Gayeye Ad Veren Sayılar ve Çağın Çizdiği Model

1

‘İçimdeki çocuk’ benim yaşayan öz benliğimdir. O henüz yetişkin olmanın günahıyla örselenmemiştir. Henüz toplumsal benliğe sahip insanın yaldızları ve üniformalarıyla harap olmamıştır. ‘İçimdeki çocuk’ kanun tanımaz, şüpheci ve meraklıdır. Ayrıca yetişkin mantığının mikrobik budalalığı karşısında tam bir dayanıklılığa sahiptir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.27

Saint-Exupéry’nin bütün eserleri, özlediği çocukluk ülkesinin hatıralarıyla dolu. Pilotu yalnız yaşamaya mahkûm edenler, onu çocukluktan çıkmaya zorlayan büyüklerdir. Boa yılanının yuttuğu filin görüntüsünü tahlil edemeyenler, çağın boğduğu bir çocuğun korkusunu, onun varlığa hassas bakışını, olaylar arasındaki bağlantıları kavrayışını nasıl anlayabilecek? O kadar farklı ki bu hisli bakışlar büyüklerin sığ bakışlarından…

İşte bu nedenle ‘rakamlardan başka bir şeyle ilgilenmeyen büyükler’ gibi olan pilot, bir kutu dolusu renkli kurşun kalemler alır.

İşte bu nedenle Küçük Prens, ‘bir zamanlar çocuk olduklarını unutan’ büyükler için yazılmış kitaptır.

İşte bu nedenle Küçük Prens, dünyanın sıra dışı ve soyut yanını keşfeden bir çocuğun felsefî öyküsüdür. Ciddi insanlar, acelesi olan kişiler, hızdan başı dönenler, köklerinden uzaklaşanlar, güç saplantısı olanlar, pencerelerine duvar ören bürokratlar, insanlara ve yeryüzüne hizmet etmek yerine onları yutan, yok eden teknik makinelerle dolu bir dünya…

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.37

Bu çağın en önemli özelliklerinden birisi, kararlar alınırken her zaman “mantık” ile hareket edilmesi. Her şey akılla seçilir. Seçilende menfaat, fayda aranır. Kar-zarar dengesine bakılarak oluşturulur yaşam krokileri. Gayeye ad veren sayılar… dostluğun mührü menfaat… ve çağın çizdiği model; rasyonel insan.

Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir arkadaş edindiniz diyelim: Onun hakkında hiçbir zaman asıl sormaları gerekenleri sormazlar. ‘Sesi nasıl?’ demezler örneğin, ya da ‘Hangi oyunları sever? Kelebek koleksiyonu var mı?’ diye sormazlar. Onun yerine. ‘Kaç yaşında?’ derler. ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ Ancak bu sayılarla tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı.

Eğer büyüklere, ‘Güzel bir ev gördüm, kırmızı tuğlalı: pencerelerinden sardunyalar sarkıyor, damında ise kumrular var,’ derseniz, nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, ‘Yüz milyonluk bir ev gördüm,’ dersiniz, işte o zaman size, ‘Oo, ne kadar güzel bir evmiş!’ derler gözlerini koca koca açıp.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.21

 “Kelebek koleksiyonu var mı?” diye sormazlar. Onun yerine. “Kaç yaşında?” derler.”

– Ne fark var ki bu iki soru arasında?

– Kaç yaşında diye sorulduğunda ilgi yüzeyde kalır, konuşma kısa tutulur. Cevap 10,12… bitti.

– Kelebek koleksiyonu var mı diye sorulsa?

– Cevabın ardında meraka göre çözülen bir karakter çıkabilir. Arka arkaya gelen neden, niçin, nerde, hangi soruları merakı, zevki, tutkuları, tedirginlikleri, kaçışı üstü kapalı ortaya koyabilir. İnsan çoğu kez bir başkasını anlatırken, bir olayı hikâye ederken farkında olmadan kendisini tarif ediyor. Ama bunun için zaman ayırmak, önemsemek, değer vermek gerek. Ancak bizim insana ayıracak vaktimiz yok.

Zamandan yana sıkışıklık, modern insanın kendisine kurduğu büyük tuzaklardan birisi. Zaman hastalığı daha derin, varoluşsal hastalığın bir habercisi. Tükenmişliğin son demlerindeki insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da hızlanıyorlar. Fakat hız bizi uyuşturuyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla hiçbir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Hızlandıkça zaman kazanmıyor, sadece parçalanıyoruz.

Kemal Sayar

Küçük Prens

Bu tehlikelerin farkında olan var mı? Varsa da ya çok az ya da ne yapacağını bilemiyor, çaresiz. Çünkü çağın çizdiği model; rasyonel insan modeli tuttu. Çok çabuk uyuldu bu modele. Artık ona çilenin arındırdığı insan modeli, hüznün derinleştirdiği bakış, tefekkürün vardığı ilim, her şeyi gönülle tartmak, gerekirse fedakârlık, feragat zor gelecek.

Artık fayda ölçülecek, fayda tartılacak, faydayla kesilecek göbek bağları. İşin acı yanı sonuca ulaşmak için en kısa yolu seçen sabırsız nefislerin elinde ruhlar tutsak edilecek. Ne modaysa o istenecek. Kişiliğe has, insanî istekler basit ve çocuksu bulunacak. Herkesin içinde bir çocuğun var olduğunu unutan insanoğlu kendinden gittikçe uzaklaşmaya başlayacak.

Ahmet Haşim “O Belde” şiirinde,

Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştiha, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir mana.

diyerek “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.” sitemiyle yaşadığı dönemin anlam yoksunu yapısından ne kadar uzak olduğunu dile getirir.

Exupéry’nin eleştirdiği yetişkinlerin yapısı da böyle. Kalıplaşmış hayallerine sığmayan her duyguyu, her tasarımı görmezlikten duymazlıktan geliyorlar. Bu durumlarıyla çocuk dünyasını hiç mi hiç anlamadıklarını çok net kanıtlıyorlar.

Aynı şekilde onlara, ‘Küçük prensin güler yüzlülüğü, tatlılığı ve bir koyun istiyor olması, onun var olduğunu gösterir. Birisi bir koyun istiyorsa, bu onun varlığının kanıtıdır.’ derseniz size inanmazlar, dalga geçerler.

Ama onlara, ‘Küçük prensin geldiği gezegenin adı Asteroid B-612’dir,’ derseniz, işte o zaman size inanıverirler ve sıkıcı sorular sormazlar.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.22

“Bir çocuğun parlak zekâsı karşısında bir yetişkinin vasat aklı nedir ki” der Freud.

Çocuğun hayalleri, onun özgür zihninde serbest bırakılmış bir uçurtma gibidir. Rüzgâr, kendisinin ulaşamadığı yerlere uçurur onu. Sürrealist bir ressamın, şairin dehası vardır onda. Bir bahçe resmi yap dersin. Pembe güneşin aydınlattığı mor yapraklı çiçeklerin üzerinden dört kanatlı kuşlar uçurur. Onun tasarımında yok, yoktur. Patatesi çok seven bir çocuksa, elma gibi ağaç dallarından hemencecik toplayabilir patatesleri.

Saint-Exupéry, çocukluğun gizeminin mucize olduğunu anlamamızı sağlar. Bizim eğitim dediğimiz şey aslında çoklukla şu anlama gelir:

Biz büyükler çocukların güneş ve yaşam yollarının mükemmel dönemeçlerini dönmelerine müsaade etmeyip onları ufku sınırlı olan kendi yönümüze çekip götürürüz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.30

Karşımızda bir çocuk varsa, gerçekten samimiysek ona karşı, ne kadar onunla rahatlar ve kendimiz oluruz. Çocuğun arkadaş, dost seçimleri büyükleri şaşırtır. Çünkü kalbi iyi koku alır. Akan bir suyun önünü kesmek ya suyu taşırır ya da çekilmesine neden olur. İçtenliğe, duruluğa yaklaşırken, yapmacık tavırlar da çocuğun kabuğuna çekilmesine neden olur.

Konuşurken karşı taraf bizi dinler, söylediklerimize inanırsa o anda beyninde sinir hücreleri arasında bir bağlantı oluşur ve öğrenme gerçekleşirmiş. Bu bağlantıyı sağlayan nörokimyasallar ilgi duyulmayan bir konu öğrenilirken damla damla akar; sevilen, ilgi duyulan bir konu işlenirken sel gibi çağlarmış. Bu sebeple kimyasalları harekete geçirmek için çocukta merak ve ilgi duygusunu uyandırmak gerekiyor. Çünkü beynindeki duyguyla ilgili alanları harekete geçirmek bu duygusal zekâ ırmağının coşmasına neden oluyormuş.

Çocukların kaderi, en azından batılı kültürlerde kendi dünyalarından büyüklerin dünyasına anlayan bir düşünce sisteminden açıklayan bir düşünce sistemine geçmek zorunda kalıyorlar.

Bu geçiş yedi yaş civarında olmakta. Bu dönemde çocuklardan büyüklerin dünyasını anlamaları beklenir. Yani anlamaları gerekmez, açıklanan şeyleri kabul etmeleri yeterlidir.

 Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.41

Sevginin, paylaşımın, birlikteliklerin mayası birbirimizi sessizce anlayabilmek mi; yoksa hep bir şeyleri açıklama gayretinde olmak mı? Gözlerin ilk çekimi, cazibesi belki renginden, şeklinden geliyor; ama gönle kazınan etkisi bakışların anlattığıdır.

Küçük Prens

Henüz olmamış;
Dudağımda kaldı buruk tadı.
Meyvenin olmuşu güzel
Bir şerbet gibi kayar boğazdan
Damakta yaşanılmışlığın tadı. 

Hayat, yürek işi mi?
Ama insanlık, sırat işi.
Erken koparmamak gerek
Dalından;
Ne zor iştir yutabilmek
Hamlığı…

Tefekkürsüz bilgilerden, anlayışsız güzellik çabalarından ruhumuz daraldı. Hüznün olgunlaştırmadığı ham davranışlar sardı dört yanımızı.

Gözlerimizin göremediği, sadece kalbimizle görebildiğimiz şeyleri keşfetmemizi sağlayacak şey, çocukluğumuza geri dönmek, yani içimizdeki çocuğu keşfetmektir.

Küçük Prens, kendisini anıların yardımıyla çocukluk günlerinde bulan Saint-Exupéry’den başkası değildir. Olayları ve onların önemini tam olarak anlayabilmek için, katıksız mantıkla değil, ‘sağduyu’ ile hareket etmek gerektiğini, olayların ardında yatan gerçeği, aşkla aydınlanan zekâ sayesinde görebileceğini kendi kendine fark edebilmiştir.

Jean- Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.35

“Aşkla aydınlanan zekâ sayesinde görebilmek…”

Hz. Mevlâna insanın ruhtan, akıldan ve sevgiden meydana gelen bir üçgen olduğunu söyler.

Sevgi kalbin ürünüdür, fikir ise aklın. Ruh ikisinin de enerjisi. Kalp, bir güneştir onunla aydınlanır, onunla ısınırız. Akıl bir aydır, karanlıkta ışığıyla yol buluruz. Ay, nurunu güneşten alır. Güneş olmazsa ay da yoktur. Yani kalbin, sevginin ışıldamadığı yerde akıl, fikir söner; karanlıkta kalırız. İnsanımız sevgisiz. Belki de bu eksikliğini göstermemek, örtmek için gürültülü aşk naraları atıyor. Her yerde vıcık vıcık aynı şablondan çıkmış serenatlar yaşanıyor.

Samimiyete, has sevgilere kapalı olan kalp, ışığını akla yansıtamaz ve nuru olmayan ay nasıl geceyi örterse, nuru sönen akıl da fikir üretemez; tefekkür edemez. Bir şeyler düşünür elbet.

Kurnazlıklarıyla, mantıklı oluşuyla övünür; ne vardır ki, iç derinlikleri göremez. Ufku yoktur, hayalleri ise kısır. Bu nedenle kendini aşamaz. Anlayamaz ki aşsın. Aşamaz ki yüreğini tüm varlığa açsın. Oysa çocuk bir sabah güneşidir. Kalbindeki sevgi ona en şaşırtıcı, en derin hikmetleri söyletir.

Büyükler böyledir işte. Ama bunu onlara anlatabilmek olanaksızdır. Çocuklar büyükler karşısında her zaman sabırlı ve anlayışlı olmak zorundalar. Doğal olarak, yaşamı anlayan bizler için sayıların hiç önemi yok. Bu öyküye tıpkı peri masallarında olduğu gibi başlamış olmayı isterdim. ‘Bir zamanlar kendisinden birazcık daha büyük bir gezegende yaşayan küçük bir prens varmış. Bu prens bir koyun istiyormuş…’ diyebilirdim örneğin.

Yaşamı kavrayanlar için eminim bu çok daha gerçekçi bir hava verirdi öyküme.

Hiç kimsenin kitabımı özensizce okumasını istemem doğrusu. Bu anılarımı yazarken çok üzüntülü anlar yaşadım.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.21-22

Burada koyun iki varlık arasındaki iletişimin simgesi. İletişim dost arayışının dile dökülüşüne benzer. İletişim insanın, dile getiremediği yalnızlığının ve bilinçaltındaki çalkantılarının farkına varabilmesidir. Bu farkındalık dıştaki dünyanın etkisinden sıyrılabilen nazarın görebileceği apayrı bir âlem. Öyle bir âlem ki insanın hakikati burada konuşuluyor.

Kimi şiirleriyle, kimi anılarıyla, kimi karikatür, kimi notalarla konuşuyor bu âlemde. Exupéry ise anılarıyla çözülüyor.

Exupéry de kitabına Bir zamanlar kendisinden birazcık daha büyük bir gezegende yaşayan küçük bir prens varmış. Bu prens bir koyun istiyormuş…” diye başlayabilseydi kendisinin koyun isteyişiyle içindeki dost arayışını dile getirecekti.

Yetişkinler, arzuların verdiği yanılsama yüzünden gerçekten önemli olanın ne olduğunu göremezler. Onların bu körlüğü ve cehaleti, dünyaya sevginin yumuşaklığıyla aydınlanan bir kavrayış yerine ön yargılı ve teorilerle çevrilmiş bir açıdan bakmalarıdır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.25

Küçük Prens

Kâinat ve sevgi içiçe. Her şey arasında bir çekim kanunu var. Yardımlaşma, bu dönen çarkın ipekten bağları; yumuşak ve sağlam. Bizler ise parlak ve çürük iplerle bağlanmışız yaşama.  Ve çarkın dönüşüne dayanamıyoruz, dağılıyoruz gitgide.

Büyükler için birini tanımak, onu etiketlemek demek. Zengin-fakir, akıllı-aptal, güzel-çirkin. Gözlere bakınca sadece rengini gören; bakışların iç dünyasına eğilmeyen bir yaklaşım.

Karşısındakinin gönlüne değmeyen dil, tekler. Halbuki ruh kanatlanmaktan hoşlanır. Kelimelerle uçmak, göklere yükselmek ister. Bulutların dilini bilmeyen, yağmur gibi rahmet olamaz. Güneşin sevdasıyla yanmayan coşmanın zevkinden habersizdir. İnsanoğlu ne zaman ki gönül adamı olacak, o zaman göklerle konuşacak; yerden gül bitirecek.

Küçük Prens’in gelişi, pilotun kendi benliğinin farkına varmasına ve olayları kalıplaşmış açıklamalara göre değil, gerçekte oldukları gibi görebileceği masumiyete geri dönüşüne rastlamaktadır. Bu olay derin düşüncelerinin başlangıcıdır.

Büyüklerin rasyonel mantığından çocuk mantığına geçmek, doğru soruları sorabilmek ve faydacı kalıplara göre hazırlanmış soruları unutmak için çok uzun zamana ihtiyaç vardır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.46

Kemal Sayar, “Hız insanın doğal ritmine müdahaledir. İçsel mutluluk ancak içe bakış ve tefekkürle yakalanabilir.” diyor.

Menzile varabilmek için nasıl yola düşmek gerekiyorsa, doğruya, gerçeğe ulaşmak için de tefekkür; yani derin düşünce gerekiyor. O halde tefekkür de bir yolculuk sayılır. Cümle cümle, sonra kelime kelime, daha sonra hece hece adımlar attığımız bir yolda boyuttan boyuta geçerek ufukların çok ötesinde bir âleme varabileceğimiz bir seyir.

Tefekkür bizi insan yapan; diğer varlıklardan ayıran özelliğimiz. Onunla inceden inceye zihinlerimizi dokuyoruz. İnsan gibi insan olabilmek için, hayatın hakikatini idrak etmek gerekiyor. Nedir hayat? Değerini biliyor muyuz? Zaman öylesine yaşadığımız; elimizden uçuverdiğinde unuttuğumuz alelade bir şey mi?

“Bir insanın üniversiteyi bitirmesine yardımcı olabilirsiniz, fakat istemezse ona düşünmeyi öğretemezsiniz.” der Henry Ford. Ona göre, “Düşünmek zor iştir, muhtemelen bu nedenle çok az kişi düşünür.”

Düşünceden hep kaçıyor insanoğlu. Neden diye sorduğumuzda uyuşukluk, tembellik çıkıyor karşımıza. Merak duygusundan mahrumsa insan, düşünmekten hep kaçıyor. Alışkanlıkları, gelenekleri ona yeterli geliyor. Onun için de düşünmekten ziyade konuşmayı tercih ediyor. Oysa derin düşünce; yani tefekkür, gelişmenin, değişebilmenin en önemli kaynağı. Gelişmeyen, sığ göl gibidir; zamanla çamura döner berrak suları. İçindeki canlı olarak ne varsa ölür.

Dünya dediğimiz bir imtihan sahası. Sorular günlere takılmış, durmadan gelir üzerimize. Kimler hata yapar bu imtihanda, nerelerde aldanır? Kendini aldatan, mağrurdur; boş görüntülerle kendini oyalar. Başkalarının aldattığı ya aptaldır; düşünmeden dalar her şeye ya da mağdurdur; saflığıyla oynanır, gadre uğrar. Bütün bunlardan insanı kurtaracak ve onun uyanmasına vesile olacak ilk adım tefekkürdür. Ancak ezbercilikle katledilen beyin, bu yolculuğu engeller.

Siz de benim gibi, günleri sevgiyle isteyerek değil de takvimden yaprak koparır gibi gerçek bir sıkıntı ve nefretle yaşadıysanız…
…..
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi; kaybettiniz (benim gibi).

Oğuz Atay / Tutunamayanlar

Denizi kaybetmek dalgaları, rüzgârı, martıları kaybetmek demek. Denizi kaybetmek derinleri, inci arayışlarını, maviliği, ufukları kaybetmek demek… Deniz olmayan yerde kıyılar yoktur, sığınılacak liman da yoktur. Denizi kaybetmek Oğuz Atay’ın dediği gibi bir çocuğun, şımarıklığı ve şehrin yapaylığını hiç tanımamış bir masumiyetin, hayallerine ve umutlarına bakışını kaybetmek demek.


Fotoğraflar © Lisa Halloway

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Her haliyle yetişkin, yetiştiği sınırları olan dünyayı gerçeğin ta kendisi zannederek yaşamaya, yaşadığını sanmaya devam ederken, her an yeryüzüne düşen yeni çocuklar ise onlara hayatın özünü hatırlatmaya devam ediyor. Yazınız, kendi sınırlı dünyamın bana çizdiği ve verdiği görevleri verilen sürede yapma -vehmî- ideallerimi sorgulamama vesile oldu. Özellikle çocukların yapmacık tavırları koklamakta ne kadar başarılı olduğunu söylediğiniz yerden etkilendim.

Leave A Reply