Hepsi Hepsi Ancak Eni Boyu Otuzar Kilometre Olan Bir Alan

0

Yaşam; başı doğum, sonu ölüm olan dar bir köprüdür bu dünyada. Bazen altından çılgın bir nehir gibi akarak korkutur. Bazen sessiz suların huzuruyla dinlendirir. Her iki akışı da gönülden değerlendiren ve sırtında fazla yük taşımayan insan, buradan rahat geçer ve yaşadıklarını hayat eyler.

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gider. Bilgenin yaşadığı evin duvarları kitaplarla kaplıdır. Fakat dikkatle gözden geçirdiğinde evde şu gerçeği fark eder: Yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalye vardır. Evin bütün eşyası bunlardan ibarettir. Merakla bilgeye sorar:

.Neden hiç eşyanız yok? Koltuklarınız, kanepeleriniz… Onlar nerede?
Bilge, gencin bu sorusuna karşılık vermez. Onun yerine kendisi bir soru sorar:

.Peki, senin eşyaların nerede yavrum? Çünkü senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var.

Gezgin genç, böyle bir yorum karşısında kendini savunmak istercesine:

.Ama görüyorsunuz der. Ben bir yolcuyum.

Bilge gencin bu cevabını gülerek onaylar ve şu hakikat dökülür dilinden:

.Ben de öyle, yavrum. Ben de öyle

Bu dünyanın maddî kalıplarında çıkamıyoruz. Oysa sadece bir yolcuyuz burada. Hayattaki lezzetin, zamanın bize sorduğu soruların cevabında olduğunu bilemiyoruz. Gördüğümüz her eserin, yaşadığımız her olayın, üzerimizde taşıdıklarımızın değerini düşünmeye; hikmetini anlamaya çalışmıyoruz.

Ahenkle eğilip kalkmalarımız, El, kol hareketlerimiz. Hayatta kalabilmemiz için uyum içinde çalışan bedenimizdeki 100 trilyon hücre. Öfkeyle gerilen alın, dudak ucunda belli belirsiz bir tebessüm. Her gün farkında bile olmadığımız nice mimikler… Hepsi yüzümüzdeki kasların aynı anda çalışmasıyla gerçekleşiyor. Biri çalışmazsa yüzün alacağı mana ne olurdu? Çünkü cümledeki bir hata anlatımı nasıl da bozar!…

Peki kaç insan bu gerçeğin farkında? Kaç göz kendindeki bunca mükemmelliği görebiliyor? Çağın insanı sadece egosunun, kendi beninin görüntüsüyle meşgul. Yanlış yerden bakıyor her şeye. Nefsinin bak dediği yerden gördükleri, kendini ve kainatı hatalı yorumlamasına neden oluyor.

Kainat… Her birini parlak birer nokta olarak gördüğümüz, ancak içine trilyonlarca Dünya’nın sığacağı kadar büyük olan yıldızlar… Sayıları kentilyona varan; katrilyon kere bin eden uzayın içinde akıp giden bir yörüngede seyreden yıldızlar. Hiçbirinin geçtiği bir noktadan bir daha geçmemesini hangi akıl içine sığdırabilir? Yaradan’ın ilmine ve kudretine işaret eden daha nice tablo… Hepsinin karşısında ne kadar aciziz. İşin en acı yanı, bu yönümüz çoğumuzun umurunda bile değil.

Aldanış, insanı olmayacak şeylerle oyalayan ve yaptıklarının yanına kâr kalacağını zannettiren bir vehimdir.

İnsan, hayatının amacını tam olarak bildiğinde güçlenir. Bu güçle artık olaylara kendi çıkarı açısından bakmaz. İyinin, erdemin yanında yer alır, denge unsuru olur. Artık, gururdan gösterişten uzak, ‘Dünya gezegeninde bir yolcu’dur imzası.

Soru sor cevap ara.

Güneş niçin, kimin için doğuyor?

Hayat gölgelerle aldatıyor. En yalnız anında, vedalaşmadan insanı terk ediyor her şey.

Artıyor bak yalnızlık… Sönüyor ışıklar… Kesiliyor ayak sesleri bir bir… Gölgeler sıklaşıyor… Kandiller sönüyor… Şarkılar tükeniyor…

Kimse farkında değil, ah bu müthiş akışın!

İnsan bir an gelir, ‘Dün gözlerim nerde idi?’, ‘Neden görememişim?’ der.

Nasıl anlatmalı, nasıl???

İnsan gerçekle yaşamıyorsa, hiç yaşamıyor demektir.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.488-496

Bu dünyadan çıkarak insan hakikatinin tadına varanlar da var. Sıradan bir göz atmak yerine hem sorudaki, hem cevaptaki, her kelimenin ilmini dokuyanlar… Kendilerine sunulan yeteneklerin, birbirini tutmayan duygularla çalkalanmanın, bu ben miyim dedirten gizli, sinsi dürtülerin merakıyla kendilerini bir kitap gibi kalp merceğiyle incelemeye çalışanlar da var.

Exupéry’in merceği Küçük Prens. Bu lekesiz nazar, büyüklerin kendilerini, yaptıkları işleri ne kadar abarttıklarını görüyor. Gözlerde gittikçe büyüyen dünyanın başka gerçeklere nasıl perde olduğunun farkında.

Doğrusu insan sözün ucunu biraz kaçırınca ister istemez gerçeklerden biraz uzaklaşıyor. Fenerciler hakkında anlattıklarım tümüyle doğru değildi. Üstelik bilmeyenlere gezegenim hakkında yanlış bir fikir verme tehlikesine de düşüyorum.

İnsanlar Dünya’da çok az bir yer kaplarlar. İki milyar insanın tümünü ayakta tıpkı açık hava toplantılarındaki gibi bir araya toplasanız, hepsi hepsi ancak eni boyu otuzar kilometre olan bir alana sığarlar. Yani tüm insanlığı pasifikteki küçük bir adaya sığdırabilirsiniz.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.74

Akıl göze inince perdenin ardındaki maksat ve amacı değil; insan, hep ön planda koşuşan nedenleri görür. Allah, insan için yarattığı dünyada, her şeyin her şeyle ilgisini kurarak her şeyi bir nedene bağladı. Bu nedenler O’nun yasalarıydı. Böylece sebep diye akla gelebilen her şey, Allah’ın buyruğu ile bir görev üstlenmişti. Anne ve baba, sperm ve yumurtalık da bunların içindeydi. ‘İçgüdü’ denilen şey de araçlardan, nedenlerden biriydi. Büyük Yaratıcı ise, sebepler perdesinin ardında zerreden güneşlere, galaksilere kadar her şeyde varlığını göstermek, sezdirmek istiyordu… İmandaki ‘Sır’ buydu.

En büyük günah, icat sahibi olarak nedenleri görmektir. Hayır! Hayır! Elmayı vermiyor ağaç. Allah, yağmuru bulutla, elmayı ağaçla, ışığı güneşle gönderiyor

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.242

Bu hakikatleri idrak edebilmek ne büyük lütuf… Elmanın tadını ağızda alabilmek bir nimet. Elmayı göndereni bilmek ise apayrı bir nimet. Birinde bedenin yararı, diğerinde ruhun şifası var. Göremeyen ne çok şeyden mahrum! İşte bu karanlık yönlerimizi nice nurdan kalemler yazdıklarıyla aydınlatıyor. Bu kalemlerden birisi de Niyazî Mısrî.

Hak ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak,
Ol nüshada bu Âdem bir nokta imiş ancak1    

Ol noktanın içinde gizli nice bin derya,
Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak.2

Allah’ın ezelî ilminde, bu âlem, bir nüsha; yani bütünde küçücük bir parça. Bu küçük parçanın içinde de bir nokta var: Âdem denilen insan. Yani sen, kalem ucunun kağıda dokundurduğu bir izsin. Sadece bir nokta. Ama âlemde olan, sende de mevcut. Çünkü Âdem küçük bir âlem ve sen büyük âlemin küçültülmüş bir örneğisin. İçinde bulunduğun gezegen ve diğer gezegenler; yıldızlar, kuyrukluyıldızlar, her şey… Kainatta ne varsa, bu damlada da var. Yaradan senin hakikatine öz olarak yerleştirmiş. Bu nedenle kendi yaratılışını incelersen, kâinattaki varlığın arasındaki uyumu, güneş sistemindeki düzeni ve hepsini düzenleyen gücü görebilirsin.

Ayrıca deryanın damlanın sahibini göremediğin için kendini dünyanın, güneş sisteminin; hatta kainatın efendisi sanıyorsun. Küçük Prens’in uğradığı her gezegendeki kişilik, böyle bir körlüğün içinde.

NASA’nın danışmanlarından ve Voyager görüntüleme ekibinden Carl Sagan’ın önerisiyle, Voyager 1, 14 Şubat 1990’da Dünya’yı; uçsuz bucaksız bir evrende devasa yıldız bulutları arasında salınan bu narin, soluk mavi ışık noktasını son bir kez kaydeder. Dünya’nın 6,4 milyar kilometre uzaklıktan çekilen bu fotoğrafından sonra, Carl Sagan şu sözleri söyler:

Uzayın derinliğinden bu resmi çekmeyi başardık. Eğer bu resme dikkatlice bakarsanız, orada bir nokta göreceksiniz. O noktaya tekrar bakın. İşte o nokta burası; evimiz… O nokta biziz. Sevdiğiniz herkes, tüm tanıdıklarınız, adını duyduklarınız, gelmiş geçmiş tüm insanlar hayatlarını o noktanın üzerinde geçirdiler. Türümüzün tarihindeki tüm sevinçlerimiz ve acılarımız, kendinden emin bin çeşit inancımız, ideolojimiz ve ekonomik öğretimiz; her avcı ve her yağmacı, her kahraman ve her korkak, uygarlığımızın mimarları ve tahripçileri, her kral ve her köylü, birbirine aşık olan her genç çift, her anne ve her baba, umutları olan her çocuk, her mucit ve her kâşif, ahlak değerlerini öğreten her öğretmen, yozlaşmış her politikacı, her bir ‘yıldız’, her bir ‘yüce önder’, her aziz ve her günahkar işte orada yaşadı; bir güneş ışınında asılı duran o toz zerreciğinde.

Dünya, dev bir evrensel arenada yer alan çok küçük bir sahnedir. Bütün o komutan ve imparatorların akıttıkları kan göllerini düşünün… Şan ve şöhret içerisinde, bu noktanın küçük bir parçasında kısa bir süre için efendi olabildiler. Bu noktanın bir köşesinde yaşayanların, başka bir köşesinde yaşayan ve kendilerinden zar zor ayırt edilebilen diğerleri üzerinde uyguladıkları zulmü düşünün… Anlaşmazlıkları ne kadar sık, birbirlerini öldürmeye ne kadar istekliler, nefretleri ne kadar yoğun!

Bu soluk ışık noktası, bütün o kasılmalarımıza, kendi kendimize atfettiğimiz öneme ve evrende öncelikli bir konuma sahip olduğumuz yolundaki yanlış inancımıza meydan okuyor. Gezegenimiz, çevremizi saran o büyük evrensel karanlığın içerisinde yalnız başına duran bir toz zerreciğidir. İçinde yaşadığımız bilinmezlik ve bütün bu enginliğin içerisinde, başka bir yerden bir yardımın gelip bizi bizden kurtaracağına dair hiçbir ipucu yoktur.

Dünya… Şu ana kadar, yaşam barındırdığı bilinen tek gezegen. En azından yakın gelecekte, türümüzün göçebileceği başka hiçbir yer yok. Evet, ziyaret ediyoruz. Ama henüz yerleşemiyoruz. Beğensek de beğenmesek de, Dünya şu an için yaşadığımız yegâne yer.

Gökbiliminin alçakgönüllü ve kişiliği geliştiren bir uğraşı olduğu söyleniyor. Bana kalırsa, insan kibrinin akıl dışılığını, küçük ‘Dünya’mızın uzaktan çekilmiş bu görüntüsünden daha iyi gösterebilecek bir şey yoktur. Bu görüntü, bildiğimiz tek evimiz olan bu soluk mavi noktayı daha içten paylaşmamız ve koruyup şefkat göstermemiz gerektiği konusundaki sorumluluğumuzun altını çiziyor.

Carl Sagan / Soluk Mavi Nokta

Carl Sagan'ın 'Soluk Mavi Nokta' kitabında bahsettiği fotoğraf

Carl Sagan’ın ‘Soluk Mavi Nokta’ kitabında bahsettiği fotoğraf

Dünya, uzayın sonsuz boşluğu içinde sadece soluk bir mavi nokta. Yere göğe koyamadığımız, üzerinde milyarlarca insanın yaşadığı ve uğruna savaştığı bir parça. Ve biz insanlar bu sonsuz boşlukta neyiz ki? Gafilane böbürlenmelerle kendi sınırımızı ne kadar aştığımızın farkında bile değiliz. Ne varlığa, ne hayata ne kendimize saygımız var. Neden paylaşarak bu solgun maviliği ışıl ışıl yapamıyoruz? Ve neden aydınlığında sonsuzluğa açılamıyoruz?

Tabii, büyükler bunu söylediğinizde inanmazlar. Çok daha geniş bir yer kapladıklarını sanırlar. Baobap ağaçları gibi önemserler kendilerini. Aynı hesabı kendilerinin de yapmalarını önermelisiniz. Rakamları çok sevdikleri için bundan hoşlanacaklardır.  Ama siz bunun için zaman harcamayın. Gereksiz. Bana güvendiğinizi biliyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.74 

Her ne kadar isteklerimize boyun eğdirerek düzene soktuğumuza inansak da evrende ve dünyadaki yerimizin ne olduğunun bilincine varmalıyız. Alçakgönüllülük bizi, yeryüzünün serüveni hakkındaki tüm inançlarımıza karşı uyarır ve hayallerini, kökleri bizi sarıp boğan sonsuz tutkuların sembolü baobaplar kadar önemli sanan kişiler gibi olmamızı engeller.

Büyük adamları, onların her şeyi sembollere, soyutlamalara indirgeyen dillerini kullanarak ikna etmeye çalışmak, başka türlü söylendiğinde anlamayacakları bahanesiyle bilimsel örneklemelere başvurmak boşunadır. Sadece sevgiden doğan davranışlar ve angajmanımızıngözle görülür örnekleri onları inandırabilir.

Güzelliği tanımlamak değil, varlıkların güzelliğini ortaya çıkarmaktır. Doğayı, özü tanımlamaya çalışmakla sadece kalbimizin boşluğunu ve fani oluşumuzu gösterir, yaşamayı ve ölmeyi reddederiz; çünkü sözcükler ne yaşatır ne de öldürürler.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.75

Anlamını bulamayan kalp, kör; anlamı bulunmayan dünya karanlıktır. Ne zaman ki bulursun, ilk önce gözlerin sonra dünyan aydınlanır. Damarları kurumuş yüzlerden yaşam çekilir. Soruları kurumuş akıldan ise şuur. Ne zaman ki varlığına sorular yüklemeye başlarsın, ilk önce düşüncen, sonra insanlığın cevabını bulur.

Dünyayı olduğu gibi görebilmek için çocuk gözlerine sahip olmalı. Dünyada görülmeye değer ne varsa, hepsini kolayca, yorulmadan, yetişkinlerden farklı görebilen bir masumiyetle ele almalı.

Pilot kör nefsinin zararlı yönlerinden kurtulabilirse, kendinde yeniden inşa edeceği tertemiz dünyasıyla her şeyi doğru değerlendirebilecek ve hakikati görebilecektir. Bu içsel yolculuğunda pilotun ulaşmak istediği hakikat için hissettiği manevî arzular ona maddî dünyanın bir değerinin olmadığını anlatacak ve bütün değer yargılarını da değiştirecektir.

Çünkü olayların ve varlıkların gerçeğini, ancak kendi kendimize farkına vardığımızda anlayabiliriz. Böylece herkes yetişkinlerin inşa ettiği dünya karşısındaki tutumunu değiştirecek, onu gerçek dünyaya götürecek bir yol yaratabilecektir.

Bunun için Saint-Exupéry’nin bir şekilde yetişkinlerin konuşmaları ile şekillendirilen bağları koparacak kadar güçlü bir dürtü ile harekete geçirilmiş olması gerek. Bu dürtü çok genç yaşlarından beri bilincin sözcüklerle anlatılamaz oluşu üzerine yaşadığı deneyimdir.

Exupéry’yi dünyanın defter-i kebirini keşfetmeye iten de işte bu deneyimdir. Yine bu deneyimdir, yeniden bulunan çocukluğu, gezegenler arası bir serüvene atılmaya,  büyüklerin söylevlerini anlamaya iten,  insanları yabancılaştıran yapay ve aldatıcı dünyadan çıkıp kendisine ve gerçek dünyaya ulaşmasını sağlayan.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.24

Sözgelimi kesinlikle ağırlığı ve kokusu olmayan rüzgâr varlığını buğdayları delerken anlar. O şöyle düşünür:

‘Eğdiğime, yatırdığıma göre varım.’

Böylece adamım sadece hayranlığın değil, aynı zamanda nefretin de tadını çıkarıyordu.

Ve onda bir tulumu şişiren boş laf rüzgârından başka bir şey yoktu. Çünkü senin olman için olduğun ağacın yükselmesi önemlidir. Sen yük, yol ve geçitten başka bir şey değilsin. Sana inanmak için tanrını görmek istiyorum. Ve senin adamın, malzemelerin yığılacağı çukurdan başka bir şey değildi. Bu nedenle ona şöyle dedim:

‘O kadar uzun süre hep ‘Ben, ben, ben’ dedin ki iyi bir insan olduğumdan davullarının çağrısına yöneldim ve sana baktım. Malların yığıldığı bir depodan başka bir şey görmedim. Sahip olmak neye yarar? Mağaza ya da dolapsın ama bir dolap ya da mağazadan ne daha yaralı ne daha gerçeksin. Sana, ‘ Dolap dolu’ demeleri hoşuna gidiyor ama o kimdir?

Yüz hareketlerinle eğlenmek için imparatorlukta ne değişecek? Çekmecelerin, kasaların yerinde kalacak. Zenginliklerine onların yoksun kalacakları ne veriyordun?

Bin yıl boyunca, ‘Ben, ben, ben…’ deyip durursan ben seninle ilgili ne öğrenebilirim? Mülklerin, değerli taşların ve altın rezervlerin ne oldu? Bataklıklar adına buzulun karşısında sıkıldığımı sakın sanma. Tohumu hiçbir zaman yağmalanma açlığı nedeniyle eleştirmeyeceğim. O unutulan bir katkı maddesinden başka bir şey değil ve verdiği ağaç kendisini yağmalıyor. Sen yağmaladın; ama olmuş olduğun seni kim yağmalıyor?’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s. 485

Mevlâna der ki:

Çocuklar oyun oynarlarken dükkân yaparlar, yalancıktan alışveriş ederler, fakat kâr elde edemezler, ancak vakit geçirirler. Yalancıktan dükkan açan çocuk, akşam eve aç olarak döner. Bu dünya da o çocukların oyun yeri gibidir.

“Zaman”la oyun oynarken yuva kurmaya çalışıyoruz. Yalancıktan mış’lı ilişkilerle alışveriş ediyoruz. Oysa hakikat pazarında geçerli akçe, kalbî değerler. Bu nedenle kâr da elde edemiyoruz. Mevlâna’nın dediği gibi yalancıktan dükkân açan çocuk gibi akşam eve aç dönüyoruz. Ya gerçek âleme de aç dönersek ne olur halimiz?

Bütün aldanışların kaynağı, ‘anlamsız’ sınırına ulaşmış bir dünya sevgisidir. Bu aşırı sevgi, aracı amaç yapar, inancı yer tüketir. İnsan bir gün kendini yapayalnız bırakacak şeylere kalbini bağlayarak tüketiyor ömrünü.

Çocuk, ben artık değnekler ve çamurdan yapma börekler oyununa dalıp gitmek sanatını unutmuşum. Ben pahalı oyuncaklar arar, altın ve gümüş parçaları toplarım.

Sen ne bulursan, onda sevinçli oyunlarını yaratır, çıkarırsın; ben ise asla elde edemeyeceğim şeyler için hem zaman hem de kuvvetimi harcarım.

Çürük kayığımla arzu denizini aşmaya çabalar ve kendimin de bir oyun oynadığını unuturum.

Tagore

Her şey sonunda bedelini ödetir. İnsan sonunda korkunç yalnızlığına döner. Bir yere tutunmak için kolunu uzatsa da, hiçliğin elemine saplanır bakışları. İnsan bir gün mutlaka gerçekle karşılaşır. Öyle bir an gelir ki, aldatan oyun biter, oyuncaklar kırılır, yalanlar ve espriler söner. Ve hakikatin yüzü dağılan bir sisin arkasından birden ortaya çıkar.

Karşılaştığımız her şey bir sınav sorusudur.

Bir sahnededir insan, iyi oynayacak mı? Acaba beğenilecek mi rolü?

İnsanın imzası geride bıraktığı izdir.

İnsan, yeryüzünde bir konuktur yalnızca.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.485- 487- 504

‘Ben’ diyorlar.

Ve ellerini göğüslerine vuruyorlar. Onlarda, onların tarafından bir varmış gibi. ‘Ben, ben, ben…’ diyen tapınak taşları adeta…

Elmas çıkarmaya mahkum ettiğim insanlar gibi. Ter, çaba, aptallaşma elmas ve ışık oluyordu. Ve anlamları olan elmas aracılığıyla var oluyorlardı. Ama bir gün geldi, başkaldırdılar. ‘Ben, ben, ben!’ diyorlardı. Elmasa boyun eğmeyi reddediyorlardı. Artık gelişmek istemiyorlardı. Ama kendileri için yüceldiklerini hissetmek istiyorlardı. Model olarak elmas yerine kendilerini öneriyorlardı. Çünkü çirkindiler, elmasla güzel oluyor. Çünkü taşlar tapınakta güzel oluyorlar. Çünkü ağaç mülk içinde güzel. Çünkü ırmak imparatorluk içinde güzel. Ve ırmak şarkısını söylüyorlar. “Sen, sürülerimizin besleyicisi, sen ovalarımızın yavaş akan kanı, sen gemilerimizin kaptanı…’

Ama onlar kendilerini amaç ve son olarak görüyorlardı. Artık sadece kendilerine hizmet edenlere inanıyorlardı ve hizmet etmiş oldukları kendilerinden yüksek kişilere inanmıyorlardı. Ve bu nedenle prensleri öldürdüler, elmasları parçalayıp toz haline getirdiler ve aralarında paylaştılar, gerçekleri arayan ve günün birinde kendilerini boyunduruk altına alabilecek olanları zindanlara attılar. “Tapınağın taşlara hizmet etmesinin vaktidir,” diyorlardı. Ve tapınak parçalarıyla zenginleşmiş olduklarını ama tanrısal parçalarından yoksun kaldıklarını ve basit molozlara dönüşmüş olduklarını düşünüyorlardı!

Antoine de Saint-Exupéry / Kale /  s. 242

Her geçen gün elimizden daha da kayıyor ruhumuz. Önce edep, haya derken yavaş yavaş suyunu çekmeye başladı ne varsa inandığımız. Geçmiş yok, gelecek yok. Kazan dediler, gününü yaşa dediler. Diye diye ezberlediklerimiz. Şimdiye hapsedilip kaldık. Sadece daracık bir camın ardından seyretmeye çalıştıklarımız.

Gönül denilen şey; sözlükteki karşılığıyla yüreğimizde olduğu var sayılan bir duygu kaynağı. Bu kaynaktan sevgi, şefkat, paylaşım, düşünce gibi değerler akıyor. Akmıyorsa, kaynak kurumuş demektir. Modern denilen bu dünyada ne yazık ki kuruyor bu can kaynağımız.

Ben büyük bir gerçeği keşfettim. İnsanlar bir evde oturuyorlar, şeylerin ve olayların anlamı onlar için oturdukları evin anlamına göre değişiyor. Ve yol, arpa tarlası ve tepenin eğimi… Bunların insan için anlamı, bir mülk oluşturup oluşturmamalarına göre değişiyor. Çünkü çok farklı bir madde birdenbire ortaya çıkıyor ve yüreğin üstüne çöküyor. Ve bu insan Tanrı’nın krallığının oturduğu ya da oturmadığı evrende kesinlikle oturmuyor. Bize gülen ve elle tutulur, gözle görülür zenginliklerin peşinde koşan dinsizler yanılıyorlar. Çünkü böyle bir zenginlik yok. Çünkü sürüye göz dikmiş olmalarının nedeni kibirleridir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.25

Yaradan şekil verdiği balçığı düzgün kıvama koyup içine ruhundan üflediği zaman insanın mahiyetine de İlahî isimlerinin manasını yerleştirmiş. İç dünyanın rengi dış dünyamızı etkiliyor; aydınlığı gözlerde fer, kulakta müzik, dilde şerbet oluyor. İçimizde ne yeşeriyorsa, dünyamızda onun gölgesine sığınarak ürünlerinden yararlanıyoruz.

Ne yazık ki yaşadığımız ortam, manevi goncaya benzer bu İlahî isimlerin açılmasına izin vermiyor. Bir çocuk kalbi uzatsa elini, belki de onun tertemiz, bereketli ortamında açılacaklar.

Aşkın uygarlığı söz konusu olursa, ‘O’ diyebilirsin ve kendini ifade edebilirsin ve söz konusu olanın o olduğunu sanırsın. Oysa söz konusu olan nesnelerin anlamıdır ve onun varlığının anlamı, nesneleri senin hayatının anlamı olan sana göre senin atılımlarını hak eden Tanrı’ya bağlayan kutsal düğümü göstermektir ve bu dünyayla başka bir biçimde değil bu biçimde iletişim kurmaktır. Ve ruh birdenbire o kadar büyür ki deniz kabukları gibi yankılandığını sanırsın. İçgüdülerine göre çevrendeki herkes seni dinliyorsa belki anlaşılmanın ve basit bir kelime söylemenin kesinliği içinde ‘imparatorluk’ diyebilirsin; ama ortada sadece bir kütle gören ve sana gülen biri varsa diyemezsin, çünkü söz konusu olan aynı imparatorluk değildir. Ve senin bir aksesuar mağazası için yaşamını feda ettiğinin sanılması hoşuna gitmeyecektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.287

Bu dünyada bizim için en önemli şey, varlığın anlamı olmalı. O anlamdan uzayacak dallara tutunarak İlahî isimleri gösterebilmeliyiz. Çünkü burası bizi bahçemiz. Toprağına hakikat adına işleyeceğimiz her şey, her çaba hem dünyanın, hem hayatımızın tadına tat katacak.

Gül dalından seher ışıyor
Yeni bir günüme
Tomur, tomur;
Rengi hak, umut, yârânlık.

Ellerimde çabam,
Hayallerimde ter,
Önümde uzayan fidanlık…

Sizlere her baktığımda
Sırlı bir buğu yükseliyor canımdan
Yücelerden okşanıyor cesaretim.
Bin yüreklik mesafelere koşuyor
Ruhumdaki insanlık.

1. Hak ilminde kainat bir sayfadır. İnsan bu sayfanın içinde bir noktadır.
2. Bu noktanın içinde gizli bin tane deniz var. Bu kainat o bin denizin içindeki tek bir damladadır.
3. Angajman: Yapılacak bir işle ilgili sözlü ya da yazılı anlaşma, bağlantı.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply