Eğer Senin İçinde Biri Yoksa Senin Kılıcının Dansını Hangi Düşman Yüceltecek?

0

Denizden gelen esintilerle Ağustos’a rağmen baharı hatırlatır bir gün yaşıyoruz. Rüzgâr esiyor. Bulut havaya denk, mavi gökyüzüne yakışmış… Sabahın erken saatlerinde en güzel haline bürünmüş zaman… Güzel olanı keşfe çıkacak en güzel vakit diyorum. Ruhu dengede bir âlemin içine giriyorum.

Önümde her varlık birer sayfa gibi açılıyor. Sanki “Bu âlem sayfasını oku, düşün, tefekkür et.” der gibi. Ve kainattaki dengenin, her şeydeki ölçünün, bütün bu muazzam nizamın Allah’ın Adl esmasının tecellisi olduğunu düşünüyorum. Bu ilahî ismin çizdiği sınırlar öylesine bir denge getirmiş ki… Her şey durmadan ürüyor; ama hiçbiri diğerinin sınırını istila etmiyor. Çünkü Adl ismi bunu engelliyor. 

Denizin karayla ahengi çok güzel. Sahil sanki beyaz kabarcıklı bir dantela gibi uzuyor. Deniz apayrı bir âlem; içinde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklar… Ya onlara bir sınırlama getirilmeseydi? Ya içinde yaşayan canlılar diledikleri gibi çoğalsalardı ne olurdu? Araştırmalar, bir sınırlama olmasaydı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını ve karaları suların istila edeceğini belirtiyor.

Dalgaların sesi, rüzgârın dirilten nefesi bacaklarıma güç veriyor. Her azam yerli yerinde, her şeyim hassas ölçülerle şekillendirilmiş. Ya bacaklarımdan biri daha uzun olsaydı? Ayak ölçülerim farklı olsaydı ve parmaklarımda denge olmasaydı? Vücudumdaki bu denge hep Adl isminin tecellisi. Ruhum nefesleniyor; şükrediyorum. Yaşanılan türlü olumsuzluklara rağmen kalbin dengeyle buluşması rahatlatıyor insanı. Aklın, sorular sorduğu “Tek hakikat”e teslimi bunalımdan kurtarıyor. Her şeyin dozunda olduğu bu âlemin yoksulu olmak, ne korkunç bir nasipsizlik diyorum. Çünkü şu günlerde dengesizliğin her türünü yaşıyoruz.

Denge ölçü demektir. Haklı ile haksız, güzel ile çirkin, iyi ile kötü üzerindeki anlaşmazlıklar, elde kesin bir ölçü bulunmadığı zaman patlak verir. Herkes ‘Benim fikrim!’ dediği zaman, hayat bir kaosa döner.

Ortak bir değer lâzım. Küçük şeye gereken önem verilmezse sonunda fikir ayağa düşer. Bu ise kavram anarşisi demektir. İnsanın iç dünyasının gıdasız kalışıdır, temelde yatan sorun.

Doz’dur, o küçük şeydir sınırı ayarlayan… Aslında ‘doz’ denilen şey, gerçeğin ölçüsüdür. Yaratılış kanunu adeta zorlar buna. İnsan kanında PH oranı 7.4tür. 7.3 ya da 7.5 olması hayatı tehdit eder. Çiçeğe iyilik yapacağım diye fazla su verilirse gelişme hemen durur. İlaçtaysa doz sınırı aşarsa zehir halini alır.
….
Her şeyin ifratı zararlıdır. Aşırı arzu, aşırı gıda, aşırı spor, aşırı iyimserlik, aşırı güven, hatta aşırı sevgi; tüm aşırılıklar bu espriye girer.

Sınırlar aşıldı mı erdemin meyveleri acılaşmaya başlar, böylece yozlaşarak en iyi başlangıçlar uzaklaşır amaçtan. Ne israf ne cimrilik… Her şeye değerince yer vererek hayatta dengeyi korumalı. Ne beğendiği şeyde ifrat etmeli insan ne de küçümseyerek düşmeli bir yanlışa. Her şey hesap üstüne kuruludur.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.48-50-51 

Varlık âleminde insan dışında hiçbir şeyde istikametten sapma görülmez. “Kavak ağacı aşırıya kaçtı; köpek aşırı davrandı.” denilmez. Hayvan, bitki, gezegen; tüm varlık kendisine çizilen sınırların dışına çıkamaz. Bir tek insanoğludur iradesiyle aşırıya kaçan. Çünkü seçme hakkı vardır. Çünkü yapısında iyiye ve kötüye meyledebilme özelliğini taşır. Öyle bir meyil ki milimlik bir adım, katlana katlana ummadığımız sonuçlara götürebilir. Eğimli yerin üzerinde bir şey durmaz, eğim nereye doğruysa o tarafa kayar. İlk önce yavaş yavaş kayar, sonra hızlanır. Hayra kaymak güzeldir… Ama nefis hayırdan hoşlanmaz ki… Gözden kaçan küçük kaymalar… Şeytanın seni tongaya bastırdığı bir zerre, bir bakmışsın girdabın oluvermiş. 

Kemal Ural ne doğru söylemiş: “Küçük şeye gereken önem verilmezse sonunda fikir ayağa düşer.” Hangi konuda olursa olsun önem verilmeyen küçük şeyler her şeyi ayağa düşürüyor. Bir sözle yuvalar yıkılıyor; bir yanlış tutumdan savaşlar başlıyor. Yaradılış göz açıp kapanacak kadar da olsa boşluğa, gaflete yer vermiyor, çünkü kainatta bunlara yer yok. Üzerimizde dolaşan bulutlar… Bizde bıraktıkları güzel hislerle üzerimizden tüy gibi akıp gidiyorlar. İçlerinde binlerce ton su taşıyan bu yaradılış abidelerinden biri ya gaflete düşse? Güneşin etrafında 108.000 km. hızla dönen dünya, bir dalıp gitse?… 

Oysa bizler bu muhteşem düzenin ve dengenin içinde ne güzel yaşayıp gidiyoruz. Ama kendi kendimize oluşturduğumuz dünyada bu düzeni, güzelliği kuramıyoruz. İçimizde taşıdığımız çok farklı yerler var. Nefsimizin coğrafyası, iklimi vicdanımızın coğrafyasına, iklimine benzemiyor. Ruhun sınırları farklı, bedenin farklı. Duygularımızda bir gölün sükunetini çılgın bir denizle iç içe veya art arda yaşayabiliyoruz. Melekvarî duygular, şeytanvarî soluklar iç içe … İyilik, kötülük çekirdekleri yan yana. Her türlü hayvanın yaşadığı bir ormanı içinde taşıyan ağaç gibiyiz.

Peki gelgitlerimizle bu muazzam düzenin içinde yalnız mı bırakıldık? Tabi ki hayır. Aklımızla ve akla bağlı irademizle bu ahenge uyabilmeye yeteneğimiz var. Aklımızı kullandığımızda, vicdanın sesini dinlediğimizde doğuştan verilen değerlerimizi koruyabileceğiz. Ancak çağın tüketim dünyası buna fırsat vermiyor. Allah’ın en mükemmel makama layık gördüğü insan, “tüm varlığa efendi ol” dediği insan, kendi eliyle makamını eşyaya terk ediyor. Bu gidişe dur diyenler, çarenin insanın iç dünyasını uyandırmaktan geçtiğini biliyorlar. Exupéry de dur diyenlerden. O, insandaki varoluş sancısını yaşayan ve çözümünü dile getirmeye çalışan bir yazar. İnsan olarak bunu önce içinde duymuş, sonra iradesiyle bu meselesine sahip çıkmış biri. Ve çöl onun için dönüşüm, değişim noktası olarak çok önem verdiği bir yer.

Şüphesiz Sahra göz alabildiğine tekdüze kumdan ibarettir. Daha doğrusu kumullara nadiren rastlandığına göre, çakıl bir kumsaldan ibarettir. Orada insan can sıkıntısıyla aynı koşulların içine gömülür. Yine de gözle görülmeyen ilahlar onun için yönlerden, eğimlerden ve işaretlerden oluşan bir ağ, gizli ve canlı bir kas sistemi inşa ederler.
….
Nihayet neredeyse gerçek dışı kutuplar bu çölü çok uzaklardan manyetize eder. Hatıralarda canlı kalmış bir çocukluk evi. Hakkında hiçbir şey bilinmeyen, sadece öyle olduğu bilinen bir dost. Böylece sizi çeken veya iten, sizi cezbeden veya size direnen kuvvet alanları sayesinde kendinizi gergin ve canlanmış hissedersiniz. Ve kendinizi ana yönlerin tam ortasında, sağlam, kararlı ve yerleşik halde bulursunuz.

Çöl elle tutulur hiçbir zenginlik sunmadığından, çölde görülecek de duyulacak da hiçbir şey olmadığından, buna karşılık insanın iç dünyası burada uykuya dalmaktan ziyade iyice güçlendiğine göre, kişinin öncelikle gözle görülmeyen çekimler tarafından harekete geçirdiğini kabul etmek gerekir. İnsanı yöneten ruhtur. Çölde ilahlarının değeri neyse benim değerim de odur.

Antoine de Saint-Exupery / Bir Rehine’ye Mektup / s.20-22

Yaşamak ve insan olmak… Ben bir insanım ve şu anda bu satırları yazarken nefes alıyor, yaşıyorum. Ve kendime soruyorum: Yaşamak mı, yoksa insan olmak mı amacım?

Yaşamak elimde değil. Verilen müddeti sadece değerlendirebilirim. İnsan olarak doğdum; ama insan olarak yaşayıp yaşamamak benim elimde. O zaman yaşam Yaradan’ın, istediği insan olabilmem için bana verdiği bir fırsat. İnsan, ruhu olan bir varlık. O ruhun geldiği yer, İlahî Güç. Yaşam ise ona bir ruh kazandırıldığında değerlenebiliyor. Ruhsuz geçen, boşa veriştirilmiş zaman insanlığa ne kazandırabiliyor? Çektiğimiz psikolojik sıkıntıların sebebi kemale erebilmek için bize verilen araçları kötü kullanmamız. Amaçsız geçen yaşamımız. İnsanlığımızın değerini bilemememiz.

Exupéry insanî değeri devamlı ön planda tutan bir yazar. Nesneler veya objeler sadece birer araçtır. İnsan ise öznedir, amaçtır. Immanuel Kant’ın dediği gibi “İnsan bir gayedir, vasıta değil.” 

Tüccarlara mallarını çok fazla övmelerini yasaklıyorum. Çünkü bu insanlar hemen öğretmen oluyorlar, sana aslında sadece bir araç olan şeyin bir amaç olduğunu öğretiyorlar ve seni izleyeceğin konusunda aldatıyorlar. Ve seni çok çabuk geriletiyorlar, çünkü eğer müzikleri ilkelse, bu demektir ki onu sana sıradan bir ruhu satmak için üretiyorlar. Oysa nesneler insanlara yararlı olmaları için üretilmiş olsa da insanların nesnelere çöp tenekeleri olmaları için yaratılmış olmaları iğrenç bir şeydir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.208

İnsanoğlu değerini nasıl bu kadar ayaklar altına düşürebilir? Çok açık belirtilmiş: “Nesnelere çöp tenekeleri olmak için yaratılmış olma hali.”

Şöyle düşünelim: Yazara göre içimizde neler taşıyoruz? Satın aldığımız bizi sığlaştıran bir sürü sıradan ruh. İşe yaramadığı için atılmış çöpler. Bunlar ilk bakışta çok ağır gelen, bu kadar da olmaz dedirten tespitler; ama… 

Bir şey kalbe gıda olmuyorsa; iç dünyamıza huzur vermiyorsa; varlığa olan sevgiyi, şefkati körüklemiyorsa; ruhumuzu rahat soluklandıramıyor, özgürlüğü tattırmıyorsa; aklın doğruyu görmesine ve hep hakikate meyletmesine vesile olmuyorsa o şey çöp değil de nedir? Vicdanımızın yalandan, edepsizlikten, zulümden rahatsız olmamasını, iç âlemimizdeki bakışı gittikçe yitirdiğimizi başka nasıl izah edebiliriz?

Ayrıca bir günde tükettiğimiz şeylere bakalım: Zaman, mekân, yuva, ilişki, aile, söz, kelimeler, sohbet, bilgi, ses, görüş, sofra…. eklenecek daha bir sürü şey. Tüccarlar…. bu insanlar…. seni izleyeceğin konusunda aldatıyorlar. Ve seni çok çabuk geriletiyorlar.” 

“Yaşam rehberi tüccar olan” bir toplumda insanın önüne, durmadan kendisine sıradan bir ruhu satmak için reklamlar sürülüyorsa ve insan kendini bu akıştan kurtaramıyorsa sizce bu duruma ne ad verilebilir?

Ancak ruhunun ve bedeninin uyumunu sağlayan ve bu ahengi yaşadığı yere, davranışa yansıtan bu tehlikelerden korunabiliyor. Çünkü o denge insanıdır. Çünkü sapmalar yaşamaz. Çünkü kainattaki, yaradılıştaki ritme uyar, ahenginden, huzurundan payını alır. Ruhun ve bedenin uyumu, yaradılıştaki ritme uyma ve huzurdan payını alma. Nedir bu halin adı? “Dans.”

Exupéry’e göre insan ruhunun yaşama yansıması adeta dans etmeye benzer. O, yazılarında sadece insanın değil bütün varlığın hareketlerini dans metaforuyla gözler önüne serer. Peki başka sanat değil de neden dans? Çünkü dans yaradılışın ilk ifade gücüdür. Müzikten, resimden, edebiyattan önce insanın Sâni olandan nasiplendiği ilk sanat. Doğumun, ölümün, inancın ilk kelimeleri. Demek ki bedenin ruhu arayışı ve ruhun ellerinin bedene değişi dansla oluyor.

Varlığın en temiz, en duru halinin bedende yankılanması “varlığın dansı” ise, o zaman güneş de ediyor bu dansı, yıldızlar da, akan su da. Ruhumun en güzel aksini dilimden dökebiliyorsam kelimelerim de dans ediyor demektir. Beynimin koridorlarında tefekkürün ritmine kendini kaptırıyorsa düşüncelerim de dans ediyor demektir. Dansı daha önceden hiç bu şekilde ele almamıştım. Dansın varlıktaki yankısını böylesine düşünmeme sebep olan şey, Exupéry’nin Kale’deki karaktere söylettiği şu ifadeler:

Dağların tepesinden görünen ırmağı seyrettin mi? Burada önüne bir kaya çıktı ve onu kemiremediğinden etrafından dolaştı. Daha ileride bir yerde kıvrıldı ve uygun, eğimli bir yere saldırdı. Ovada onu artık denize doğru çekmeyen güçlerin hareketsizleşmeleri nedeniyle menderesler yaparak yavaşladı. Başka bir yerde, bir gölde uyuyakaldı. Sonra önündeki bir dalı dosdoğru ileri attı ve düzlükte bir kılıç gibi bıraktı.

Bunun gibi dansçının da kuvvet çizgileriyle karşı karşıya gelmesi hoşuma gidiyor.

Hareketlerinin bazen yavaşlaması, bazen hızlanması… Biraz önce kolayca gülümserken, daha sonra şiddetli rüzgâr altında sönmek istemeyen bir alev gibi zar zor direnebilmesi… Adeta görünmeyen bir yokuşta rahatça kayarken, biraz sonra yavaşlıyor; çünkü adeta tırmanıyormuş gibi adımları zorluk çıkarıyor. Önüne bir engel çıkması hoşuma gidiyor.
….
Y
aşayan bir ağaç gibi yönlendirilen yapı… Kesinlikle büyüme özgürlüğü olmayan; ama tohumunun özüne göre çeşitlenerek giden bir ağaç. 

Çünkü dans bir kader ve hayat içinde bir tavır ve tutumdur. 

Ama ben senin tavır ve tutumundan heyecan duymak için seni yaratmak ve bir şeye doğru yönlendirmek istiyorum. Çünkü eğer seli aşmak istiyorsan ve sel sana engel oluyorsa o zaman dans edersin. Çünkü aşkın peşinden gitmek istersen ve rakibin sana engel olursa o zaman dans edersin. Ve eğer öldürmek istersen, kılıçların dansı vardır. Ve gittiği limana ulaşmak ve rüzgârda görünmeyen kıvrımları tercih etmek amacıyla yelkenleri kullanmak istiyorsa, sancağının altındaki yelkencinin dansı vardır.

Dans etmen için sana düşman gerekir; ama eğer senin içinde biri yoksa senin kılıcının dansını hangi düşman yüceltecektir?

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.206

“Dans etmen için sana düşman gerekir.” Mücadele eden bir beden bundan daha güzel nasıl anlatılabilir? Zafere kavuşmak için cihad edenlerin sabrı böylesine estetik nasıl düşünebilir? Oysa bütün varlık bu dansı biliyor. Çünkü özlerinde bu sanat var. Yoksa taşı delen yumuşacık otların, mermeri aşındıran suyun, kilometrelerce yol alan turnaların, her engeli aşarak denize koşan ırmakların, toprağın derinliklerinde nasibini arayan karıncaların sırrını anlayamazdık.

eğer senin içinde biri yoksa senin kılıcının dansını hangi düşman yüceltecektir?” Ruhun bedeni ayakta tutan gücü, şiirsel bir dille kelimelere ne güzel dökülmüş… İçinde seni sen yapan biri var: Ruhun. Yaradan’dan sana en güzel emanet. Onunla sen insanlığın bozulmamış modelini hep üzerinde taşırsın. Onunla özgürlüğün tadını bilir; bilinmeyenin, gizemin kapılarını açarsın. Onunla yücelere kanatlanır; gökte yıldızların, yerde vahaların fatihi olursun. İçindeki o biriyle asaletin, yiğitliğin, boyun eğmemenin dansını edersin. 

Belki de dans gizli duyguların, şevkin, feryadın, aşkın planlanmadan dile gelişi. Onun için Her halin dansı birbirine benzemez. Şevkin dansı başkadır. Özgürlüğün, hasretin dansı daha başkadır. Sevdanın her varlıktaki dansı birbirinden farklıdır. Ruhların uyumu, ilişkilerin dansıdır. Hikmetli sözler, düşüncelerin dansıdır. Ağlamak, hüzne sarılmış derinliklerin dansıdır. O zaman “Exupéry’nin kaleminden dökülenler yazarlığının dansıdır” diyebilir miyiz?

Bu arada dansçı yüzünü ellerinin arasına aldığından içimi acıttı. Ve ben onda bir maske gördüm. Çünkü yerleşiklerin gösterişlerinde yalancı endişeler taşıyan yüzler vardır ama bunlar boş kutu kapaklarıdır. Çünkü hiçbir şey almamışsan sende hiçbir şey yoktur. Ama ben bu kadını mirasa sahip biri olarak tanıyordum. Onun içinde cellada direnen, hiç boyun eğmeyen biri vardı, çünkü değirmen taşının ağırlığı sırrın yağını süzemez.
….
Çünkü sadece ezginin y
a da şiirin veya duanın güzelleştirdiği ve içini inşa etmiş olan insan insandır. Senin üstünde sadece onun bakışı açık seçiktir, çünkü içi dolu bir insandır. Ve eğer yüzünün kalıbını alırsan, bu bir insanın imparatorluğunun sert bir maskı olur. Ve sen ona yönetildiğini ve düşmana karşı dans edeceğini biliyorsun.  

Çünkü yerleşik olan birinin kesinlikle dansı yoktur. Ama toprağın verimsiz olduğu, pulluğun taşlara takıldığı yerde, çok kurak geçen yaz mevsiminin bütün hasadı kuruttuğu, insanın barbarlara direndiği, barbarın zayıfı ezdiği yerde her adımın anlamlı olması dolayısıyla dans doğar. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.206-207

Ateş ne kadar harlı ve üfleyen nefes ne kadar kuvvetliyse alevler o kadar etrafa yayılır. Onun için kalplerinde büyük sevdalar yakanların, ruhlarında büyük gayeler taşıyanların ateşi hiç sönmüyor. Bu hep böyle olmuş ve hep böyle de gidecek. Çünkü bu tip adamlar hiçbir menfaat düşünmeden, riyaya girmeden sadece içlerindeki yaradılışın saf sesini duyurmaya çalışıyorlar. İnsan olana yaraşan, insanlığa yarayacak bir davayı sahiplenmek değil midir? İşte o zaman niyet samimi, dava hayırsa Yaradan yolu açıyor. Gönülleri ısıtıyor ve yapılan işler kabul görüyor. İnsanlık tarihi; edebiyatta, bilimde, siyasette; her dalda hep bu hakikatin örnekleriyle dolu. Exupéry de bu örneklerden biri. 

Ve ben insanda öncelikle ateşe dayanan şeyi yüceltirim. Kıvır kıvır insancıllık, kibir sarhoşu ve bizzat kendin kibir olarak, kendini büyük bir aşkla içinde biri varmış gibi düşünüyorsun. Şu resmi görevli kibriyle bana itici geldiğinden ve öte yandan bana karşı komplo çevirdiğinden tehditlere kesinlikle direnemedi, komplocuları bana sattı. Korkudan ter dökerek komplolarını, inançlarını, aşklarını itiraf etti, içindeki her şeyi döktü; çünkü o sahte siperleri arkasında hiçbir şeyi gizlemeyenlerden biri. Dolayısıyla suç ortaklarının yüzlerine tüküren ve davasından dönene sordum:

Seni kim yarattı? Bu göbek ve arkaya attığın baş ve dudaklardaki bu çok gösterişli kıvrım nereden geliyor? İçinde korunacak bir şey olmayan bu kale ne işe yarıyor? İnsan içinde kendinden daha büyük bir şey taşıyandır. Ve senin gevşek bedenin, titreyen dişlerin, göbeğin… Sen işe yaraması gereken ve inandığını iddia ettiğin şeyleri bana satarak esas onları kurtarmak istiyorsun! Sen tulumdan başka bir şey değilsin, basmakalıp laflar rüzgarıyla dolu bir tulum.
….
Ama tehdit ettiğim kadın önümde hafifçe eğildi:

‘Üzgünüm Senyör…’ dedi.
….
Gizli bir mesaj taşıdığı ve bu yüzden ölüm tehlikesi içinde olduğu için ciddi bir görünümü vardı. Ve işte benim gözümde bir elmas kutusu oluyordu. 

‘Eylemlerinle ölümü hak ediyorsun.’

Ah! Senyör… Bu hiç kuşkusuz doğru olacak…

Ve anladım… İnsanları tanıdığımdan söyleyemediği bir düşüncenin özünü anladım:

Öldüğüm için değil belki; ama benden çok bende olanın kurtulması için doğru…

Ve sordum ona:

‘O zaman sende olan şey körpe bedeninden ve ışık saçan gözlerinden daha mı önemli?  Kendinde olan bir şeyi koruduğunu sanıyorsun; ama sen öldüğünde sende hiçbir şey kalmayacak…

Bana cevap vermek için gerekli kelimeleri bulamayınca yüzü karıştı.
….
Argümanla
rdan güç alan birini küçümserim; çünkü sözcüklerin sana bir şeyleri açıklaması gerekir, seni bir yere götürmesi gerekmez. Hiçbir şey içermeden gösterirler. Ama bu ruh kesinlikle boş sözlerin sürgüsünü açtığı ruhlardan değildi:

Konuşamayacağım Senyör; ama eğiliyorum…

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.204-205

İç âlemimiz muamma. Derinlere inerken uğradığımız birbirinden gizemli duraklarımız var. Her birinde ayrı hale bürünüyoruz. Kâinatta ne kadar değişik resim varsa, içimizde de o resmi görebilecek bir dürbün, anlamlandıracak bir latife verilmiş bize. Merak, araştırma, hayret, tefekkür, şevk, aşk bu yerlerin kapısını açıyor. Cüssemizi aşan bizi devleştiren duygular kendimizi bile şaşırtan şeyler. Bu öfke nereden patladı? Neremde taşıyorum bu yanardağı? Bu sonsuzluğa açılan kanatlar benim mi? Nerden akıyor aklıma bu fikirler? dediğimiz nice hallerimiz var. Gerçekten Oscar Wilde’ın dediği gibi kâinatta bilinmez olarak kalacak son sır biziz.

Kale’de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan narin bir kadının cellada boyun eğmeyen onurlu tavrı, yazarın kaleminde hakkettiği övgüyü alıyor. Heybetli, kuvvetli nice erkeğin sergileyemediği bu direnç, bu güç onun yaradılışının sırlarından bir tanesi. Dışarıdan gelen, bizi zorlayan çoğu mesele de iç dünyamızın sırlarını açan birer anahtar gibi. Her taneyi öğüten değirmen taşı, bu narin kadının kişiliğini öğütemiyor. Yazarın üslubunun gücü burada da kendisini gösteriyor:

Onun içinde cellada direnen, hiç boyun eğmeyen biri vardı, çünkü değirmen taşının ağırlığı sırrın yağını süzemez. Değirmen taşı, süzülmeyen sırrın yağı ve insan onuru.

Her tane değirmen taşının altında ezilir; un olur, toz olur, yağ olur. Yani bedeni, kabuğu toz olur; ama özü kaybolmaz. Bunu gibi kendisine yaklaşan ölümün, korkunun ezemediği bu kadının da bedeni değil; ruhudur. Çünkü ruhu ezebilecek hiçbir değirmen taşı yoktur. Ruhu ancak insanın kendisi mahveder. Ruhun Sahibi’nden, ilk yaradılış özünden; fıtratından koptukça ruhu kaosa sokan, sadece insanın kendisidir. Ve içinde ateşin yakılmadığı karanlıklar hep korkutur.

Uzun uzun yüzüne baktım:

Kim yarattı seni? Nereden geliyorsun?’ diye sordum.

Gülümsedi; ama bir şey söylemedi.

‘Dans etmek istiyor musun?’

Ve dans etti.  Dansı şahane oldu ve bu beni şaşırtmazdı zaten; çünkü onun içinde biri vardı.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.206

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply