İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 18

1

Beyhude

Sonradan öğreniyorum; yaşlı teyzenin adı bu âlemde Eren’miş. “Merak etme! Ben seni bulurum.” dediği gibi buluyor beni.

.Götüreceğim değirmene varmadan bir yere uğrayacağız. İçindeki sekiz mahalleden geçeceğiz. Buranın adı “Beyhude”. Düşündükleriyle, hissettikleriyle ve yaptıklarıyla boşa kürek çekenlerin yaşadığı bir yer. 

.Boşa kürek çekenlerin diyorsun. Örnek alınacak bir yer değilse ne diye uğrayacağız o zaman? 

.Bu yolda her şeyi mantığa vurmayacaksın. Bir şey diyorsam onu yap. Anlayamadıklarının harcı; senin aklınla, kapasitenle karılır. Bu dünyanın harcı ise aklının alamadıklarıyla. Benim dediklerimi dinle yeter. Bir hakikat var; iç içe gelişen birbirine zıt olaylar. Mesela ceviz. Kabuğu var, bir de içi. Kabuğu kalınlaştıkça içi küçülür. İçi, özü büyüdükçe kabuğu incelir. Bedenin ve canın da öyle. Nefsin ve kalbin de öyle. Biri geliştikçe diğeri daralır. Biri kalınlaştıkça diğeri incelir. Yani biri diğerine yol olabilmek için yaşamdan çekilir. 

Şimdi gelelim bu dünyanın insanına. Bedeni ve nefsi kalınlaştıkça canı ve kalbi incelmeye başlamış. Onun için kendisine isabet eden her şeyde bir tarafı yırtılıyor. Korkarım tamir edilmezse can diye bir şeyi kalmayacak ve kalbi, nefsine yol olabilmek için yaşamdan çekilecek.

.Neden? 

.Kâinatta yaradılış düzeni böyle. Kış olunca su ne olur? Buz. Ve bütün toprak iyice katılaşır, dallar çelikleşir. Yaprak, çiçek solar, erir ve yok olur. Bahar gelince buz erir ve varlığa yol olur. Toprak yumuşar, dal hareketlenir. Yeni yapraklara, yeni çiçeklere, meyvelere ortam hazırlanır. Bu sebeple Yaradan her varlığın yeni bir doğuşa hazırlanması için kışı, karı, buzu gönderir. Yerine güneşin nurunu, baharın sıcaklığını serper suya, toprağa ve ağaca. Hem su hem toprak hem ağaç yeni bir dönemde hayat bulurlar. Kısacası yanlış doğruya, doğru yanlışa yol olmak için her an bir sebeple yok olur. Bu sebeple beyhude olandan; anlamsız ve amaçsız şeyden geçilmeden faydalı olana ulaşılamaz. 

Neler öğrenmiştim. Daha neler öğrenecektim. Zihnim bunlarla meşgulken bir de baktım; etrafı ağaçlarla çevrili bir yere gelmişiz. Dere akıyor. Önümüzde tahta bir köprü var ve havada tuhaf bir koku.

.Kokuyu aldın mı? Akan dereden geliyor. 

.Neden ki?

.Soruları sonra sor. Şimdi sadece etrafına odaklan. Bu işi iyi yaparsan belki de kendi cevabını kendin verirsin. 

Köprüyü geçip büyük bir meydana geliyoruz. Pazar kurulmuş. Hayli kalabalık. Herkeste bir telaş, hareketler seri ve hızlı. O da ne! Yüzlerin rengi yok. Ne yazık ki neden diye sormama da izin yok.

.Ne görüp ne düşündüğünü biliyorum. Şimdi sen sadece ağaçlara bak ve gördüklerini söyle.

.Ağaçlar çok büyük. Gövdeleri çok kalın, dallar heybetli, yapraklar kocaman.

.Daha dikkatli bak!

Dediğini yapıyorum; fark ettiğim bir şey yok. Bir kere daha bakıyorum. Neden sonra…

.Evet… Fark ettim. Ağaçlar donuk. Hiçbirinde meyve yok. Ne uçan kuş var ne de sesleri… Hava durgun. Sanki hayat çökmüş; soluk almıyor. Bir şeyi daha fark ediyorum: Köprüyü geçmeden her şey normaldi. Geçtikten sonra her şey tuhaflaştı. Sanki burada rüzgâr da esmiyor.

.O… Yine sen misin Eren? Bıkmadın mı hâlâ “Beyhude”ye birilerini getirmekten?

.Evet, bıkmadım. Bıkamam da. Çünkü buraya uğramadan istenilen menzile varılamıyor. Eğri görülmeden, doğrunun güzelliği anlaşılamıyor. Onun için beni hep göreceksin. Esas sen de bakalım. Yol arkadaşıma -diğerlerine olduğu gibi- diyeceğin bir şey var mı?

.Yola çıkmış bu delikanlıya ömrün hakikatinden diyeceğim elbet bir şeyler var:

Ömür yoldur, zaman üstünde yürür.
Aczin çöldür, nefsin halini görür.
Serabı göl sanma, yük olur ömür.
Bilmezsin gerçeği, sözün beyhude.

Buraya gelenlerin dünyası geçici, gölge varlığıyla aynı seraba benzer.1 Ağaçları sen de gördün, değil mi? Donuklar. Üzerlerinde hiçbir böcek yaşamıyor, dallarına kuşlar konmuyor. Onlar gibi yaşadığınız dünyada yapılan işlerin de ruhu yok. Üzerlerinde hayır adına, yarar adına, rıza adına hiçbir şey yok. Tek renginiz benliğiniz. O da donuk. Buraya geliyorsunuz, nefsinizin ardındaki gerçeği görüyorsunuz. Elden hiçbir şey gelmiyor; ama burunlar havada. Bu çölde yaşadığınız serap doyurmuyor sizi. Yapılan konuşmalar gerçeğin peşinde değilse boşunadır. Başka ne diyeyim? Kolay gelsin delikanlı!

Ah… Nefsimin ardındaki gerçek. Ne zamandır hem biliyor hem görüyorum. Uğradığım her yerden neler neler öğrendim. Bir müddet her şey rayında; ama bir bakıyorum raydan çıkmış. Neden? Çünkü kalbimi biraz da olsa ihmal etmişim. Kısacası kalp tam kuvvet kazanmadan olmuyor. 

Yürümeye devam ediyoruz. Bağırış, çığırışlı bir başka meydan çıkıyor karşımıza. Herkes iç içe. Aralarında bir adam. Torbasında bir sürü değnek. “Değneklerim var… Alan yok mu?” diye bağırıyor. Aman Allah’ım! İnsanlar durmadan birbirlerine çarpıyor. Sesler de onların sesleri. Gözleri görmüyor galiba. Birine iyice yaklaşıyorum. Göz çukurları iki donuk cam.

.Hâlâ bitiremedin mi değneklerini?

.Nasıl bitireceğim Eren? Kimse almak istemiyor. Sen yine ne güzel; gözü gören biriyle gelmişsin. Bu insanlar da bir görebilseler. Verilen zamanın, mekânın, aldıkları nefesin, yürüyen ayaklarının bir emanet olduğunu anlayabilseler. O zaman hepsini doğru yerde kullanacaklar; çünkü görecekler. Bu çarpmalar, basiretlerinin olmamasından ve iradelerini yanlış yerde kullanmalarından. 

Zamana laf bulma, harcayan sensin.2
Nefsini görmeyen aczi neylesin?
Ney gölden bihaber sazlık ne desin?
Boşuna yorulma; gözün beyhude.

Ne tuhaf bir yer burası. Adamın dediklerinden sonra daha dikkatli bakıyorum. Herkes birbirine çarpıyor. İşin acı tarafı; her biri kendi körlüğünden habersiz. Karşısındakine “Bana neden çarptın?” diye bağırıyor. Hiçbiri bir yerde duramıyor; dursa da sallanıyor.  

.Evet, delikanlı. Çünkü iradeleri adeta yok denecek kadar zayıf. Neye karar vereceklerini bilemediklerinden durmadan yön değiştiriyor ve birbirlerine adeta tosluyorlar. Zaten karar verebilseler benden değnek alacaklar. Ama onu da yapmıyorlar. Çok nadir de olsa tek tük alan çıkıyor. Çıkan da zaten bu karmaşadan uzaklaşıyor. Senin dünyandaki insanların iradesi de kalbin ve nefsin arasında sallanan bir sarkaç gibi. Çoğunun sarkacı kendi nefsinde duruyor. Ve o kör nefis, onlara hayatın değerini göstermekten çok uzak. Bu yüzden denge bulacakları yerde dengeyi bozuyorlar. Çünkü hatayı hep başkasında arıyorlar. Buradakiler gibi kararları, hisleri, hırsları durmadan birbirine tosluyor. Uzlaşma, paylaşma yok. Demem odur ki, her akıl sadece kendini beğendiği için destek istemiyor. Haydi bana müsaade. Belki değnek alacak birini bulurum.

Yine yola düştük. Gördüklerime ağlasam mı, gülsem mi bilemiyorum. Kim bilir daha neler göreceğim? O da ne? Yüksek bir dağ. Her yanında yüzlerce oyuk var. Her birinden bir kadın veya erkek aşağıya kürekle, kovayla toprak, taş, çakıl, kaya parçalarına benzer bir şeyler atıyor. Aşağıda da bir adam elindeki dev kepçeyle atılanları topluyor ve bir taraftan da bağırıyor: “Bu oyuklar size mezar olacak. Bu attıklarınızla sonunuzu hazırlıyorsunuz. Acıyın kendinize. Vakit geçmeden topladığım yerden alın, attıklarınızı.”

.Yardıma geldik. İster misin? Bak birini daha getirdim.

.İstemez miyim Eren? Yardım edene yardım göklerden gelsin. 

Bir depo gösteriyor. İçinde bir sürü kepçe. Toplamaya başlıyoruz. Neler atılmamış ki… Bir sürü ahitler, söz vermeler, vefalar, sevgiler, gülümsemeler, affetmeler, paylaşımlar, ziyaretler, gönül almalar, fedakârlıklar, sır saklamalar, gayeler, ümitler…

.O zaman biraz soluklanayım. Yoksa halim harap. Yalnız delikanlıya diyeceklerim var:

Boşluğun ruhuna mezar olmasın.
Hayat ver kalbine, canın solmasın.
Dönüş yok bu yoldan, aklın kalmasın.
Ahde vefan yoksa özün beyhude.3

Manzara korkunç değil mi? Ancak onlar bu korkunç görüntüden habersiz. Çarpışanları görmüşsündür. Bunlar da onlar gibi. Verilen emanetlere gereken değeri vermiyorlar. Daha da ötesi; gaflet içinde kullanmasını da bilmiyorlar. Söyle bana delikanlı! Bu gafletten en çok kim muzdarip olur? Ruh, kalp, vicdan değil mi? Ve her emanette açılan boşluk da ruha, kalbe, vicdana mezar oluyor. O yüzden geldiğin dünyada ne zaman geçmek bilir ne de mekân insanları ferahlatır. Emanete ihanet bir vefasızlık, edepsizliktir. Ama rahmetten gelen ses “Sen yine de al eline kepçeni.” diyor. 

Durmadan kolları, elleri çalıştırmak hayli yorucu. Bir müddet sonra ayrılıyoruz. Bir kere daha iyi anlıyorum ki fedakârlık, vefa, haya çok zor elde edilen cevherler. Yol arkadaşımda yaşına rağmen hiç yorulma emaresi yok. Yolun başından beri durduğumuz yerlerin dışında hiç ağzını açmıyor.

.Bak uzaklara. Ne görüyorsun?

.Çok ileride kesif bir duman var. Gökyüzünü yerden yükselen dumanların sardığını görüyorum. İs kokusuyla genzim yanmaya başladı. Genzim yandığına göre bir yerler yanıyor olmalı.

.Merak etme! Sandığın gibi yangın falan yok. Biraz sonra dumanların sebebini göreceksin.

Evet, ortalıkta bir yangın yok. Fakat bu kadar duman nereden çıkıyor? Biraz daha ilerledikçe sesler duymaya başlıyorum. Sanki bir şeye kuvvetli nefes veriliyor. Bir sürü ocak. Her birinin başında biri. Daha da yaklaşıyorum. Ocaklarda yanan ateş, alev yok. Sadece üzerlerine çalı çırpı, odun konulmuş közler var. Ocak başındaki, durmadan bütün nefesiyle üflüyor. Köz alev alıyor almasına; ama çalılar tutuşmadığından cılız alev hemen sönüyor. Bu nedenle ocağa durmadan çalı çırpı yığılıyor. 

.Ocaklara bir kere daha bak!

Denileni yapıyorum. O da ne… Odunlar ıslak, çalı çırpının bazıları küflü. Bazı ocaklarda da odunların arasında kömür, karton, mukavva gibi yanıcı şeyler var. 

.Başlarında durup boşuna kendilerine eziyet ediyorlar. Bu manzara hiç değişmeyecek Eren!

Ben yıllarca “Bu duman ciğerlerinize zarar verir.” dedim. Lakin dinletemedim. “Islak odun yanmaz. İçinde olan nem, yanarak buhara dönüşür.” dedim. Kulak asmadılar. Oluşan buhar bakın dumana karışarak havaya nasıl karışıyor? “Bu ocak bu yüzden yanmaz, yazık oluyor nefesinize ve sağlığınıza.” dedim. Güldüler. Hele küflü odunlar. Kokuları da berbat. Yakacağınız neyse ona başka şeyler karıştırmayın dedim. Olmadı. Ne kadar nefes tükettimse beyhude. Hiçbiri bugüne kadar şu arkadaki buz gibi soğuk evlerine -bir kürek kadar olsun- ateş götüremediler. Eren, burada durma. Al arkadaşını; uzaklaş buradan. Herkes ettiğini kendine eder. 

Çıran var hem ocak hem kor ateşin.
Nefesle yaşamı, kaynasın aşın.
Bahara sabrın az, zor geçer kışın.
Yakmayı bilmeyen közün beyhude.

Arkadaşına söyle. Onun geldiği yerde böyle dumanlar çok yükselmeye başladı. Nefesleri ta buradan işitiyoruz. Burada olduğu gibi hem ocak hem çıra hem köz var; ama yine de yanmıyor ocak. Hem ev hem imkân hem can var; ama mutlu olamıyorlar. Çünkü imanları tükenmiş, ümitlerini yitirmişler. Hakla irtibatları pamuk ipliğiyle. Sağlam değerlerin olmadığı kalplerde şevk tüter mi? Nefesinle şükür üflemezsen kalbin gayrete gelir mi? Her şeyim var diyerek kibirle dolanırken aniden başlarına bir şey geldiğinde ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Ne kadar gayret etseler, çırpınsalar da kalplerini aydınlatmaya ve ısıtmaya yetmiyor nefesleri. Tabii yuvalarına da ateş götüremiyorlar. Çünkü emeklerin özündeki niyet bozuk ve küflü. Hiçbirinin temeli rıza üzerine kurulmamış. Hiçbirinde Yaradan’a hoşnutluk yok. Olmadığı için de sabır verilmiyor. 

Siz zannediyorsunuz ki sabretmek sizin elinizde. Hayır. Sabrı veren de O’dur.4 Hem sabır yok hem ümit, şevk yok. Hem de güzel günlere ümit yok. Bu halde bu zorlu günleri nasıl atlatacaksınız?

Söyleyecek bir şey bulamıyorum utancımdan. Evlere bakıyorum. Saçaklarından buzlar sarkmış. Oradan uzaklaşırken düşünüyorum da Eren haklıymış. Buralardan geçmeden gerçek bulunamaz. Nedamet getirmeyen, tövbeyi idrak edemez ki, ellerini Yaradan’a açıp pişmanlığını dile getirebilsin. Ah nefis! Bütün bunların sebebi sensin. Ancak seni ayakta tutan da -ne yazık ki- benim. Kendim böyleyken başkalarına nasıl kızabilirim. 

Bayağı yol almışız. Her yerine samyeli vurmuşa benzer bahçelik bir alana geliyoruz.

.Eren! Bu doğru konuşan delikanlı da kim? 

.O benim dost bildiklerimin dostu Ceylan.

.Dostumun dostu dostumdur, demek istiyorsun yani.

.Şimdi değilse de olacak gibi. Ama zamanı var. Onun için aynı yolda bir müddet birlikte pişeceğiz. Sen söyle; mahallenden ne haber var? Toprak nasıl, bağlar nasıl? 

.Aynı. Gördüğün gibi. Kimsede çaba yok. Adeta tembellik, uyuşukluk bir samyeli gibi vurdu her yanı. Ne geçmişten alınacak ders ne geleceğe yatırım. Bağlara bakılmıyor. Toprak taşından, dikeninden, ayrık otlarından temizlenmiyor. Ambarlar bakımsız. Tohumlar çürük. Topraktan verim alınmayınca üstündeki canlılar da ölüyor. Kuşlar hepten terk etti buraları. Varlığın korunmadığı böyle bir yere rahmet yağar mı? Yağmıyor elbet. 

Toprak taşlı, tohum çürük çıkarsa,
Gün geçmişine sırt döner, bıkarsa,
Dolmadan gönlüne, boşa akarsa,
Su biter, dal kurur, yazın beyhude.

Senin geldiğin dünyana çok benziyor değil mi Ceylan? Nefislerde problem çok. Yazık ediliyor çocuklara. Sizin de samyeliniz bitiriyor kabiliyetleri. Kökler zayıf, geçmişten ders almak yok. Değerler çoktan unutulmuş. Yücelerden gelen ne varsa kalbe değil de hep boşa akıyor. Tabii ne güzellik birikiyor ilişkilerde ne de iyilik. Delik kovalar gibi yaşamlar da delik. Ve insanoğlu en güzel çağını -yazını- gençliğini boşuna harcıyor.5

Gerçekten sağımızda solumuzda bakımsız bahçeler içler acısı. Her tarafta kurumuş otlar, çalılar… Böyle bir yerde yaşayanları görmeye değmez diyerek çalıların, dikenlerin arasından ilerlemeye çalışıyoruz. Zihnim bu gördüklerimle allak bullak. Her mahallede ayrı bir trajedi. “Topla kendini!” diyorum. Eren’in dediği gibi yeni görüntülere odaklanmalıyım. İç âlemimde uzayan bu yol, dış dünyamda hangi hale götürecek beni? Attığım adımlar hangi bölgemde yeşermeye neden olacak? Yürü Ceylan. Yanında Eren var. Beşerden kemâle bir geçit olur da geçirmez olur mu bu yoldaşın seni?

Geniş bir caddesi ve iki tarafında evler olan bir yere geliyoruz. Ev diyorum; ama bir gariplik var. Gündüz olmasına rağmen pencerelerde perdeler inik. Birkaçının olsa iyi; fakat hepsinin olması düşündürüyor. Acaba hastalık var da mahalle mi boşaltıldı? 

.Yine dikkatini vermiyorsun Ceylan? Etrafı iyice kolaçan et.

Biraz daha yaklaşınca her evin arkasında bir bahçenin olduğunu fark ediyorum. Onun dışında, evlerin önünde, yolun etrafında yeşillik diye bir şey yok. Her yer gri betonla kaplı. Soğuk görüntü içimi ürpertiyor. 

.Buranın ıssızlığına aldanmayın. Her gelen, salgın bir hastalıktan buranın karantinaya alındığını sanıyor. Öyle bir şey yok. 

Sazı omuzunda bir adam. Bir elinde de katlanır bir tabure.

.Eren! Burada ne olduğunu yine bu arkadaşa da anlatmadın değil mi? O zaman delikanlı… Şöyle otur bir kenara ve olacakları izle bakalım. 

Caddenin ortasına giderek açtığı tabureye oturuyor. Sazı kılıfından çıkararak çalmak için uygun bir durum alıyor. Merakla ne olacağını bekliyorum. Biraz sonra öyle bir ses yayılıyor ki etrafa, buraya geldiğimden beri şahit olduğum en güzel şey. Parmaklar sanki saza değil de insanın içine dokunuyor gibi. Ruhu alıp götüren bir başkalık var. Çok kez saz, bağlama çalanı dinledim; ancak bu türlüsüne ilk defa rastlıyorum. Sanki deniz kıyısındayım. Dalgalar ritimle sahile vuruyor ve ahenkle geri dağılıyor. Tellerden dağılan nağmeler de dağılmaya başlayınca evlerin kapıları açılıyor. Ama sadece kapılar… Perdelerde hareket yok. 

.Kapılar açıldı; ama niye kimse görünmüyor?

Tabi sorumla kalakalıyorum. Eren’in dediği gibi soruları sonra sormalı, sadece etrafıma odaklanmalıyım. Saz çaldıkça etraftaki soğukluk dağılıyor ve mahallenin soğuk görüntüsü kayboluyor. 

Saz bir ara duruyor. Galiba yeni bir ezgiye başlanacak. Evet… Ama bu seferki çok daha başka. Saza davudî bir ses eşlik ediyor. Gerçekten en güzel ses, insan sesi. Bazen ezgiyi söyleyenin sesi enstrümanla tartışır gibidir. Burada ise mükemmel bir uyuşma var. Ancak sözleri, diğer mahallelerde söylenilenler gibi içimi acıtıyor:

Çevren ıssız, çevren boş, yarenin yok.
Mahkûm ettiğin kalbine gadrin çok.
Koparılmış telleri sanki birer ok.
Sevdasından uzak sazın beyhude.

Bu acı sözlerle birlikte her evden hıçkırık sesleri duyuluyor. Kimdir bu ağlayanlar? 

.Kimler olacak? Kalbini ihmal edip eziyet edenler, aç bırakıp hastalanmasına sebep olanlar. Şimdi de yaptıklarını çekiyorlar. Bak delikanlı pencerelere! Bir tane açık görüyor musun? Göremezsin. İnsanın iç dünyası kurumuşsa ve etrafına bir şey sunamıyorsa ıssızlığa mahkûm olması tabiidir. Kalbi azap çeken birinin ruhu, her gün ayrı bir parçalanmışlığı yaşar. Kimseyi çevresinde bırakmamıştır ki, biri gelsin de onun parçalarını toplasın. Yaren yok, konuşacağı yok. Varlığıyla ısınacağı, içini yeşerten ilişkiler yok. Bedenler beton gibi, gözler kapalı.6

.Aynı bizim yaşadığımız dünya gibi. Hakiki sevdadan uzak. Dürüst ilişkilerden kopuk.           

.Onun için empati kuramıyorsunuz. El verirken tırnaklarınız çıkıyor. Konuşurken neleri döktüğünüzün farkında değilsiniz. Ben her gün gelir, bu evleri az da olsa ferahlatmak için saz çalar, söylerim. Sizin yaşamınızda da kalbinizi rahatlatacak saz çalanınız var mı? Eğer yoksa siz öğrenin çalmasını.

Öğrenelim de… Önce kalbi neyin ferahlatacağını, sazın ne olduğunu biliyor muyuz diye düşünüyorum. Çalınan enstrümanımız çok. Ancak bizler onlarla ferahlamıyor, sadece gevşiyoruz. Ferahlık gönlün açılması demekse ferahlamıyoruz. Basireti kapalı olan, kapısını nasıl açacak ki ferahlayabilsin?

Altı mahalle geçtik. Hepsinde ayrı trajedi. Ayaklarımın değil de gönlümün yorulduğunu hissediyorum. Ama vahameti görmeyen, selâmete sığınmak ister mi? Ovalık bir yere geliyoruz. Yine kalabalık. Herkesin elinde irili ufaklı kaplar. Bir kenarda tezgâh. Bir adam o kaplardan satıyor.

.Ceylan sen de bir kap al o adamdan ve kalabalığın arasına gir. Al şunları. Burada bunlar geçer.

Elime yuvarlak, paraya benzer ayrı renklerde üç metal veriyor. Kırmızı renklide “Çok”, kahverenginde “Yetecek kadar” ve beyazda “Ne verirse” yazılı. Tezgâhın önüne gelerek beyaz metali veriyorum ve beyaz kap alıyorum. İçindekine göre şekil alacak elastiki bir maddeden yapılmış. Kahverengi metali veren, orta boylu, aynı renkte bir kap alıyor. Kırmızıyı veren ise kocaman bir kap. Üzerinde de bir sürü kapaklı ağız var. Bu alışverişin sonunda gördüğüm gerçek, tahmin ettiğim gibi: Kırmızı kapların hepsi bitmiş. Kahverengilerin çok azı duruyor. Beyazlar ise satılmamış gibi. Birini ben aldım. Acaba başka müşterisi çıkmış mıdır?

Birden gökyüzü bulutlanıyor. Ardından gök gürültüsü, şimşek ve yağmur. Mucize gibi bir şey fark ediyorum. Belirli bir mesafeden sonra düşen yağmurun alanı değişiyor ve miktarı her kaba göre şekil alıyor. Kimisine çok, kimisine kararında, kimisine ise yok denecek kadar az. Ve esas olay bundan sonra: Kimi gülerek, kimi ağlayarak, kimi söylenerek uzaklaşıyor. Ortalıkta bir velvele. Bir tek elinde beyaz kap olan iki kişi -birinde küçücük, diğerinde kocaman bir kap- şükrederek uzaklaşıyor.  

.E…Eren! Gördüğün gibi burada değişen bir şey yok. Hâlâ direniyorlar. Bir iki kişi değişse ne ala. Şu levha burada hep durur. Biri merak etse de okusa. Ama olmuyor ve olmayacak. Ne yapalım buranın adı zaten “Beyhude”. Delikanlı! Sen çoktan yazılandaki hakikati anlamışsın ki, beyaz kabı aldın. Gel, bari şu yazıyı sen oku: 

Nasibi zorlama, bar olur sana.
Tevekkülsüz kalp dar olur sana.
Sakın sanma; dünya yâr olur sana.
Pula takılmış niyazın beyhude.

Nasip dediğin şey yağan yağmur gibi senin payına düşen kısmet. Nasibi bulan biz değiliz. O, bulur bizi. Yani ölçülüp biçilip lütfedilir.7 Sen verilene terbiyesizlik edersen her yanlışın, sırtında bir kambur olarak kalır. Her tevekkülsüz tavrın, yaşamı sana yük eder. Dünyaya takılanı gördün. Kendine yâr sananın düştüğü duruma şahit oldun. Niyazında bile dünyanın malı, çulu, pulu var.

Tam o sırada bir adam üstü başı toz içinde yanımıza geliyor. Elinde kocaman bir paket.

.Eren! Bu levhayı al. Uğrayacağın “değirmen”in bir duvarına benim için as. Benim olduğum yerde işe yaramadı. Ne suyu dereden getirtebildim ne de değirmen taşını döndürebildim.

Eren, “Ceylan nasılsa beraber gidiyoruz; sen taşı.” diyerek bana veriyor. Tezgâhın olduğu yerde asılı levhaya benziyor. Elime alıp okuduğumda bu adamcağızın ve döneceğim dünyanın halini daha iyi anlıyorum:

Deren kurur; dönmez değirmen taşı.
Değirmen sızlanır; suyum kalmadı.
Hâlâ naz mı sanırsın sızlanmayı?
Teknene toz dolar, sızın beyhude.

***

1. Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; ahiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar. Rum / 7
2. Onlar orada (şöyle) bağrışırlar. “Ey Rabbimiz, bizi çıkar. Yapmış olduğumuzdan bambaşka iyi amel (ve hareketler) de bulunacağız.” Size iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi? Fâtır / 37
3. Onların çoğunda ahde vefa diye bir şey görmedik. Tam aksine, onların çoğunun büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış kimseler olduğunu gördük. A’râf / 102
4. Resulüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Nahl / 127
5. …Her kim inanılması gereken kaideleri inkâr ederse, onun bütün amelleri boşa gider ve o ahirette kesin olarak zarara uğrayanlardan olur. Mâide / 5
6. Böyleleri, küfürleri yüzünden kalplerini, kulaklarını ve gözlerini Allah’ın mühürleyip çalışmaz hâle getirdiği kimselerdir. Onlar gâfillerin ta kendileridir. En’âm / 43
7. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenip dayanırsa Allah ona yeter. Allah buyruğunu mutlaka gerçekleştirir. Allah, her şey için belli bir ölçü koymuştur. Talâk / 3
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Muhteşem yazı. Nasıl olduda bunu kaçırdım! Ellerinize,güzel yüreğinize saĝlık Elif Hanım. Bizleri derinlere götürdünüz.
    “Bedeni ve nefsi kalınlaştıkça canı ve kalbi incelmeye başlamış.” O kadar doğru sözler ki yaşayan bilir. Kalbı unutuyoruz veya untmak istiyoruz bu bencil yaşamda. Hakkikate en yakįn, bilen kalp dir. Ruhun kapısı Kalp…

    Elif hanim bu aralar baya ara verdiniz yazılarınıza. Hergün siteye giriyorum yeni bölüm varmi diye…

Leave A Reply