan hiç ümitlerini kesmediler. İki eğitim arasındaki fark, Antoine’nin kişiliğinin gelişmesindeki en büyük itici güç oldu. Villa Saint Jean’da geçirdiği iki yıl, Saint-Exupéry’i Le Mans’daki Cizvit okulunda kapıldığı bütün önyargılardan arındırmış; gerçek kişiliğine kavuşturmuştu.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.53-54

Exupéry’nin yaşadığı yıllar, iki savaş arasında kendini yitirmeye başladığı bir dönem. İnsanlık karanlıklardan aydınlığa çıkabilmenin hasretini yaşıyor. İçinde bulunduğu şartları değiştirmek istiyor. Kötülüğü iyiliğe, tutkularını sevgiye dönüştürmeyi diliyor. Ama nasıl bir yol tutacak; bilemiyor.

Albert Camus, bu dönemi korku çağı olarak adlandırıyor:

17. yüzyıl matematik çağı, 18. yüzyıl fizik çağı, 20. yüzyılımız korku çağıdır. Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir?

Halının iki ayrı tabakası vardır. Biri direzi denilen asıl kısmı. İlkönce tezgâha gerilen, asıl kısımdır; sonraki tüm ilmekler ona atılır. Tüm nakışlar bu “atkı ipi” üzerine işlenir. Bu atkı ipi çekilip alınsa, halı zamanla dağılır gider. Ruhumuz da aynı atkı ipi gibi. Ruhunu yitirmeye başladı mı bir insan, onun gözü, kulağı, dili, elleri, her şeyi zamanın savurmasıyla dağılır. Ve üzerindeki değerleri ile yok olup gider. Zamanla öyle bir duruma gelir ki kendini tanıyamaz.

Sadece Exupéry’nin çağının değil, bu çağın insanı da kendi ruhunu, hakikatini kaybediyor. Aslından, özünden, varlığından uzaklaşıyor. Bul desen; neyi kaybettiğini de bilmiyor. Kendisini oluşturan neyi varsa yitirmek üzere olduğunun farkında değil.

Korkuyorum, bir gün biri çıkıp ey insanoğlu diyecek ve kimse üstüne alınmayacak.

İlhan Berk

Bu söz, kendi ruhunu, hayatının anlamını, hakikatini kaybetmeye başlamış insanoğlunun yaşam dramı değil mi? Bu dramdan kurtulmanın çaresinin, ne kuvvette ne de zekada olduğunu neden anlayamıyor? Hiçbir buluş, hiçbir güç, bu kötü gidişin önünü alamamış, alamayacak da… Önünü alacak olan, tek bir limana sığınmak. Gönüllerin, akılların, kuvvetlerin tek Sahibine.

Tarihimiz boyunca dua; çalışmak, fethetmek, yapmak, sevmek kadar basit ihtiyaçlar arasındaydı. Hakikatte dinî duygu, fıtratımızın (tabiatımızın) derinliklerinden gelen bir itişe benzemektedir. Bir grup insan üzerindeki değişiklikler, hemen daima diğer temel faaliyetlere; yani karakter, ahlâk ve bazen de güzellik duygusuna bağlıdır. İşte bizdeki bu önemli kuvvetin zayıflamasına ve ekseriya kaybolup gitmesine göz yumduk…. 

Acı tecrübelerden sonra öğrendik ki, bir milletin en faal unsurlarının çoğunluğunda din ve ahlâk duygularının sönmesi, o milletin düşmesini ve yabancıların esiri olmasını zaruri kılmıştır.

Alexis Carrel / Dua / s.56-57

2. Dünya Savaşında Paris düşüp de Fransa, Almanya orduları tarafından işgal edildiği zaman, üzgün Fransız milletine radyodan hitap eden o zamanın devlet başkanı Mareşal Pétain’in ilk sözü şu oldu:

“Dostlarım, zevk bizi mahvetti!”

Sonunda acı getirecek zevke zevk denilir mi?

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.348

Yaradan yarattığını bilmez mi? Hangi gaye için yarattıysa, bedenini de yerli yerinde ve layığı ile değerlendirir. Onu ruhuna göre şekillendirir. Yani her hak sahibine hakkı verilir. Onun için bu âlemde mükemmel bir düzen ve ahenk var. Bu ahengin, nizamın verdiği huzurdan; göklere, ufuklara, yeşilliklere, dağlara, denizlere baktığımızda ferahlıyoruz, rahatlıyoruz. Ve “Kainatın Sahibi”ne duyduğumuz inanç ve emniyet kadar sükunete ve huzura dalıyoruz.

Bu düzen, denge ve adalet olmasaydı ne olurdu? Aslan ruhu koyun bedenine sığamaz, çıldırır; et yiyecek ağız yapısı, parçalayacak dişleri ve pençeleri olmadığı için açlıktan ölürdü.

Çoğu insan ne yazık ki ruh ve beden arasındaki ahenge, varlıktaki düzene bakıp ne yaratılıştaki muhteşemlikle ilgileniyor ne de kendi yaratılış nedenini merak ediyor. Kalbindeki boşluğun, ruhundaki sıkışıklığın, düşüncelerindeki bulanıklığın “neden”ine, “niçin”ine giremiyor. Girebilse unutabilmek için bu kadar koşturmayacak, başarı hırsının peşinde bu kadar yorulmayacak ve bunca kavganın, savaşın kaosunda ruhunu kaybetmeye başlamayacaktı.

Bedenine değil kendine değer ver ve gönlünü olgunlaştır. Çünkü kişi; bedeni kadar değil, ruhu kadar insandır.

İmam-ı Gazali

Kâinatta her şey insan içindir, insan da Yaradan için. Madem ki Yaradan her şeyi en güzel biçimde onun için yaratmış ve emrine vermiştir; öyleyse insan O’nun katında en çok sevilen varlıktır.

Peki insan şuuru bu hakikatin neresinde? Bu kadar sevildiğini, önemini bilse, bunca önemsenmenin bir yankısının olması gerekmez miydi içinde?

Sadece susayan suyu değil, su da susayanı arar.

Hz. Mevlâna

Bu ne büyük müjdedir. Geceler sabaha dönüşürken, her sabah yeniden doğarken güneş, günahtır ümitsizlik.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.181

Ey can! Bakışlarında saflığını muhafaza edebilen gözlerinin, ufuklar ötesine gebe olduğunu bilmez misin?

Oysa yücelere her teveccühün bir doğum gibi. Ne zaman ki rengi ve şekli bu mananın önüne geçirdin; derinlere inebilmen de yücelere kanatlanman da gittikçe zorlaştı değil mi?

Sen bu saflığı kaybettiğinden beri ufuklara hasreti de kaybettin. Duyguların yönünü şaşırdı. Şaşkın nazarlarınla yüzlerce yollara takılmış savruluyorsun. Oysa Hakikat tektir. Her şey ona doğru akıp gidiyor bu nizamda. Artık zamanı da değerlendiremiyor, onun kıymetler ötesine aktığını bilemiyorsun. Dünyayı satın alacak kadar pahalı yaşamlara bürünsen de neye yarıyor ki?

Sadece bedeninle ilgilendikçe ruhunun mana âlemindeki güzelliklere nasıl kapandığını ve yavaş yavaş bedeninin gerçek güzellik kaynağı olan ruhunu nasıl karanlıklara terk ettiğini fark edemiyorsun. Bakışın saflığını yitiriyor ve “Gözlerin asıl görülmesi gerekeni göremiyor”. Kulağın hassasiyetini kaybediyor; asıl dinlenilmesi gerekeni dinleyemez hale geliyor.

İçinde göremediğin şeyi dışarıda hiç göremezsin...

İçinde göremediğin şeyi dışarıda hiç göremezsin…

Saflığı nokta gibi gözünden sildiğinde;

Kör olur ve kararır Hakk’a giden yolların.

Noktalaşan yüreğini koy “kör”ün üstüne

Göz açılır, Mevla’ya uzanarak kolların. 

Ruhun güzellikleri gizlidir. Ruh, aranılıp bulunmasını dilediği İlahî güzelliklerini kaybettikçe hasretini çektiği âlemlerden uzaklaşa uzaklaşa bu dünyada garipleşiyor.

Hangi milletten, hangi çağdan, hangi coğrafyadan olursak olalım bu böyledir. Ve insanoğlu en büyük zulmü kendine yaptığının gafletinde içindeki boşluğu dolduramıyor, kalbindeki açlığı doyuramıyor. Adını koyamadığı sıkıntılarının çaresini bulma telaşında ordan oraya savruluyor.

Bir metafizik onarım gerekiyor yurdundan kovulmuş ruhu iyileştirmek için. Güzeli görebilen ruh, onun her yerde hükümferma olmasını ister. İnsanların, fikirlerin, nesnelerin güzelliği bize iyiyi ilham eder ve sosyal adalete yol açar. Ama en mühimi, güzellik bize “en Güzel”i haber verir.

Burada benim dışımda herkes çok mutlu, bir ben değilim.” dedi öğrenci.

“Çünkü iyiliği ve güzelliği her yerde görmeyi öğrendiler.” dedi üstat. 

“Ben niye iyiliği ve güzelliği her yerde göremiyorum?” diye sordu öğrenci.

“Çünkü,” dedi üstat, “içinde göremediğin şeyi dışarıda hiç göremezsin.”

Kemal Sayar / Güzelliği Ararken

 Çağın zihniyeti nasihate de pek sıcak yaklaşmıyor. Yanlış bilinen kavramların kıskacında İlahî söylemlere mesafeli davranıyor.

İşte bu noktada Exupéry’nin insanlığa kazandırdıkları çok önemli. O, yaşadıklarıyla hem çağın insanının profilini iyi tanıyordu hem de kendisini kıvrandıran iç âlemindeki yaralarına nelerin ilaç olduğunu iyi biliyordu.

İnsanlığa gerçek dost olan bu kalem, cümlelerine samimi feryadını, duasını, o kadar maharetle işledi ki; gökler âleminin yücelerinde yankılanan dilekleri her kelimede deva olup satır aralarından okuyanın iç âlemine süzülüyor. Bu sebeple hangi düşüncede olursa olsun dünya insanına umut oldu. Eserlerinin teselli vermesinin, sevgi ve paylaşım aşılamasının sebebi bu olsa gerek.

Jean-Marc Probst’un dediği gibi dinin önerdiği yolu tercih etmeyenler, “Neden hayat?”, “Dünya hayatından sonra ne var?” gibi manevi (ruhani) sorularına Küçük Prens’te farklı bir yolla cevap bulabiliyorlar.

Güle, koyuna, yıldızlara, tilkiye, yılana, su kuyusuna, dağlara yüklenen anlamlarla suskun, gizli problemlerinden iç açılımlarına adım atıyorlar. Ve metaforlarla dile getirilen hikmetli sözler, onların üzerinde adeta,

Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan ona balık verme, balık tutmayı öğret.

Konfüçyüs

felsefesini gerçekleştiriyor.

 

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply