İç Âlemimde Neler Oluyor? Bölüm – 13

0

Dört “Kul” Vadisi / Gülü Beklerken

Dikkatli olmak, doğru görebilmek için en isabetli bakışı hangi noktadan gerçekleştirebilirim diye düşünüyorsan Ceylan, o bakış noktası; yani kurtuluş kapın şimdi sana açılacak. Besmeleyle bak. Çünkü burada adım atmayacak, sadece bakacaksın. Ama uygulayacağın şeylerle -adımdan da öte- olayın içine girecek ve nasibin olanı -inşallah- bulacaksın. 

Dağları uzaktan görmüştüm. Âdem kapı sana açılacak dediğinde anladım ki, gördüğüm sadece görmem gerekenin gölgesidir. Birden garip bir sesle dağların rengi değişmeye başladı. Adeta her şey elime konmuş gibi yakınlaşıyor ve bir nur çevreyi baştan başa sarıyordu. Önümüzdeki iki dağın arasından birden bize doğru akan bir akarsu ve akarsuyun başladığı noktada devasa bir çark beliriverdi. Galiba sular dönen bu çarktan geçerek akıyordu. 

.Besmele çek ve çarka bir kere daha bak!

Âdem’in dediğini yapar yapmaz kendimi çarkın yanında buldum. O da ne… Uzaktan akan su değil, çamurdu. İçinde her türlü mezbele vardı ve dayanılmaz bir koku. Çark bir taraftan dönüyor, bir yandan çer çöp, çamur aniden kayboluyordu. Ardından dupduru akan berrak sular karşısında nasıl bir şekil almışım ki, Âdem beni uyardı:

.Olaylara şaşkın şaşkın bakmayı bırak artık. Bu âlemde senin bildiğin hesaplar, ölçüp biçmeler yok. Bunları anlaman lazım. Ne zaman, senin zamanına benzer ne de mekân ve atmosfer, senin mekân ve atmosferine. Bütün olanlardan bakalım nasıl sonuç çıkaracaksın, ders alacaksın? Sen buna bak. Şimdi sırf kulak kesil ve şu sesi dinle:

Bu gördüğün her şey bende cereyan ediyor. Burası ‘kalp ülkesi.’ Kalbinin ülkesi.

‘Kalbine danış. İyilik, sana uygun gelen ve yapılmasını kalbinin tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye fetva verse bile içinde şüphe uyandıran şeydir.’1 sözünü duymadın mı? 

Hem hakikat peşindesin hem böyle bir ağızdan dökülen sözü dikkate almıyorsun. Hakikatin pusulası olan bu ülkeyi hırsınla, günahınla, bir sürü vehimle çamura buluyorsun. Ben bir aynayım ve ‘Sahibim’den başka her şeyden arındırılmış olarak sana sunuldum. Bunlar sana söylenilmedi mi?

Ey Şaşkın! Benim tertemiz, selim halimi koruyanı Sahibim de sever, onu korur ve ondan razı olur. Bunlar dünyada hiçbir zenginliğin ulaşamayacağı doruklarımdır. Şimdi o doruklara çık ve bu doruklardan bakan hakikati net gör. 

Burada gördüğün çark ‘tahliye çarkı’dır. Gafletinle bana bulaştırdığın kirden, şirkten, günahtan, Allah’tan başka dayandığın her şeyden beni temizliyor.

Tam o sırada bir gül düştü elime. Kokusu vadiyi sarıverdi. Sarmasıyla suların akışında ruhu alıp götüren lahuti bir ses… Ses yayıldıkça gökyüzü yaklaştıkça yaklaştı. Bulutların arasında devasa bir levha. Üzerindeki yazı öylesine parlıyordu ki, bakamadım. Gözlerim kamaşıyor, kulaklarım uğulduyordu. Ne kadar zaman geçti, bilemiyorum. Neden akarsu bu kadar köpürüyordu? Muammalar heyecan verir, ama korkutur da. Ve ben korkuyordum. Birden suların akan sesi değişti ve levhadaki yazıyı okumaya başladılar:

(Kul) De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’

Allah’ım! Okunulan, beni çok etkileyen Kafirun Suresi’ydi. Sure bittikçe sular, daha da artan bir gürlükte sureyi tekrarlıyordu. O an içimde acayip bir güç belirdi. Ayetler devam ettikçe güç büyüdükçe büyüdü, göğsümün kafesi genişledikçe genişledi. Sanki karşıma çıkan her tehlikeyi göğüsleyecek gibiydim. Yanlış, çirkin, haram adına ne varsa hepsinin üzerine yürümek ve “Sizlerle benim işim yok! diye bağırmak istiyordum.

.Aynı Güller Efendisi’nin (sav) dediği gibi değil mi?   

Konuşan elime düşen güldü: 

.Kureyş’in ileri gelen müşrikleri Peygambere bir teklifte bulunduklarında Peygamberin onlara okuduğu, müşriklerin de öfkelenerek ondan ümitlerini kestikleri sure. Batıla, küfre, şirke karşı öyle bir göğüs geriliş var ki, içinde zerrecik taviz yok. Bir zerreciğin kocaman deryayı bile bulandırabileceğini bilen o nurlu idrakten siz insanlar, nasıl ve neden ders alamıyorsunuz? Birinci “Kul”u inşallah anlamışsındır.

Gül bunları der demez, kendimi bir anda yükseklerde buldum. Her yer, boydan boya zümrüt yeşili. Etrafın güzelliğini tarif edebilmem mümkün değil. Sağımdan, solumdan nerden çıktıklarını anlayamadığım çağlayanlar akmaya ve sesleri vadiyi çınlatmaya başladı:

(Kul) De ki: ‘O, Allah, birdir. Allah, her yönden eksiksizdir ve her dileğin merciidir, her şey kendisine muhtaç olan şanlı, uludur. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.’

Sular bu ilahî sözlerle akarsuya katıldıkça dayanılmaz, ferahlatıcı bir esinti çevreyi adeta yıkamakta ve dağlar baştan başa cilalanmış gibi parlamaktaydı. Akarsuyun iki tarafında yerden biten gül bahçelerinin ise emsali yok. Gülün izahından anlamıştım ki, ikinci “Kul” İhlas Suresi’ydi. Çağlayanların sesleri ayyukta, kalbim yerinden çıkacak gibi. Elimi bastırdım üstüne. Bir damla süzüldü yanağımdan; güle düştü. Neydi bu tarifsiz latif koku, içime süzülen anlatılmaz hisler? 

.Adı huzur, dedi gül. Huzurun kaynağı senin gözyaşların. Akarsu senin içinden geçiyor, bahçeler ise arınan duyguların. Bu çağlayana “tahliye çağlayan”ı denir. Birinci tahliye2 çerinden çöpünden arındırmak içindi, bu ikinci tahliye3 ise tertemiz toprağını işlemek ve ondan yeşillik, gül bitirmek için. Tutkulardan, nefsin öfkesinden, diline, gözüne, kulağına bulaşan her türlü haramdan arındıkça çağlayanlar, getirdikleri ilahî hakikatlerle bahçeni donatıyorlar. Bu tür ağlamanın anlamını bir idrak edebilsen…

Ağla! dedim kendime. Ağla ki vadin daha da yeşillensin. 

.İsyana, yeise, riyaya karışmamış saflıkta akan gözyaşının nasıl bir deva olduğunun farkında bile değilsiniz. Ağlamayı hem acizlik olarak görüyorsunuz hem ağlasanız da akıttığınız yaşlar hırçın, histerik, ümitsiz, isyankâr feryadınız. İçinde ilahî sevgiden, şefkatten eser yok. Bu yaşlarsa beden toprağına ziyan. Onun için sen, insanoğlu! Susuzluktan kurumuş bu topraktan bereket bekleme! İsyan ve feryadı derdine deva görene sonunda kül olmak var. Sabrı ve sebatı dikene deva görene ise gül olmak. Bunları unutma! Ve beni öyle bir kokla ki, kokum tüm iliklerine işleyerek idrakini açsın.

Gülün mis kokusunu çektim içime. Çeker çekmez içimde ılık ılık bir şeylerin aktığını ve beynimden, gözlerimden ayaklarıma kadar yayılan bir aydınlığı hissettim. Sanki uçuyordum.

.Çarkın öncesini ve sonrasını gördün. Beni gül bahçesine çeviren nurdan elleri öpmek yerine boş şeylere tutunmak neden? 

Kalbimin sesiydi. İçim ezildikçe ezilmeye, yüreğim yanmaya başladı. 

.Manzaranın güzelliği, bakışındaki hayret benim sesimden alır rengini. Şu anda seni kanatlandıran, ruhun. Ruhuna bu şevki veren ise benim. Nefsin -ne yazık ki- senin avcın. Ruhunu verirsen bedenin eline, bu avcının elinde ufkuna varamadan batıverir güneşin. Çünkü yaşamın her kovuğunda pusuda bekleyen nice tuzaklar kuruludur. Onun için bedenini ruhlaştırmalısın. İhmal edersen yazık olur sana. Geç kalma!

Gülün “Yazık olur.” sözü ürperticiydi. Neye geç kalabilirdim? Bunları düşünürken bir anda suların aktığı çok uzaklardan siyah bir dumanın yükseldiğini ve her yana yayıldığını fark ettim. Duman yayıldıkça içinde oluşan kapkara bulutlar üzerime doğru gelmeye başladı. Görüntü çok dehşet vericiydi. Bu muydu, geç kalınan gerçek? Neler oluyordu? Bu şekiller, hareketler de neydi? Bulutlar korkunç ellere dönüşüyor, sivri parmaklar kapkara ipler eğiriyor ve eğirdikleri iplerden ağlar örülüyordu. Düğüm üstüne düğümler atılıyor ve oraya buraya karanlıklar çöküyordu. 

Kısa sürede ne aydınlık kaldı ne bahçe ne gül. Çark durmuş, çağlayanların sesi kesilmişti. Sadece akarsu akıyordu; ama o da sadece zift. Homurtular, bağırtılar… Sesler kokar mı? Evet, leş gibi kokuyordu. 

Nefes alamıyordum. Boğazımda bir el. Oysa kimse yoktu yanımda. Birden karanlığın içinden fırlayan kıpkırmızı gözbebekleri gördüm. Sadece gözbebekleri. Her biri üzerime ok gibi geliyor, delik deşik ediyordu. Ellerimi gezdirdim üzerimde. Tuhaf, hiç kan yoktu. Sadece bir cendere içinde boğuluyordum. Değişik görüntüler bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu. Mikrofonda dudaklar, gazetede başlıklar, kağıt üzerinde sinsi kalemler, köşelerde sinsi gülüşler eğrilip bükülüyor, büküldükçe ruhum daralıyordu. Allah’ım neydi bunlar, ne oluyordu? Âdem neredeydi?

.Sana kimse yardım edemez. Şu anda aklına ilk ne geldiyse, kimden medet umuyorsan çaren ondadır. 

Sesin kime ait olduğunu anlamadım. Can derdindeydim; anlayamazdım. Ama şu söz… “ilk ne geldiyse, kimden medet umuyorsan…” 

.Rabbim… Senden başka kim olabilir? Bütün bu olanların üstünde ve her şeye hâkim olan Sen değil misin?

Bunları aklımdan geçirir geçirmez bir yırtılma sesi duydum ve kapkara bulutlar çığlıklar kopararak uzaklaşmaya başladı. 

.Doğru düşündün, doğru hissettin ve doğru adrese sığınma ihtiyacı duydun.

Bu biraz önceki sesti:

.Şu anda ve her zaman O’ndan başkası sana yardım edemez. Oku! Durmadan şunu oku!

(Kul) De ki: ‘Sığınırım o sabahın Rabbine, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöküp bastırdığında bir gecenin şerrinden, o düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden!’

Bildiğim, sık sık okuduğum bir sure. Ama okumaktan okumaya ne kadar fark varmış… Okudukça damarlarımdan yüreğime, yüreğimden dilime sesim yükseliyor, kelimelerle dağılıyordu. Dağıldıkça kapkara ipler kopmaya, düğümler çözülmeye başladı. Felak olan; yırtılan karanlıkların arasından bu sefer nurdan eller uzanıyor ve parmakları her yere dokunuyordu. Kara bulutlar uzaklaştıkça uzaklaştı. Gözbebekleri bir kara delikten çekilir gibi kayboluverdi. 

.Allah, hiçbir varlığı şer için yaratmamıştır. Ne bulutlar ne gözler ne dilin, yüreğin… Her şey güzellik içindir. Onun rızası hayırdadır. Karanlıkları yırtarak sabahı getiren Rabbindir. Peki biraz evvel bütün bu yaşadıklarının müsebbibi sence kim?

İçimden gelen bu sözlere ne diyebilirdim? Biraz evvel yaşanılanların müsebbibi insandı; yani bendim. Demek üçüncü “Kul” Felak Suresi’ydi. Okudukça etrafımda her şey gün yüzüne çıkıyordu. Ama -tuhaf- çarktan, çağlayanlardan çıt yoktu. Görebildiğim kadarıyla akarsu da aynıydı; hâlâ zift akıyordu.  

.Dur bakalım! Daha problem çözülmedi. Çözülene kadar da akarsu hep böyle zift akacak. Bekle ve şu sorduklarımın cevabını bir düşün:

Senin mürebbin Allah olmasına rağmen başkasını mürebbin görerek; yani rab edinerek onun izinden gittin mi? Senin hükümdarın Allah olmasına rağmen bir başkasını “melik”in; efendin görerek ona boyun eğdin mi? Gerçek İlah’ın Allah olmasına rağmen O’ndan başkasını ma’bud edinip ona kulluk ettin mi?

Ses kime aitti dememe kalmadan her yerden eğrelti otları, ısırganlar, çalılar türemeye başladı. Dip köşelerinden bir sürü fısıltı. Kimlerden geliyordu bu sesler? Tüyleri ürperten yine birtakım karaltılar çevremde dönmeye başladı. Biri geldi, başımın etrafına çöreklendi. Aynı yılan gibi tıslıyordu. Diğeri göğsümün üstüne oturdu. Yüreğim buruldu, gözlerim karardı. Yürümek istedim; yürüyemedim. Tutunmak istedim; tutunamadım. Baktım başka birileri ayaklarımı ve ellerimi bağlıyor. Nasıl dar bir boğaza gelmiştim? Ani bir patlamayla “(Kul) De ki: Sığınırım.” diye bağırdım. Nasıl yürekten gelen bir deyişti ki, irademin dışında tekrarlamaya başladım. Tekrarladıkça her harfi boyut değiştiriyordu. Kendime hâkim olamıyordum. Ne nefes benimdi ne dilimden düşenler… Ve kalbim okumaya başladı:

(Kul) De ki: ‘İnsanların Rabbine, insanların yegâne Hükümdarına, insanların İlahına sığınırım, o sinsi şeytanın şerrinden. O ki insanların kalplerine vesvese verir, o şeytan cinlerden de olur, insanlardan da olur.’

Ellerim, ayaklarım çözülmüş, göğsümdeki ağırlık gitmiş, başımın etrafındaki karaltılar yok olmuştu. Bir nur kondu gözüme; gözüm boyut değiştirdi. Bir nur kondu kulağıma; kulağım göklere açıldı. Bir nur kondu dilime, dilimden mi akıyordu nurdan çağlayanlar? Ve bir nur kondu sineme, sinem yücelerce genişledi. Neydi bu nur? 

.Ona can denir. Can seni Sultan’a götürecek sır. Ona sarılan uzağı yakın eyler. Can gördüğün bahçelerde yetişen “Güllerin Efendisi”dir. Her gül solar, ama bu gül solmaz; çünkü kaynağı doğrudan yücelerden gelir. Bu gül öyle kokar ki, kokusuyla içindeki cevheri hatırlarsın. Öyle rengi vardır ki, gördükçe içine işler ve onu asla bırakamazsın ve ona benzemeye çalışırsın.

Ses Âdem’in sesiydi. Onu karşımda görünce nasıl rahatlamıştım… Çünkü bir dünyalıydım. Yaşadığım akıl almaz olaylardan allak bullak olan beni, yine bir dünyalı kendime getirebilirdi.

.Gördüklerin, yaşadıkların hayır getirsin sana arkadaşım. Davete icabın mübarek olsun. Merak ederim: Ne anladın? Neyi buldun? Hangi neticeye vardın bu vadide?

Gönlü yaratan Mevla’m, sabretmeyi de vermiş. Yolculuk Dost’a dost olanla güzelmiş. Birlikte yürüdüğümüz her adım bir ömre bedel…

.Bırak benimle ilgili olanları. Sen neyi idrak ettin? Ondan haber ver.

.İdrak etmek hâlâ benim için çok iddialı olmak demek. Şu an sadece hissettiğimi diyebilirim. Yaşamın her anında, her sahasında hep yoldayız. Niçin? Ruhun aradığı noktaya ehil hale gelebilmek; tekâmül edebilmek için. Neden harekete geçmiyoruz? Çünkü şartlar hazır değil. Neden bunu göremiyoruz? Çünkü şartlardan bir tanesi kalbin görmesi. Nefsin nazarı bu dünyaya çakılıyken imkânsız. İşte burada başımıza gelen dertler gündeme geliyor. İçinde devayı saklayan dertler… Her yanış, her sancı sanki kerpeten oluyor da bu maddî dünyaya çakılı mıhlarımızı tek tek söküyor gibi. 

.Ancak mıhlardan kurtulmak kâfi değil. Diğer şartların da olgunlaşarak hazır olması gerekiyor. Şartlar hazır olmadığında yola çıkabilir misin? Mesela; gülün yetişmesi için sadece tohum ve toprak yeterli midir? 

.Hayır. 

.Peki, bahçende gülü beklerken ne lazım? 

.Doğru mevsim, doğru toprak ve gereçleri doğru kullanan ehil bir bahçıvan. Kışın şartları olgunlaşmadan kar yağmaz. Baharın kokusu, yağmurun yağışı hep şartların tekamülüne bağlı. O zaman varlığın nizamı böyleyse aklı olan bizlere düşen de bunu anlayarak zamanın olgunlaşmasını beklemek.

.Ki o zamanın ardında “İlahî Murad” var. Bizim için hazırlanmış hayır, güzellik ve rıza var. Şartları bir arada bulabilmek için beklemek; yani sabır. Hele beklediğin “Kalbin Gülü” ise…  

Bahçen gül verecekse çapa, gübre, su lazım.
Goncayı koklamaya değmez mi ıstırabın?
Bir gülün gelişine aşktan başka kim hasret?
Kaynıyorsa sinende, çağıldasın gözyaşın.

Mevlâ varsa kalbinde, kokusu bahar gibi.
Özünde nur taşıyan gözlerde, seher gibi.
Feryat sanma! Potanda dönüyorsun elmasa.
Kor yakıp arıtıyor; ruha ruh katar gibi.

Yol, dağa meyledince, ter akar bedeninden.
Sabır adımlarınsa, bekleyen, ‘Sabrı Veren.’
Hak aynasında suret, sırrından çözülürmüş;
Bu ‘Sen’ başka bakacak ardındaki gerçekten. 

Zaman zamana düşer ‘yol olunca’ yolcuya.
Mekân mekâna döner ‘hâl olunca’ yolcuya.
Adımlar buhar olup gökler ile yarışır.
Can canından alarak ‘hiç olunca’ yolcuya.

1. Hadis. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 227-228
2. Tahliye  تَخْلِيَه  tathir etmek ve temizlemek. Hı (خ) ile yazılır.
3. Tahliye تَحْلِيَه  tezyin etmek ve süslendirmek. Ha (ح) ile yazılır.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply