Hayret Kaçıncı Boyutudur Duyguların?

1

Hava soğuk. İliklerime kadar kar yağıyor. Üşüyorum. Yollar kaygan. Ha düştüm ha düşeceğim. Trafik durmuş. Tıkanıklık uzun süreceğe benzer. Sabırsızlık, parmaklarda korna sesleri… Yağan bu beyaz hülyanın sükunetine hiç uymuyor. Varlıktaki huzurun sesini neden bir türlü bulamıyoruz? Yalnız ve tedirginim. Bir el bulsam, tutacağım. Eve az kaldı. Adımlarım mesafelere dar. Hava mı daha ürpertiyor, yüzler mi? Yüreklerde esinti bir başka soğuk. Yorulmuşum. Az sonra dinleneceğim ümidi, ısıtıyor içimi.

Nihayet evdeyim. Merdivenleri koşar gibi çıkıyorum. Birazdan bir başka âleme girer gibi gireceğim kapıdan. Annemin anne sesinde ısınıp, babamın baba bakışında rahatlayacağım. Kapı açılıyor. Mis gibi buram buram kek kokusu. Huzurun tadını bulmak ne güzelmiş…

İman da buna benziyor. Maddî dünyanın donduruculuğunda hayli üşümüş; hızında, karmaşasında yorulmuş iç âleme esen sıcacık hisler… Kalbimde Rabbim gibi bir sığınağım, koruyucum; Peygamberim gibi üzerime titreyen biri var. Canımdan öte iki kıymetlim. Gönülde onlar varsa soğuk olmuş, buz tutmuş ne önemi var?

Yukarda tasvir ettiklerimi hiç yaşamadım. Çünkü annem ve babam çok küçükken ayrılmışlar. Ama huzur, sığınma, emniyet ve iman deyince hep böyle bir mizansen kurarım aklımda. Etrafımızda şahit olduğumuz birçok olumsuzluğa rağmen iç dünyanın kapısı açıldığında koklanılan mis gibi iman kokusu… Yanında demlenmiş ruhum gibi lezzet. Kudrete, rahmete, hikmete ve dostlara başını dayamak. Emniyette olduğunu bilmek ve her an üzerinde kudreti, seni seven bir nazarı hissetmek… 

Öyleyse bunca nimete, lütfa, ikrama rağmen neden yaşadığımız bunalım? Neden bunca yanlış? Neden bu ahlakî çöküş? İmanın tadını alanın düşeceği durum değil bunlar. 

Her şeyin taklidi, o şeyin hakikatinden çok şey götürür. Çoğu kez sırıtır, iğreti duruşu güvensizliğe neden olur. Bedene uymayan elbise gibi rahatsız eder, sakil durur. Taklitçilik, merkezini bulamayanların durağı. Giyimde taklit, saçta, tarzda taklit. Üslupta, davranışta, dekorasyonda, yaşamda taklit… Çevreyi gören ne senin gözlerindir ne sesleri işiten senin kulakların. Yola döktüklerinin hiçbiri senin terin, şevkin değildir. Aklı, kalbi, zevki, estetiği, idraki, emeği, gayreti kullanmadan sadece yol alırsın. Yine de hiçbiri imanda taklit kadar sıkıntıya sokmaz insanı. Çünkü taklit çabuk yıkılır.

Taklit ve kalade aynı kökten iki kelime. “Kalade” Arapça’da bir şeyi boynuna takmak, gerdanlık gibi. Bir şeyin doğruluğunu araştırmadan, onun hakikat olup olmadığına bakmadan birileri söylediği diye inanmak imanı taklit etmedir; yani “taklidi iman.” 

İmanî değerlerimizi araştırmadan, üzerinde tefekkür etmeden, anlama gayreti göstermeden sadece güvendiğimiz, saydığımız insanlar dedi diye kabullenmek, onları çabuk kaybetmemize neden oluyor. Veya hiç bizim olmadan, derinlerimize dokunmadan yüzeysel sevgiler gibi dışımızda kalıyorlar. Boynuna taktığını beraberinde götürürsün. Ama yeri geldiğinde çıkartırsın. Ayrıca kopabilir, boynundan çekip alabilirler. Ama hücrelerinde hazmettiğin senin değil, artık “sen” olmuştur.

İman; aklınla bulduğunu kalbine döşemek, hücrelerine sindirmek. Bir şeyi değerli kılan, ona verilen zaman ve emek. Bir anlık ateşlenme değil, yavaş yavaş her gün ısınmak. Bir anda bin lezzeti bir tadımda bulmak değil, bir lezzeti bin tadıma bölmek. Güneş ışığında her şeyi net görür; ama ay ışığında net hissedersin. Bunların hepsi, bir duygunun hazmını anlatıyor. Bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak gayret ister. O şeyin hakikatine varabilmek için de emek. Onun için gayret ve emek olmadan olmuyor. Gayret, iradenin yolculuğu. Emek ise sevginin. 

Her gayret ve emek yolu, yolcuyu, yolculuğu bereketlendirir. Hakikati arayanın, araştırmanın şevkiyle gönlü lezzetlenenin bulacağı değer, tahkiki imandır. Güneş gibidir. Rüzgarın şiddeti mumu söndürür; ama güneşi asla. Peki güneşe yol alan onun ışığından nasiplenmez mi? Evet. Hem ısınır, hem aydınlanır; karanlıkta kalmaz, hem çukuru, engeli görür; zarara uğramaz.

İman, Yaradan’ı bulmanın yolu. O’nu ararken yoluna ışık verenin ne olduğunu zannedersin? Hiçbir yolcu yola başladığı halde kalmaz. Çünkü yolun rahleyi tedrisinde yolcu pişer, eğitilir. Sağında solunda gördüklerinin, önüne çıkan engellerin, atladığı hendeklerin anlattıkları onun içinde birike birike yolcu yolculuğun tezgahında törpülenerek yepyeni bir hal alır. 

Seni bulmaktan önce aramak isterim.
Seni sevmekten önce anlamak isterim.
Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
Sana hep, hep yeniden başlamak isterim.

Özdemir Asaf / Akıl Gözü

Dizelerini severek okuduğum şairin kısacık şiirleri, aynı hikmetli sözler gibi arayış yolculuğuna çıkanlara çok şey ifade ediyor. Bulmaktan önce aramak… Neden bazı ilişkiler huzurla demleniyor da bazıları çabuk bitiveriyor? Bir görümlük kibrit alevi gibi… Parladı ve bitti. Çünkü arayışın dudaktaki kuruluğunu, yürekteki sızısını bilmiyoruz. Her arayış, ihtiyaçtan gelir. İhtiyacı olan emekten, yorulmaktan kaçmaz. Suyun kıymetini çöldeki bir yolcudan daha iyi kim bilebilir? Görmeden anlamak, anlamadan sevmek olabilir mi? Sevdiğimizin anlamadığımız her yönü, bizim için bir kör nokta. Yürüdüğümüz yolun bilmediğimiz her köşesi tehlike riskini taşıyor. Hayatımızda karşımıza çıkanların ne kadarını iyi okuyabiliyoruz? Başımıza gelenlerin ne kadarını doğru yorumlayabiliyoruz?

Yürürken devamlı yukarılara bakmalı. O âlem, sadece içten içe derinleşenler için var. Kalp mülkünün gerçek “Sahibi”ni bulanlar için var. Yaşamın oyalamacasına aldanana ise sadece bu küçücük, sığ dünya var.

Duyabilmek için gönül kulağı gerek. Görebilmek için gönül gözü. Her varlık kendi renginden, deseninden ressamını anlatıyor. Hem konuşuyor hem gösteriyor. Bize düşen dinlemek, görmek ve düşünmek. Tekdüze gördüğümüz şey, hiç de öyle değil. 

Sa’ni Olan sanatını renk renk dökmüş tuvale. Alim Olan’ın ilminden satırlar işlenmiş. Arıyı çiçeğe deli divane eden ne? O renklerin cazibesi, peteklere süzülen altın renginde nice safir güzelliği… Bizim de gördüklerimiz; gök bahçelerinden, yerin hazinelerinden topladıklarımız aynı bal gibi olmalı. Yaratılan her şey, ilhamını Rabbinden alanın nazarında aynı bir bal kaynağı. Her varlık, “güzel gören”e güzel. Çünkü kalbin otağına misafir edilen, O’nun tecellileri.

Kuş bakışı aynı zamanda olaydaki, varlıktaki bu tecellileri; ilahî isimleri okuyabileceğimiz bir mercek. Gözünün önünde gelişenin sadece bir yönünü görebilen, yanlış yorumlara girebilir. Ama olayın değişik yönlerini inceleyerek hepsini aynı anda görebilirse doğru yorum yapabilir. O noktada doğru anlamı bulanın kalbine ilahî bir isim yansır. Kuş bakışı görmek, doğru okuyabilmek ve anlamı bulmak. Ve oluşan idrakle, kalp yansıyan isimleri okumaya başlar:

Demek ki tek derman senmişsin, ilaç sendeymiş. Şâfi olan sensin Allah’ım. Ne kadar boşmuş yakınlığı, dostluğu bu dünyada aramak… Demek ki gerçek dost, Vedud olan senmişsin Allah’ım. Ve her değişik meselede doğru yerden bakıldığında hakikat, görülebilecek ve o hakikate yansıyan isimler okunarak her şeyi tasarrufunda tutan gerçek Mülk Sahibi bulunacaktır.

Felsefeyi felsefe yapan hakikati aramasıdır, ona sahip olması değil.
.

der Karl Jaspers.

Bu arayış kalbin ve ruhun kuşlar gibi kanatlanmasına benzer. Yücelerde varılan yer, bir nokta; o nokta da gönlün gözbebekleri olur. Ve ruh yaşama, zamana ve olaylara bu mercekle bakar. Olayların sonucu artık dokuz olarak değil, yüz olarak da değerlenebilir. Çünkü yücelerin matematiğinde her işlem çok farklı çözülür. 

Bizler sebepler dünyasında yaşıyoruz. Bu dünyanın şartları manevî âleme benzemiyor. Mesela burada üç kere üç dokuz eder. Her yerde sonuç dokuzdur. Çünkü matematiğin kurallarına göre sonuç dokuzdur. Yaradan böyle dilemiş. Ancak manevî âlemde üç kere üç dokuz da eder, on da, yetmiş de. Dokuzla on arasında nice umutlar, lütuflar gizlidir. Duaların gönle inşirah salması, açılan ellerin yücelerden beklentisi ve tevekkül hep bu gizliliğe dayanır. Hep bu sırla çözülmeyen düğümler çözülür, dertler derman bulur.

Bir sinek bir kartalı salladı urdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu.

Bunları derken Yunus Emre’nin gözleri buradan mı bakıyordu? Gönül de böyle konuşur. Onun dili de yücelerdeki matematik gibidir. Sözlerinin açılımı çok farklıdır. Gönlün sesini ancak gönlün “Sahibi”i işitir; onu anlar ve cevap verir? Onun için dualar sessizdir, gözyaşı sessiz akar. Onun için imkansız olanlar istenebilir. Korkunç kasırgalar bir garibin duasıyla diner. 

Gönül bu… Görmesi, işitmesi, söylemesi beden diline benzemez… Ne şekil, ne ses, ne de kelime… Onlarsız da görür, duyar, anlatır. Bu yüzden huzur sessizlikte, duruluktadır. Hızın, gürültünün, görüntünün, reklamın geçerli olduğu yerde gönlü çok az kişi duyabilir, anlayabilir. Onun için ruh bu nedenle yere sığamıyor. Daima dünyanın kabuğundan çıkarak göklere yükselmek istiyor. Zamanı, mekanı ve olayları yorumladığımız nokta çok alçak. Ufkumuz yok denecek kadar az. Yaşıyoruz; ama yaşamı hayat eyleyenlerden olamıyoruz.

Kalpten ve kalbe bağlı akıldan uzaklaşan bakış, insana hakikati göstermiyor. Ve belki de bu sebeple gitgide anlamdan, hayatı anlamaktan, kendimizi anlatmaktan, anlaşılmaktan ve ahlakî değerlerden uzaklaşıyoruz. Çünkü çağın şartları, dünya düzeni bizi bu hale getiriyor. Geçmişten kopamayışımız, keşkelerde boğulup “an”ı idrak edemeyişimiz, geleceğe bulanık ve korkuyla bakmamıza neden oluyor. Geçmişten esef, gelecekten vehim… İkisinin arasında cereyanda kalıyor, üşüyoruz. Bizi ısıtacak tek şey gönül evimizdekiler… Rabbim ve Peygamberim. Ve sıcacık kek kokusu; “iman”…

Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
Sana hep, hep yeniden başlamak isterim.

Sana hep, hep yeniden başlamak isterim. Her zaman yeni bir tecellinin dokunuşunu fark etmek ve peşine düşerek onu hissetmeye, anlamaya çalışmak isterim. Yağmurun yağıyor Allah’ım. Yoluma serptiklerin rengarenk cilveler… Damla… bir damla… bir damla daha… Kalbimde bir kıpırtı, bir dalgalanış. Rahmetin, kudretin, yağıyor Allah’ım. Unutmak… Senden, Senin sevdiklerinden gayrıyı unutmak… Yüreğimi yıllardır tırmalayan her şeyi unutmak… Hissettirdiklerin, aynı zerrelerde çoğalmak gibi. Ya Halim, Ya Habib, Ya Cemil, Ya Karîb… Her damlanın sırrından açılan nice nimetlerin. Ya Mücib, Ya Raûf, Ya Latif… 

Denizin anlamını
Sözcüklerden değil,
İlhamınla yazdım gönlüme.
Kalemim dalgaları çizdi,
Satırlarda rahmet kokusu.

Allah’ım!
Sadece bu sularda batsın,
Bir akşam güneşi gibi
Ömrüm.

Bir su gibi içimden akan ömrüm. Düşünüyorum: Ömrü değerlendirmek de bir nevi kuş bakışı. Çünkü geçmişe ve yaşadıklarıma; özellikle yaşarken canımı hayli acıtanlara bugünden baktığımda onları farklı değerlendirmiş olduğumu fark etmeye başladım. Hatta o gün için hayli “zor”; ama bugün için “iyi ki yaşanılmış” diyeceğim çok şey var. Her şeyin bir hikmeti olduğunu Hakim olanın ince bir hikmetle kişiliğimi nasıl ilmek ilmek işlediğini buradan ve bu işlem sayesinde net görebilmek ve şükredebilmek çok güzel.

İnsanoğlu bu dünyada neyin sağlığına iyi gelip gelmediğini bilebiliyor; ama kalp hayatına neyin yarayıp yaramayacağını kestiremiyor. Hafîz olan’ın sunduklarını zaman geçtikçe yaşın getirdiği olgunlukla kuşbakışı bakabildiğimizde idrak edebiliyoruz. 

Doğru nokta, görebilmek ve gözler… Dünyaya açılan ve ruhun oradan baktığı pencereler…  Acaba sadece küçücük bir et parçasından, birkaç damla yağdan mı ibaretler? Düşünsek: Sadece iki göz, iki kulak, bir burun muyuz? Beşerim diyorsak sadece kelam, sadece can, sadece vicdan mıyız? 

Aynadan yüzüne bakıyorum; her çizgisindeki nakış neyi hatırlatıyor? “Nakkaş”ını. Ellerime bakıyorum; sadece on parmak. Nereden alıyor bu enerjiyi; bitmiyor, çoğalıyor. Okşadığım her baş, tuttuğum her el; avuçlarımda binlerce muhabbet… Niçin bunca şey? Nereye baksam, neyi tutsam hepsi birer hikmet dili. Her şey önümde ikiye ayrılan yol… Biri doğru, biri eğri. Hangisi doğru, hangisi hakikate götürecek beni? 

Bekle, sabret ve dinle diyor bir ses: Can kulağına bir cevap gelecek yücelerden:

Gerçek ‘Güzel’i bulanın hayalini, niyetini, amelini yüceler çeker kendine. Güzellik, görenin gözünde, aşk da o gözün özündeyse, o, ‘Güzel’e ulaşan kanat, güzelliktir. Rengi hakikat, yolu hakikattir. Senin aradığın da bu değil mi?

Cevabımı alıyorum. Sıra beklemekte ve sabırda. Ufka bakıyorum. Selamı yazıyor kanat izleri… Turnalar… Her süzülüşü, bir hakikatin adı olan turnam. Ömrün tadının nerden geldiğini öğren de dön yanıma. Neden mi takılıyor hayallerim peşine? Nasıl mı sevdalandım sana? 

İlk nazarda tüylerini gördüm
Gökyüzünde uçuşun
Titrek bir çizgiydi.
Yetmedi tek boyutta kalmak
Yetmedi.

Bambaşkaydı kanatlarının
Renginde dalgalanan şey.
Neydi o? Bir kere daha baktım.
İçime doğan güneş gibiydi
Bakışların.

Nazardan nazara açılmak
Ufukta sonsuza yelken açmakmış.
Ne olur, bir kere daha baksam
Hayret, kaçıncı boyutudur duyguların?
O boyutta kaybolsam…

Sen mi havalanıyorsun, yoksa ben mi?
Nedir uçuşundaki sır?
Nerden çekiliyor maviliği delen
Gövden?
Yoksa boyuttan boyuta seni
Geçiren,
‘Gel’ demesi mi Allah’ın?

Fotoğraf © Ravi Vora

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Emeğinize yüreğinize sağlık. Birde gördüklerimizi acaba doğru mu yorumluyoruz. onu da anlayabilsek ne güzel olurdu.

Leave A Reply