Günün Birinde Hepimiz Kendi Yıldızımızı Bulalım Diye mi Hepsi Böyle Birbirinden Uzak?

0

Hayatın ve kendi varlığının gerçeğini araştıran şunu anlar: Hayatta en büyük düşman, kendi nefsidir. Dışarıda başka düşman aramaya gerek yoktur. O zaman hiç beklemeden bu düşmanla savaşmalı ve yoluna devam etmelidir.

Bilmeyen asl-ı vücûdu, bulmayan Mevlâ’sını,
Süreta insân gelir de, sîreta hayvan gider.

Osman Kemali Efendi

Exupéry’nin pilot ve Küçük Prens kişilikleriyle yapmaya çalıştığı şey, varlığının aslını bilmek ve iç dünyasındaki hayvandan kurtulmak. Yaradılışındaki en güzel kıvamı kaybettiği bu dünyada engelleri aşabilirse hakikati bulabilecektir. Bulmak istediği, kendisini Hakk’a ulaştıran yoldadır. O da bu yola düşer.

27 bölümden oluşan Küçük Prens’in 17. bölümündeyiz. Pilotun çöle düşüşü, Küçük Prens’le karşılaşması, aralarındaki konuşmalar, Küçük Prens’in geldiği gezegen, orada bıraktığı gülü, pişmanlığı ve seyahat ettiği 6 gezegende şahit olduğu olaylar, ilişkiler… hepsi kabına sığamayan bir ruhu, onun yalnızlığını ve kendini anlatamama çırpınışlarını dile getirdi. Satır aralarında yazarın vermeye çalıştığı şey; yalnızlığın ve kendini ifade edememe çırpınışlarının ancak sevgi ve dostlukla dinebileceği duygusu. İyice çıkmaza giren yolundan ancak sevgiyle, anlayışla, paylaşımla çıkabileceği gerçeği.

Exupéry bu özlemi ve dostluk arayışını eserlerindeki karakterlerle; bilhassa Küçük Prens’le sürdürüyor. Fakat ne yazık ki Küçük Prens gittiği yerlerde aradığını bulamıyor. En sonunda yolu ‘Dünya’ya varıyor.

Vakit akşam, mekan çöl… Bir şeylerin yokluğunu hissettiren iki âlem. Hüznün içten içe çoğaldığı, sineden boğaza doğru ilerleyen acımsı bir tat. Seslerin uzaklaştığı, görüntülerin azaldığı, boşlukta kalan gözlerin mecburen kendimize yöneldiği gizem dolu bir ortam. Küçük Prens böyle bir tablonun karşısındadır. Çevresindeki varlığın sanki kanı canından çekilmişçesine rengi solarken hem altın gibi parlak hem nur gibi ay ışığına benzer bir siluet görür. Küçük bir yılan.

Küçük Prens Dünya’ya geldiğinde hiç kimseyi görememesine çok şaşırdı. Yanlış gezegene geldiğini düşünüyordu ki, kumun üzerinde altın gibi parıldayan ay ışığı rengindeki yılanı gördü.

‘İyi akşamlar,’ dedi nazikçe.

‘İyi akşamlar,’ dedi yılan.

‘Bu geldiğim gezegenin adı ne?’ diye sordu Küçük Prens.

‘Dünya,’ diye yanıtladı yılan. ‘Burası da Afrika.’

‘Ya! Demek Dünya’da hiç insan yaşamıyor?’

‘Burası çöl. Çölde insan olmaz. Dünya çok büyüktür,’ dedi yılan.

Küçük Prens bir taşın üstüne oturdu, bakışlarını gökyüzüne çevirdi.

‘Acaba,’ diye söze başladı. ‘Günün birinde hepimiz kendi yıldızımızı bulalım diye mi hepsi böyle birbirinden uzak. Örneğin, şu benim gezegen. Tam üstümüzde, ama ne kadar uzak!’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.75

Antoine de Saint-Exupéry'nin kaleminden 'Küçük Prens ve Yılan'

Antoine de Saint-Exupéry’nin kaleminden ‘Küçük Prens ve Yılan’

Saint-Exupéry yine kendine has anlatımıyla kelimenin boyutunu derinleştiriyor. Her zamanki gibi bir metafor zenginliğiyle karşılaşıyoruz. Yazar, bizden özenle kurduğu cümlelerine dikkatle bakmamızı; bilinçaltımızdan gelen esintilerle düşüncelerimizde, duygularımızda keşfe çıkmamızı istiyor. Akşam, çöl, kum, yılan, altın gibi parlamak, ay ışığı rengi, çok büyük olan dünya, taş, gökyüzü ve yıldızlar bu diyalogdaki metaforlar. Hepsi bir gerçeği anlatmak üzere bir araya gelmişler gibi. Hepsi parmaklarıyla aynı şeye işaret ediyormuş gibi.

Bu “dünya sana çok büyük” görünse de sakın güvenme; onun da bir “akşamı” var. Ne kadar kalabalık görünse de aldanma; içinde kaybolacağın “çölleri” var. Zenginliği tükendikçe aldırma; sırrında “kuma” dönecek canları var. Karanlık korkutur, zorluklar “taş” gibi acıtır denilse de inanma; umuda gebe “gökyüzü”, henüz yeni doğmuş “yıldızları” var. Yalnızlık titretmesin içini; çünkü yalnız değilsin. Hem senin hem dünyanın hem de seni bekleyen sonsuzluğun bir Sahibi var. Başın döndükçe bu sorularla korkma; seni kendine getirecek ‘yılan’ gibi dilleri var.

Bu yılanın gizemi nedir ki?

Karanlıkta bile “altın gibi parlayan” bir hakikati, “ay ışığı renginde” nurdan cümleleri ve dilinin zehrinden damarlarında uyanacak bir diriliş var.

Günün birinde hepimiz kendi yıldızımızı bulalım diye mi hepsi böyle birbirinden uzak. Örneğin, şu benim gezegen. Tam üstümüzde, ama ne kadar uzak!

Gecenin karanlığı içinden insana göz kırpan bir titreyiş. Ben varım burada dercesine parlıyor. Umutsuz ortamlarda umudun ne güzel bir anlatımı… Yıldızların birbirinden uzak oluşları bizde farkındalığı tetikliyor. Çok yakın olsalar belki de yoğun görüntünün içinde karıştıracağız hepsini. Elimizdeki imkanlar da böyle değil mi? Çok şeye sahipsek ayırt edemez, değerlerini bilemeyiz. Masum bir çocuğun el değmemiş, bulanmamış düşüncelerinde her şey, aydınlık ve olduğu gibi açık. Küçük Prens’in kalbinden doğanla gözbebekleri adeta mercek gibi. Hiçbir engele takılmadan hem kalbiyle hem gözleriyle görebiliyor.

Çok aç olan, yemek arar. Bunun gibi umudun arandığı yerde de açlığımız genelde korkularımızdır. Küçük Prens’in yıldızlara bu denli yaklaşımı, ona kendini dünyaya getiren arayışı hatırlatacak. Ve sonra da gülünü neden terk ettiğini, onu nasıl anlayamadığını sorgulamaya başlayacak. Sevgisini yeterli ifade edemediğinin derdi dilinden düşmeyecektir.

‘Çok güzel,’ dedi yılan. ‘Seni buralara getiren nedir?’

‘Bir çiçekle sorunlarım vardı,’ dedi Küçük Prens.

‘Ya!’ dedi yılan.

İkisi de sustular. Sonunda Küçük Prens, ‘İnsanlar nerede?’ diye söze başladı. ‘Çölde insan çok yalnız hissediyor kendini…’

‘İnsanların arasında da yalnızdır insan,’ dedi yılan.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.75

Yılan bu konuşmasıyla adeta bir bilge kişiliği canlandırıyor. Daha sonraki konuşmalarında Küçük Prens’e vereceği çok önemli derslerle bunu daha iyi göreceğiz.

Küçük Prens yılandan iki önemli ders alır: ‘İnsanlar nerede?’ diye sorar Küçük Prens. ‘İnsan kendini çölde biraz yalnız hissediyor…’ Yılan şöyle karşılık verir:

‘İnsan, diğer insanların arasında da yalnızdır.’ İnsanlar genellikle en çorak topraklardır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.89.

İnsanlar genellikle en çorak topraklardır. İnsanın yalnızlığa mahkûm oluşunun sebebi yine kendisi. Çünkü yapısı verimsiz bir toprak gibi. Toprağın fıtratı verimlilik, doğurganlık. İçine dikilen, ekilen şeyi besleyen, büyüten bir yönü var. Ama insanın toprağı çorak1. Çorak; yani şorak, tuzlu alandır ve taşlaşmış tuz gibi yakar, kurutur.

Başka topraklar… Bitkiler, hayvanlar, tabiat olayları; yaratılmış her şey. Onların da çoraklaştığı haller var. Ancak varlığın nizamında aslolan birbirine dostça kilitlenmek. Hepsi Yaradan’ın diktiği, ektiği her şeyi besleyen, üreten verimli topraklar. Ama insan? İnsan en çorak olduğu, üretemediği için böylesine yalnız değil mi zaten? Ve benliğimiz; nefsimiz toprağın tüm verimini tüketen, bizleri “en çorak” yapan sebep.

Bu arada İlhami Abi yine içimi okuyarak:

.Bu dedi Âdemoğullarının bir beşerî zaafı. Enelerimiz. Her noktada kendini gösteriyor. Yaradan’ın bizzat lütuflarını bile kendimizden bilip sahiplenmeye çalışıyoruz. Bak tarihe; dış dünyada ‘Firavun’lar, ‘Nemrut’lar tarih boyunca güneşi, ayı, yıldızları, insanları, her şeyi sahiplenmişler. Hatta Rabbi bile. Enelerinin yaptıkları, bu günlere ibret olmuş. Şimdi biz de iç dünyamızda bu firavun, nemrut âdetlerini sürdürüyoruz. Her olumlu, her güzel örneği kendi başarımızmış gibi kabul ediyoruz. Kendimizden biliyoruz.

.Nasıl dedim.

.Düşün: Böcekler, kuşlar, baharlar, kelebekler, aşklar, sevgiler ve bunun gibi birçok güzellikler… İnsan ruhuna adeta can veren, renk veren bunlar olmazsa şair nereden bulacak o güzel dizeleri? Ressam nasıl tuvaline aktaracak renkleri, o etkilendiği figürleri? Bestekâr, nasıl ruhun derinliklerine işleyecek eserlerini, nağmelerini besteleyecek? Bu ilhamlar olmazsa, bu ilhamlara sebep olan o güzellikler olmazsa ne yapacaklar? Ne besteleyecekler? Ne söyleyecekler? Bütün bunları yaparlarken ve eserlerini meydana getirirlerken bütün bu güzellikleri nasıl kendilerinden bilip sahiplenebiliyorlar? Bunlar yaratılmasaydı, o eserler nasıl meydana gelebilirdi ki? İşte adeta iç dünyamızda firavunluk yapıp, bütün yaratılmışları da kendimizden bilip farkında olmadan bunları kendimizin yarattığı iddiasında bulunuyoruz.

O ilhamlara sebep olan güzellikleri Yaradan yaratmasa; yaratmasıyla kalmayıp o ilhamları vermese -bir düşün- bir hiç olan bizler acaba ne oluruz? dedi.

.‘Hiç oğlu Hiç’ dedim.

Oktan Keleş / Bir Meczubun Rüyası / s.54-55

Hayvan ve bitki farklı olmayı bilmez insan gibi. Su toprağa, toprak havaya yardım eder hiç düşünmeden. Dalda kirazın kızarması için bütün kâinat el ele verir. Yağmur yağmam demez, güneş ısıtmam demez. Dal sabırda bekler bebeğini. Milyarlarca varlık bir arada yaşar gece ve gündüz; ortalıkta bir çöp dahi görünmez. Nuh’un sefinesindeki aslanla ceylanın yan yana olmasının sırrı her an yaşanır verimli topraklarda.

Sınır yoktur aralarında; onlar yaradılışın sınırsızlığında yaşarken sınırları koyan bir tek insandır. Doğuludur, batılıdır. Ya ondandır ya bundan. Sadece insan olunduğu için bir arada yaşamayı çok azı bilir. Fanatizm, taassup, bağnazlık soluklarıyla atmosfer devamlı kirlenir.

Farklılıklar bir kere benimsendi mi, sarsılamaz gerçekleriyle ‘Kitap’ ve ‘Kitap’ın içinden yavaş yavaş sızan bağnazlıklar çıkar. İnsanları sağcı veya solcu, kambur veya dik, faşist veya demokrat diye ayırabilirsiniz ve bu ayrımlara kimsenin itirazı olmaz. Ama gerçek biliyorsunuz ki dünyayı basitleştiren şeydir, karmaşaya sürükleyen değildir. Gerçek evrenselin dilidir. Newton bir bilmece çözer gibi uzun süredir gizli olan bir yasa keşfetmedi, yaratıcı bir işlem gerçekleştirmedi. Çayırda elmanın ağaçtan düşmesiyle dünyanın güneş etrafındaki döngüsünü aynı kelimelerle ifade edebilecek bir dil yarattı. Gerçek kanıtlanabilen değildir kesinlikle, basitleştirendir.

Hepsi de açıklanabildiğine ve birbirini çürütebildiğine göre ve her türlü tartışma sonunda insanının esenliğinden ümidimizi kesmemize yol açtıktan sonra ideolojileri tartışmanın ne anlamı var? Halbuki insan her yerde aynı ihtiyaçlarla çıkar karşımıza.

Kurtuluşu istiyoruz hepimiz. Toprağa kazma sallayan adam bunda bir anlam bulmak ister. Kölenin salladığı kazma köleyi alçaltır, madencinin salladığı kazma madenciyi yüceltir. Kazma seslerinin çınladığı yer değildir, delice yorulduğu yer değildir. Asıl zindan, kazma seslerinin bize bir anlam ifade etmediği yerdir, o seslerin bizi insanlığın kalanına bağlayamadığı yerdir. İşte o zindandan kaçıp kurtulmak istiyoruz hepimiz.

Bugün Avrupa’da hayatında bir anlam bulamayan ve kendi benliğini ortaya koymak isteyen iki yüz milyon insan yaşıyor.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.188

‘İnsan, diğer insanların arasında da yalnızdır.’

Demir Şansölye Bismarck 1881 yılında bir konuşmasında şöyle der: ‘İçimizde kim yaşamı boyunca şu duyguyu tatmamıştır ki: Hiçbir yerde birkaç yüz bin insanın yaşadığı ve bu insanlardan birini bile tanımadığımız bir şehirde olduğumuzdan daha yalnız değiliz! İnsan en tenha ormanda dahi böylesine yalnız değil.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.90

Oysa hakikat çok sadedir. “Yaradan tüm varlığı insan için yaratmıştır. İnsanı da kendi için.” Kendini tanısın kulluk etsin diye. Ama insan nefsi buna izin vermez. Karıştırdıkça karıştırır, çoğalttıkça çoğaltır sorunları. Oysa mideye giren yemek çok farklı değildir. Herkesin içtiği suyun kimyası aynıdır. Bir yürek işidir yaşam. Yürek maddeye dönüştükçe ayrışır birbirinden yaşanılanlar.

Her varlık kendi fıtratını en güzel şekilde yaşıyor. Ne dağ, vadi olmak istiyor ne de bulut deniz olmayı. İnsan kendine verilenden hoşnut olsaydı bunca kavgayı, savaşı çıkartır mıydı?

Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan, suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın güzelliklerine açacak yerde yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri kapıyorlar.’

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.120

Saint-Exupéry, yalnızların sıkıntılarına pencereler açan bir yazar. Çünkü kalabalık ortamlarda bile duygularında yalnızlık nasıl yaşanır çok iyi biliyor. 30 Temmuz 1944’te son görevi olacak uçuşuna çıkmadan önce annesine ve uçuş şefi olan arkadaşı Dalloz’a da yazdığı mektuplarda bu ruh hali açıkça görülüyor.

‘Çok Sevgili anneciğim,

Bu mektubun eline geçeceğini umuyorum. Ben iyiyim. Çok iyi. Ancak, seni çok uzun zamandır göremediğim için çok üzgünüm ve senin için kaygılanıyorum sevgili Anneciğim. Ne mutsuz bir çağda yaşıyoruz!’

‘Sevgili Dalloz,

Mümkün olabildiğince idareli bir biçimde savaşıyorum. Dünyadaki en yaşlı savaşçı pilot ben olmalıyım herhalde.

Filoma geri döndükten sonra neredeyse olabilecek en kötü şeyleri yaşadığımı fark ettim. Motor arızası, oksijen eksikliğinden bayılma, düşman savaş uçaklarınca yakın takibe takılma, uçuş sırasında kabinde yangın çıkması… Kendimi tamahkâr olmaktan çok, iyi bir zanaatkâr olarak görüyorum. Bu beni tatmin ediyor, bir de Fransa üzerinde uçarak fotoğraf çekmek. Aslında bu da çok garip! 

Burada insan, varlığının derinliklerine nüfuz eden nefretten uzaklaşıyor, ama birliğimizdeki yoldaşlığa rağmen insan kırılganlığından kaçamıyor. Konuşabilecek kimsem, hiç kimsem yok. Hayatı paylaşacağım tek bir kimse bile. Ne ruhanî bir çöl!

Eğer vurulursam, hiçbir şey için üzülmeyeceğim. Geleceğin karınca yuvası beni dehşete düşürüyor ve robotlaşmış erdemden nefret ediyorum. Ben bir bahçıvan olmayı yeğlerdim.

Saint-Ex.’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.266

Ben bir insanım. Bir yüreğim var sevmek için, sevdiğimi sarmak için kollarım, korumak için ellerim var. Gözlerde çoğalmak için gözlerim, seyrettikçe güzellikleri, parlayan gözbebeklerim var. Benim aklım, ruhum her şeyim ancak diğer insanlarla ayakta kalabilir. Yaradılışım böyle. Başka insanlar olmazsa susuzluktan ölmek gibi insansızlıktan ölürüm ben. Boğazımdan geçecek bir damla su için düştüğüm yollara, canıma can olacak biri için de düşerim. Çünkü ben bir insanım.

Yaradan bu ihtiyacımı adımın anlamına koymuş. Hemcinslerimle bir arada yaşamam, onlara yakınlığım; yani ünsiyetim, beni ben eden şey. Ama bu çağın dünyası beni benden koparıyor. Gittikçe azalıyor, yalnızlaşıyorum. Ne eğlenceli yerler ne de renkli beraberlikler beni tatmin edebiliyor. Ben yaldızlı bedenler değil, mayası bozulmamış canlar arıyorum. Yolum çıkmaza girdi, korkuyorum.

‘XX. Yüzyıl korku çağıdır.’

‘İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti.’

Albert Camus

Bütün bu sorunlara rağmen gönül şunları fısıldar kulağıma:

.Yönünü tayin eden insan, ne çıkmaza girer ne de yalnız kalabilir. Çünkü gerçek yalnızlık yoktur. Yalnızlık, varlığına anlam yükleyemeyen kısır dünyaların sadece iç kavuran, oradan oraya savuran rüzgarıdır. Merkezden esen rüzgarın esintisinde “Dost rahmetinin nefesi” varsa nasıl yalnızlık hissedebilirsin? Varlığında ve çevrende her zerre nice hikmetle konuşurken onları nasıl anlamsızlığa terk edilebilirsin?

Gönül haklı. Ne bahçelerde kavga var ne akan sularda telaş… Her şey sakin, kendi halinde; yaradılıştaki sadeliği, ahengi yaşıyor. Düzeni karmaşaya çeviren sadece biziz. “Tek Sultan”ın hakimiyetine teslim olan kalp, nasibini alır gördüğünden. Can şuurlandıkça aklın yolu kalbi bulur. Düşünceler bir başka aydınlanır. Adı huzurdur bunun.

Fakat ne yazık ki kayıyor ellerimizden şimdi. Korkuya kapanıyor pencereler. Kulağımız zil sesinde; kapı arkasından beklediğimiz ayak sesleri…

Zaman gelir, zaman gider;
Huzurun kucağında sıcacık ninniler.
Sevgiler ısırılır lokma lokma,
Masallardan.
Göğüslerde düşlerine sarılır
Bebeler…

Ve
Dışı kırmızı, içi beyaz
Elmalar düşer ‘yeryüzüne’.

Zaman gider, zaman gelir;
Çevrilir devran.
Bu masal, artık başka masaldır.

Ninniler ağıt eyler.
Dönen nedir?Bir çember
Ki uzak güneşten. 

Ve
Dışı kan, içi ölüm;
Elmalar dağılır ‘in yüzüne.

Korkular çöker göğse;
Çatlar ucundan.
Ve kanını emer annelerinin
Bebeler.

1. Çorak: Tuz çölü. Çor/şor: Tuzlu. Orta Farsça’dan alınmış.


‘Küçük Prens ve Yılan’ İllüstrasyonu © Ya-Ong Nero

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply