Herkesin Gerçeği Sadece Sessizlik İçinde Oluşur ve Köklerini Bu Sessizlikten Alır

2

Herkesin gerçeği sadece sessizlik içinde oluşur ve köklerini bu sessizlikten alır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale

Kral vezire sorar: Hizmetçimin hayatta benden daha mutlu olduğunu görürüm, neden? Oysa onun hiçbir şeyi yok. Ben ise kralım, her şeye sahibim ancak huzursuz ve keyifsizim.

.Ona ‘99 kuralı’nı deneyin der vezir. 

.99 kuralı nedir?

.Gece bir keseye 99 dinar koyup kapısına bırakın ve üzerine de ‘Bu 100 dinar sana hediyedir.’ yazarak kapısını çalın; sonra olanları izleyin.

Kral vezirin dediğini yapar. Hizmetçi keseyi alıp dinarları sayar; ancak bir tanesinin eksik olduğunu görür. ‘Herhalde dışarıda düştü.’ diyerek ev halkıyla birlikte aramaya koyulur. Gece biter; onlar hâlâ kayıp dinar peşindedirler. Eksik dinarı bulamadıkları için baba çocuklarına kızar. Sakin iken onlara saldırır hale gelir. Ertesi sabah hizmetçi keyifsiz, asık suratıyla kralın yanına gider. Sıkıntılı, düşüncelidir; çünkü bütün geceyi uykusuz geçirmiştir. 

Kral hizmetçinin bu halinden insanoğlunun bir gerçeğini görür: ‘99 kuralı’nın manasını. 

Verilenle bir imtihanı yaşar hizmetçi. Hiç parası yokken rahat ve huzurluyken eline para geçtiğinde huzuru kaçar. Neden? Çünkü verilen 99’dan mutlu olacağına 100’den bir eksiklik rahatsız eder onu. “99’a karşı 1.” Karşımıza sayılarla çizilmiş bu tablo gelse herhalde ilk önce saçmalığına güler; sonra düşündükçe bu orana gösterilen tepkideki tamaha, açgözlülüğe kızardık.

Ne acıdır; çoğu zaman bizler de böyle olabiliyoruz. Yaradan’ın sunduğu “99” nimetin zenginliğine rağmen imtihan sırrıyla verilmeyen “1” eksiğin ardında ömür harcayabiliyoruz. Küçük Prens’in dolaştığı gezegenlerdeki büyükler gibi doymayı bilmeyen, nankör nefsimizin kurbanı oluyoruz. Bedenimizdeki nimetler 99; ama neden boyum kısayla 1’e takılıyoruz. İstidatça zenginiz; ama neden falanca gibi resim yapamıyorum kompleksi uykularımızı kaçırabiliyor. Etrafımızda bizi sevenleri görmüyor, bir başkasının sahip olduğuyla kıskançlık krizlerine girebiliyoruz.

İşte modern yaşamın getirdiği hızlı yaşam da bizdeki bu aç ve kör nefsi körükleyen bir rüzgâr. Estikçe ateş harlanıyor. Yaşamın harareti günden güne artıyor. Bu hararetten en çok hoşlanan, tabii şeytan oluyor.

Şüphe yok ki, yavaş iş Rahman’dan, acele iş de melun Şeytandandır. Köpek bile önüne bir lokma atılınca önce koklar, sonra yer; o, burnu ile biz ise aklımız ile koklarız. Allah, insanı yavaş yavaş tam kırk yılda kemal sahibi yapar, olgunlaştırır. İstediğin şeyi yavaş yavaş, fakat sağlam bir şekilde yapman lâzım! İşte bu yavaşlık, sana o işi iyice öğretmek içindir.

Allah, âlemi bir kere ‘kün’ (ol!) demekle yaratmaya gücü yetmez miydi? Bundan şüphen mi var? Peki, bu yaratma niçin altı gün sürdü? Her gün de tam bin yıl kadardı. Niçin çocuk, dokuz ayda yaratılmakta? Çünkü Allah’ın âdeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır. Neden Âdem’in yaratılması kırk sabah sürdü; o balçığı niçin yavaş yavaş insan haline getirdi?

Mevlâna

Varlıkta her şey ahenkle gürültüsüz, patırtısız, hiç bıkmadan devamlı seyrediyor. Parmaklara yumuşacık değen su, bu sırla mermeri aşındırabiliyor. Bulutlarda tonlarca su toplanırken sesinden kulaklar tırmalanmıyor. Yağmur kilometrelerce mesafeden düşerken hasar bırakmıyor. Kâinatın düzeninde ve yaradılışımızda muazzam bir ölçü, denge; varlıkta huzurlu bir sessizlik, sevgi, paylaşım var. Her şey bir başka şeyin ilgisine muhtaç. O varlığa bir de idrak eklendiğinde onun beraberliğe, sevgiye ne kadar ihtiyacı olduğunu görürsün. Yani insanoğlunun gerçeğini.

Ama çok hızlı giden bir araçtayız ve gözümüze takılanların sadece anlık durumlarını görebiliyoruz. Sesleri bir mırıltıdan öteye gidemiyor. Onlara uzun uzun, doya doya bakamıyoruz; onlara dokunamıyor, koklayamıyoruz. Zaman da bizlere bakmadan, okşamadan, kokumuzu alamadan, hızla, gürültüyle geçiyor yanımızdan. Zaman garibi olan insanoğlu, yaşadığı ana bakamıyor, dokunamıyor. Saatlerin yüzü solgun ve yorgun, gülmüyor yüzüne. Nefesler kesiliyor; saniyeler ölüyor.

İçinde bulunduğumuz ânı, sanki gelecek hiç yokmuş gibi, kendimize ve diğerlerine göre hangi noktada olduğumuzun farkına vararak, en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmalıyız. 

Bu noktada yaptığımız şeyin iyi olduğunu ve yalnızca onu yapmak için yapıldığını anlayabiliriz. Var olmanın değerinin farkına varabilir ve bunun yarattığı mutluluğun keyfini çıkarabiliriz. İçinde bulunduğumuz ve bizi büyüleyen, sözle anlatılamayan evreni düşünebiliriz. Mutluluk, var olmaktan ve yapmak zorunda olduklarımızı iyi şekilde yapmaktan duyulan sevinçtedir. 

Felsefe ve evrensellik seviyesine yükselten soyutlama ve kavramsallaştırma gücü ile bizi olaylara yüksekten bakmaya, baktığımız şeyin ötesini görme deneyimini yaşamaya davet eder. Bu hayal etme ve kavrayış çabası, insanın evrendeki gerçek yerini bulmasına, kim olduğunun farkına varmasına ve zayıflıkları ile yüzleşmesine olanak verir. Çünkü onlar, insanın nelere fazlasıyla anlam yüklediğini, önem verdiğini ve aslında kendisinin tamamen ona odaklanmış olsaydı, gözüne ne kadar önemsiz görüneceğini anlamasını sağlar. 

Bu çaba, aynı zamanda insanın ne kadar büyük olduğunu da anlatır; çünkü bilinci geliştirir ve böylece insan, olaylar üzerine düşünebilir ve onlara bir anlam verebilir. Bu çaba, bireylerin olaylara evrensel perspektiften bakmasını ve bencil bakış açısından kurtulup sınırların geçiciliğinin, insanları birbirinden ayıran fiziksel ve ruhsal engellerin farkına varmasını sağlar. 

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.16-17

Bilmek değil anlayabilmek. İşitmek değil duyabilmek. Bakmak değil görebilmek. Aralarındaki fark insanın iradesinden, emeğinden geliyor. Bilmek dışarıdan aldığımız; aynı yemek gibi. Ancak yemeğin bizim varlığımızdaki yeni şekli hazmetmekle oluyor. Hazmın sonucu “anlamak.” O zaman duymak işittiklerimizin, görmek baktıklarımızın, anlamak bildiklerimizin hazmettikleri. Hazım için zaman ve yavaşlık önemli. Bir şeyin gerçeğinin anlaşılıp anlaşılmaması noktasında “Dur da bir düşün!” sözünü kullanırız. “Düşünmeden önce dur, hızını kes, anlamak istediğine odaklan. Yoksa anladım demekle anlama olmaz.” demek isteriz.

Derin düşünme ve yaşamın manası, bilmekten ziyade anlamayı gerektiriyor. Anlamak, vakıf olmak, vakfa durmak demek; yani anlamak için durmak.

Varlığı ve hayatı anlayamamak… Bize sunulan bu değerler sıradan değil ki, önünden hızla geçebiliyoruz. Basit sandığımız şeyi önemsememe, bir alışkanlık gibi yaşam felsefemize yapışmış, çıkmıyor. Yaşadığımız yer, birbirimizi algılamamız da bundan payını alıyor. 

Bir şey tabii, basit göründüğü zaman yörüngesinden çıkar.

İngiliz yazar G.K. Chesterton, Londra’nın bir semti olan Battersea’da otururdu. Bavullarını hazırladığı bir gün bir arkadaşı nereye gittiğini sormuş ve Battersea’ya cevabını almıştı. Bunun üzerine arkadaşı ‘Bu nükteyi anlayamadım.’ deyince Chesterton ona şu cevabı vermiştir:

‘Paris, Heidelberg ve Frankfurt yoluyla Battersea’ya gidiyorum. Battersea’yı buluncaya kadar bir kere daha gezip tozacağım. Battersea’yı göremiyorum. Zira uyuşukluk ve alışkanlık gözlerimi körleştirdi. Battersea’ya gitmenin tek yolu oradan çıkmaktır.’

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.192

Battersea’ya gitmenin tek yolu oradan çıkmaksa, kendimize gitmenin yolu da şu halimizden çıkmakla mı gerçekleşecek?

Yumurtanın tavuğa dönüşme potansiyeli yumurtada saklı. Üzüm çubuğunda elmanın bilgisi yok. Her şey yerli yerinde. Tüm varlık Yaradan’ın ilmiyle belirlenmiş. Kedinin bilgisi kedide, insanınki insanda. Varlığın hakikati kendi özünde, çekirdeğinde. Ancak özün filizlenmesi, dillenmesi için ona uygun ortam, şartlar gerekiyor. Balık için su şart, tohum için toprak. Kendini bilmek için de sessizlik. Ortam yoksa yaşam yok. Varlık Sahibi’nin kuralı böyle. 

Mademki kendini bilememenin ve oluşturduğu tatminsizliğin, stresin sebebi hız; insanoğlu “ân”ı yaşayabilmeyi tekrar öğrenebilmeli.

Bir şeylere doğru koşmak mıdır aslolan;
Bir şeylerden kaçmak mı?
Kaçan kendinden kaçar
Koşan yine kendine.
O halde acele etmeden;
Festina Lente…

Eski bir Roma Şiiri

“Festina Lente1” Latince bir deyim. “Yavaşça acele et.” diyor bu yüzyıllar öncesine dayanan şiir. Demek ki sükuneti, huzuru sağlayan yaşam, insanlığın hep tercihi olmuş. Acelecilik ve koşmak yan yana, aynı yolda. İkisi de insanı varlığın bütünlüğünden koparan şeyler. Kaçmak kendimizi unutmayı, koşmak bencilliği getiriyor beraberinde. Kısacası ben.. ben.. ben. Oysa varlıktan kopmadan kendi aynasına bakan, orada yaradılış gayesini, yardımlaşmayı, sevgiyi görür ki bunun tadı huzurdur.

Yavaşlık ve anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim. Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor; ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hâlâ çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: 

Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.

Bu denklemden değişik doğal sonuçlar çıkartabiliriz, örneğin şu: Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor. Oysa bu savı tersine çevirip şöyle söylemeyi yeğliyorum: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendini anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını arttırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.

Milan Kundera / Yavaşlık / s.102

Hayatımıza alıcı gözle bakabiliyor muyuz? Sırtını duvara veya yastığa daya; kaslarını hisset. Parmaklarını oynat. Ne güzel ses çıkartıyorlar. Boynunu sağa sola çevir. Hiçbir engel yok değil mi? O kadar monotonlaştık ki, bunların Kerim Olan’dan birer ikram olduğunu unuttuk. Bir kas zedelenmesinin bile ne acılara ne mahrumiyetlere sebep olacağını düşündüğümde bu ikramlara teşekkür ediyorum; “Şükür…” diyorum.

.Ne yapabiliriz? Zamanın acımasız sürati ve gürültüsü iyice uyuşturuyor acıyan duygularımızı. Bütün hayat boğazımızda bir düğüm olmuş; yutamıyoruz. 

.İşte bu düğümü sükunetin sesiyle çözeceksin. Mesela ney. Müziğin gönül sesi. Öyle işler ki içine; düğüm çözüldükçe gözyaşlarından başka neylik sazlar çıkar. Gözlerindeki nefsin ateşi söner; kalbin nurla parlamaya başlar. Huzurun tadını bir almaya gör; işte o vakit görünür zamandaki hakikat.  

Şimdiki zamana odaklanmaya çalışmak, anlık mutluluklardan keyif almak değil, yaşanan her ânın sonsuz değerinin farkına varmak anlamına gelir. Tamamıyla şimdiki zamanda yaşamak için, zamanı durdurmaya çalışmadan, ama geçmişi değerlendirerek ve geleceği düşünerek hareket etmek gerekir. Çünkü mutluluk, o ânın zenginliğinin kabullenilmesi ve zaman içinde kendini bulan varlıkla rastlaşmamız değildir. Her şeyden önce insan için önemli olan, onun kendi içinde odaklanması için zorlayan ve kendini aşmasını sağlayarak onu harekete geçiren kuvvet çizgileridir.

İçinde bulunduğumuz anda karşılaşacağımız bu zenginliği, kendimizi zamana göre düzeltmezsek ayırt edemeyiz. Genellikle hayatımızı sürekli bir bitmemişlik duygusu ile yaşarız. Çünkü umutlarımız ve özlemlerimiz vardır; amacımıza ulaştığımızda mutlu olacağımıza inanırız. Ama tam da o amacımızı ulaştığımız noktada yeni bir amaç belirleriz kendimize. Bir başka deyişle, yaşamak yerine yaşamayı beklemekle geçer zamanımız. 

Bu umutsuz tempodan kendimizi kurtarmaya ve içinde bulunduğumuz ânı, sanki gelecek hiç yokmuş gibi, kendimize ve diğerlerine göre hangi noktada olduğumuzun farkına vararak, en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmalıyız. 

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.16

Ağzınızdaki bir yemeğin tadını alabilmek için hemen yutmazsınız. Yavaş yavaş çiğnersiniz. Hele sevdiğiniz bir müziği de dinliyorsanız lezzet ve ses birleşir; sadece mideniz değil ruhunuz da nasiplenir. Hızlı yemek, adeta çiğnemeden, yemeğin tadını almadan yutmak. Hızlı yaşam da hızlı yemek yemeğe benziyor. Yaşamıyor, sanki yutuyoruz zamanı. Sonunda sindirilmemiş duyguların psikolojik sancılarını çekiyoruz.  

Böyle yaşamak yerine yaşadığınız her ânı gözlere, kulaklarımıza yavaş yavaş sindirsek olmaz mı? Mecbur muyuz herkes gibi olmaya? Bizden daha hızlı yaşayanlarla rekabete girmeye?

Rekabet baskıyı, baskı öfkeyi getiriyor beraberinde.

Yavaşlık, Allah ışığıdır; çabukluk ise Şeytanın dürtmesinden meydana gelir. Hilâl, gerçekte noksanlık kabul etmez; görünüşteki bu noksanlık, yavaş yavaş dolunay haline gelmek, olgunluk kazanmak içindir. Ay, geceye, yavaş olma konusunda ders verir; sıkıntının yavaş yavaş aşılacağını işaret eder ve şöyle der:

‘Ey ham, aceleci kişi! Dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır. Ey tencere yavaş yavaş, ustaca kayna! Delice kaynayan yemek, lezzetli olmaz.’

Mevlâna.

Buna göre mutfakta yemeği, yaşamda zamanı yavaş yavaş, özene bezene pişirmeli. Sofrada tabağımıza konulanın, yaşamda bize sunulan ânın lezzetini alabilmeli. Yoksa Yaradan’ın verdiği nimetlerin değerini bilemeden sofradan kalkmak ve yaşamdan ayrılmak acı.

Hızlı yaşam sadece çevremizden uzaklaştırmıyor bizi. Esas sorun, kendimizden uzaklaşarak iç âlemimizi, yaradılış nedenimizi unutmamız. Çünkü kendini bilmeyen ne Yaradan’ı ne de varlığı bilebilir. 

‘Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde,’ diye yazmıştı Kundera, Yavaşlık adlı romanında, ‘kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile.’ Telaş, hayatı daha da yüzeysel kılar. Hız hayatı eksiltir. ‘İnsan zamanı ölçer, zaman da insanı.’ diyor bir İtalyan atasözü. 

Herkesin kendine göre bir zamanı, eigenzeit’ı3 Ahmet Haşim’in eşsiz belagatiyle söylersek

‘hatıraların kudsî saati’ni bulmaya ihtiyacı var. Kendi tempomuzu, içimizin seslerini dinleyerek bulabiliriz.  

Yavaş güzeldir. 

Kemal Sayar / Yavaşla Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin /
Yavaş Güzeldir / s.40

Saat’ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de ‘saat’lerimiz ve ‘gün’lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle, haberdar ederlerdi. 

Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik ‘gün’ tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.
….
Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni ‘ölçü’ bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski ‘gün’ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni ‘gün’ vücuda getirdi.

Ahmet Haşim / Müslüman Saati / Dergâh Edebiyat
Sanat Kültür Dergisi / Cilt.1 / s.4

Bizler hangi şartta, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, hangi imkana sahip olursak olalım mekândan sessizliği, insandan yakınlığı, beğenilmeyi, zamandan güzel görünmeyi daima isteyeceğiz; çünkü böyle yaratıldık. Ancak bu fıtrî isteklerimiz çağın hız duvarını geçemiyor. Kendimiz olmaya, derinlere dalmaya, yücelere kanatlanmaya, ufuklar ötesine açılmaya mecalimiz yok.

Efendim, bir gerçek var; ama ben onu nasıl derinleştireceğimi bilemiyorum. Bırakın beni, köyümün sessizliğinde büyüyeyim. Hayatımı derin derin düşünmem gerekiyor.

Onların sessizliğe ihtiyaçları olduğunu anladım. Çünkü herkesin gerçeği, sadece sessizlik içinde oluşur ve köklerini bu sessizlikten alır. Çünkü zaman her şeyden önce emzirme gibi bir şeydir. Ve anne sevgisi de her şeyden önce emzirme olayıdır. 

Çocuğun büyüdüğünü an be an kim görür? Hiç kimse. Çocuğun büyüdüğünü görenler dışarıdan gelenler ve ‘Ne kadar büyümüş!’ diyenlerdir. Ama anne ve baba çocuğun büyüdüğünü görmemişlerdir. Çocuk zaman içinde büyümüştür. Ve her an olması gereken olmuştur.

İşte böyle… Adamlarımın zamana ihtiyacı vardı. Bu, bir ağacı anlamak için bile olsa… Her gün eşikte aynı dalları olan aynı ağacın karşısında oturmak için. Ve işte ağaç yavaş yavaş kendini gösterir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.55

Sessizlik kendini kendine yaklaştıran bir yol. Yolcusu farklı, yoldaşı çok daha farklı. Gündüzler geçit vermiyorsa yolcuya, geceler kaldırıyor engelleri. Gündüzün garibi, gecenin yârenidir bu âlemde. Ay, yıldızlar ve sükûnete kanatlanan yelkenli! Siyaha sarılan bir nur denizine açılma vaktidir. Fora gizemlere, fora sessizliğe, fora gözyaşlarından inci toplamaya… Ta beşer uyanana kadar.

Ortalık çekilmiş
Karanlık…
İki kişi beklemekte zamanı.
Sen, uzaklarda
Ay gözlerinde ışık;
Ben, can gözümde
Hasret büyütürüz.

Aramızdan gece geçer,
Rüzgâr geçer.
Gurbet geçer.
Dağ başları gümbürderken
Sessizlikten aydınlığa,
Sende hayal
Bende mana, yaş biter.

1. Lente: Yavaşça. Festina: Acele. Latince
2. Saint Augustine: MS 354 ile 430 yılları arasında yaşamış, orta çağ felsefesi içinde önemli bir düşünür ve tanrıbilimci.
3. Eigen: Öze ait olan. Eigenzeit: Öze ait zaman, uygun zaman. Almanca

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Çok güzel bir makale bunu çok okumak gerekir. Aradan 30 yıl geçmişti 10 yaşında bu benim elim, benim ayağım demiştir bütün çocuklar. 30 sene unutulmuştur bu benim ler. Hızın ve hayalin insana kattığı unutulmuşluklar. Senleri dışa bakarak yorumluyoruz. Oysa iki pencereden görünenler çok sınırlı. Sınırlı olan bir şeyle görmemeyi öğrenmeli kişi. Otururken, yatarken bile hızlı insan ya elini oynatır ya ayağını sallar. Hayal içinde olduğunu bile anlayamaz. Asıl gürültü içinde susturması gereken içi. Emeğinize yüreğinize sağlık.

  2. Ne kadar güzel, dolu dolu bir yazı. Okudukça sanki bir girdapdaymişım da zorlaya zorlaya düşüne düşüne çıkıyor gibi hissettim. Keşke bu yazılar daha çok insana ulaşabilse

Leave A Reply