Çok Aceleleri Var Sanırım; Ne Kadar da Hızlı Gidiyorlar

0

Düşmanı dışarıda aramamız hata; çünkü bizim kendimize yaptığımız fenalığı başkası yapmıyor. Nefsi şımardıkça ruhunun acı çektiğini görememek insanın aymazlığı değil mi? Yapay, suni havada kim soluklanabilmiş şimdiye kadar? Mevsimin yüzü solduğunda renginin tekrar geri geleceğini biliriz. Ama ruhu öldü mü yaşamın, bir daha dallarından çiçek beklemek nafile.

Pilot kendi kışından çocukluğunun baharına geçerken içindeki tohumların çatlayıp uç verdiğine şahit olur. Bu, yepyeni, duru, içten, gerçek bir yaşama yeniden doğmaktır. Maddeci değerlerden, sahteliğin esaretinden kurtulmaktır. İçindeki çocuk bakışı, bu sefer kendisine huzursuz, nereye gittiğini bilmeyen çağın çaresizliğini gösterecek, karşısına çıkan başka bir bilgeden; demiryolu makasçısından hayata dair yeni hikmetler öğrenecektir:

Bölüm 22 

‘Günaydın.’ dedi Küçük Prens.

‘Günaydın.’ dedi demiryolu makasçısı.

‘Burada ne yapıyorsunuz?’ diye sordu Küçük Prens.

‘Binlerce yolcunun gitmek istedikleri yöne gitmelerini sağlıyorum.’ dedi makasçı. ‘Trenlerin kimini sağa, kimini sola gönderiyorum.’

O sırada gök gürlemesini andıran bir sesle geçen ışıklı bir ekspres treni makasçının kulübesini sarstı.

‘Çok aceleleri var sanırım. Ne kadar da hızlı gidiyorlar?’ dedi Küçük Prens. ‘Neyin peşindeler?’

‘Bunu o trenin makinisti bile bilemez.’ dedi makasçı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.93

Derken az önceki trenin gittiği yönden şimşek hızıyla gelen ikinci bir tren büyük bir gürültüyle yanlarından geçip gitti.

‘Bu kadar çabuk mu dönüyorlar?’ diye sordu Küçük Prens.

‘Bunlar aynı yolcular değil.’ dedi makasçı. ‘Yolcular değişti.’

‘Oldukları yerden memnun değiller mi?’

‘İnsanoğlu asla olduğu yerden memnun olmaz.’ dedi makasçı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.93-94

Yine cümleler kısa. Kelimeler sade. Anlatım bir çocuğa masal anlatır gibi basit ve akıcı. Ama yazarı iyi tanıyabilmişsek, vermek istediği değerleri kavrayabilmiş ve ruhuyla empati kurabilmişsek bu anlatımın altında da nice manaların olduğunu bilmemiz gerekiyor.

“Gök gürlemesini andıran…”; “Ne kadar da hızlı…”; “…makasçının kulübesini sarstı.”; “…şimşek hızıyla gelen…”; “Bu kadar çabuk mu dönüyorlar?” Bu sözlerin ağız birliğiyle söylemek istedikleri bir kavram var: Sürat. Yazarın göstermeye çalıştığı duygular: Bir şeyden kaçma paniği ve bir şeyi yakalama telaşı. Peki, bu insanlar neden kaçıyorlar ve neyi yakalama çabasındalar? Bu sürat, zaman kazanma telaşıdır. Ama niçin? Çünkü insan tatminsizdir. Hiçbir şey ona yetmez; zaman da yetmez. Bastırmak istediği duyguları, unutmak istediği korkuları vardır. Bu hızlılık, kendini uyuşturmak gibi bir şey. Ne kadar hızlanırsak o kadar çevreden kopuyoruz.

Zaman kazanma telaşı bizi yönettiğinde ve günlük yaşamımızda neredeyse soluksuz bıraktığında panik yaratan bir düşünceye kapılırız: Bir şeyleri kaçırma korkusu. Huzursuzluk peşimizi bırakmaz. Ümitsizce zamanı yakalamaya çabalarız. Küçük Prens’i çok etkileyen, şimşek hızıyla giden eski trenin uzun zamandan beri başaramadığı budur: Biz bir kıtadan diğerine saatte bin kilometre hızla ulaşırız. 

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.94

Zamandan yana sıkışıklık, modern insanın kendisine kurduğu büyük tuzaklardan birisi. Zaman hastalığı daha derin, varoluşsal hastalığın bir habercisi. Tükenmişliğin son demlerindeki insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da hızlanıyorlar. Hız, modern dünyanın dehşet ve kuraklığına karşı kalkan işlevi görüyor. Hızla birlikte unutmak mümkün oluyor. Hatırlamak istemediğimizi hızlanarak unutuyoruz. Hızla gelen bir esrime halidir söz konusu olan. Peki hız, hayattan mı, yoksa ölümden mi bir kaçış?

Hız bir bakıma insanın kendi ölümünün, ölümlülüğünün farkına varmasını engelliyor. Hızla gelen duygusal uyarı bolluğu, insanın dikkatini çekiyor ve onu kendi kırılganlığını fark etmekten alıkoyuyor.

Kemal Sayar / Yavaşla Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin /
Yavaş Güzeldir / s.37

“Binlerce yolcunun gitmek istedikleri yön”; “Bunlar aynı yolcular değil.”; “Yolcular değişti.” Bu sözlerden anlıyoruz ki sürat, panik, telaş hali bütün insanları sarmış, yani dünyanın ortak bir meselesi. 

“Işıklı bir ekspres treni” bir metafor olabilir. “Trenin ışığı,” vaktin akşam, gece olduğunu ve içinde insanlığı taşıdığına göre yaşamın karamsarlığını mı ifade ediyor? Ve bu yaşamda parlak, geçici, avutan ışıltılı dünyaları.

“Ekspres,” çok hızlı giden ve yalnızca belli başlı yerlerde, büyük duraklarda duran, büyük kentlere uğrayan taşıt. Zaman ve mekân birbirini tamamlayan uzuvlar gibi; aralarında iletişim kurulduğunda ahenk oluşur. Olmadığında ise birbirinden koparak dağılırlar. Zamanın ifratı; hızı, mekânı öldürür. Güzellikler saniyelik film karelerine hapsedilir ve unutulur. Ne yazık ki ruhu aç ve susuz bırakan bu hızlı yaşam, yaradılış hakikatini gittikçe insanlığın idrakinden siliyor ve insan bu psikolojik halin rüzgarıyla türlü gereksinim bahaneleriyle ordan oraya sürükleniyor.

18. bölümde Küçük Prens dünyaya indiğinde çölde rastladığı çiçeğe “İnsanlar nerede?” diye sorduğunda çiçeğin cevabı, “İnsanlar mı? Sanırım onlardan altı ya da yedi tane var. Birkaç yıl önce görmüştüm. Ama nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgâr sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç.” olur. Demek ki insanın olduğu yerden memnun olmaması dünya yaşamında çok sık karşılanır bir durum.

Zaman ve mekân, hızla birlikte farklı algılanıyor, gerçeklik bambaşka bir şekilde tecrübe ediliyordu. Geçtiği yerlerin ses ve kokularını içine çekerek değil, bir pencerenin izin verdiği kadarını çok kısa bir zaman parçasında görerek seyahat ediyordu tren yolcusu.

Zaman akıp gidiyor. Geçen her yıl ömrümüzü nasıl yaşadığımız, onu hangi anlam ile taçlandırdığımız konusunda bizi bir iç sorgulamaya yönlendirmiyor, takvim zamanının hızı, iç zamanımızın ancak yavaşlıkla değer bulacak süreçlerini berhava ediyorsa, durup bir kez daha düşünmemiz gerek. 

Kemal Sayar / Yavaşla Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin /
Uzun Şimdi / s.35

İnsan gündelik hayatta zamanın nasıl akıp gittiğini anlamaz. Geçici bir huzur içinde yaşar gider. Biz ise varacağımız limana indiğimizde tropikal rüzgârların ağırlığını omuzlarımızda hissedince anlardık zamanın geçtiğini. Kulaklarından gecenin karanlığında ilerleyen trenin raylardan çıkardığı gürültü hiç eksik olmayan tren yolcuları gibiydik, pencereden dışarıda saçılmış ışık demetlerine bakan, ama akıp gittiği yolda gözünün önünden geçen kırlardan, oralardaki köylerden, güzel bahçelerden hiçbirini yakalayamayan tren yolcuları gibi.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.83

Zaman ile gerçek arasındaki bağlantı çözülebilir değildir. Kendimizi zamandan soyutlamak için gerçekten kopmamız veya zaman duygusunu yitirmemiz gerekir. Katagorize1 zaman ölçümü, saatlerle ve takvimlerle olur. Var olan zaman ise tecrübe edilmiş, içinde yaşanmış olandır. 

‘Her ‘an’ kırk bin yılın meyvesidir; günlere galip gelen dakikalar ölmek için pencereden evin içine uçan sineklere benzer ve ‘an’lar ise zamanda açılmış birer penceredir.’

Thomas Wolfe

James Mann / Time-limited Psychotherapy 

“An” bir pencere ise, bu pencereden yaşamımıza girenler ruhu dirilten şeyler olmalı. İdrakimize, bakışımıza geçirilen yılların tecrübesinden damıtılmış bir öz gibi damlatılmalı. Kendime şunları sık sık sorabilmeliyim: Penceren ne kadar açık? Açıksa içeri neler giriyor? Savaşın türlü çeşitleri var. Sona erse de ardında bıraktıkları, değişen felsefeler, insan kıyımının başka türlüsü. Hepsinde de canlar değişik yollarla tüketiliyor.

Exupéry, İnsanların Dünyası’nda çağın atmosferinde yoğun hissedilen nefret hissini ve medeniyetlerin birbirlerini yutmaya çalışmalarını eleştirir ve bu ortamda nasıl ezildiklerine şahit olduğu insan yaşamlarını anlatır: 

Toprağa kazma sallayan adam bunda bir anlam bulmak ister. Kölenin salladığı kazma köleyi alçaltır, madencinin salladığı kazma madenciyi yüceltir. Kazma seslerinin çınladığı yer değildir, delice yorulduğu yer değildir. Asıl zindan, kazma seslerinin bize bir anlam ifade etmediği yerdir; o seslerin bizi insanlığın kalanına bağlayamadığı yerdir. İşte o zindandan kaçıp kurtulmak istiyoruz hepimiz. 

Bugün Avrupa’da hayatında bir anlam bulamayan ve kendi benliğini ortaya koymak isteyen iki yüz milyon insan yaşıyor. 

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.188

Az veya çok herkes aynı varlığının farkında olma ihtiyacını duyuyor. Ama çözüm yolları yanıltıyor onları. 

Çok önemsiz bile olsa kendi varlık sebebimizin bilincine vardığımızda mutluluğu bulacağız ancak. Ancak o zaman barış içinde yaşayıp huzur içinde öleceğiz; çünkü hayatımıza anlam veren ölümümüze de bir anlam vermiş olacak o zaman. 

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.192

Sanayi bu insanları kırsal yaşamın dilinden tamamen ayırmış, kara vagonlu katarlarla dolu büyük sanayi bölgesi devasa kenar mahallelere hapsetmiş. Bu mahallelerini diplerine sıkışmış işçiler uyanmak istiyorlar bu uykudan.

Başka insanlar var; bütün mesleklerin birbirini döndürdüğü devasa bir dişli sisteminin içine sıkışmış, öncü olmanın, din adamı veya bilim insanı olmanın hazzını yaşama hakkı ellerinden alınmış. Onları insan yapmak için üstlerini giydirmek, karınlarını doyurmak ve bütün ihtiyaçlarını karşılamak yeterli sanıldı. Onlardan Courtelinli küçük burjuvalar, taşra politikacıları, işine kapanmış teknik insanlar yaratıldı. İyi eğitildiler, ama kültür aşılanmadı. Kültürün2 birtakım formülleri ezbere bilmekten oluştuğunu sanan bayağı bir anlayış gelişti. En kötü yüksek matematik öğrencisi doğa yasaları hakkında Descartes’tan ve Pascal’dan çok daha fazla bilgiye sahiptir. Ama insan ruhunu onlar kadar anlayabilecek durumdalar mı?

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.192

Bir toplumdaki manevî özellik ve niteliklere o topluluğun kültürü denir. Yani o toplumun toprağının, manevî değerlerle işlenmesi hali. Nasıl ekilen tarladan verimli ürün alınıyorsa eğitilen insandan da güzel değerler alınır. Çünkü kültür, toprağın havalanması gibi ruhumuzu nefeslendirir ve besler. Ancak günümüz, ne yazık ki Exupéry’nin söylediği sözü aynen yansıtıyor:

Kültürün birtakım formülleri ezbere bilmekten oluştuğunu sanan bayağı bir anlayış gelişti.

Ve bu anlayış, ruhu tanımaktan, onu ne kadar hırpaladığından bihaber.

Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.

Avrupalı bir grup arkeoloğa rehberlik eden yerlilerin ifade ettikleri bu hakikatten ne kadar uzağız… Bundan dolayı ruhumuz koşturan bedenlerimize eşlik edemiyor. Onun için ne yolun bir anlamı var ne yolcunun tatmin olmuş duyguları. Bozuk para gibi harcadığımız zaman, bizden intikamını çoktan almaya başladı. 

Biz yetişkinler bolca zaman öldürürüz. Filozof makasçı bunu idrak etmiştir. Sadece Almanya’da binlerce planlı meşguliyet biçimiyle hafta sonlarını ve tatillerini geçirmek için yılda yüz elli milyar avroya varan harcama yaparız.

Biz zamanı geçiştiririz. Paradoks şu ki, bu sırada kendimizi daha fazla strese sokarız. ‘Külfetsiz hareketli ve eğlenceli bir yaşam için gerekli olan her şey hazırdır.’ der yazar Saul Bellow. Yine de hepimizin içindeki bir ses durmadan sorar: ‘Şimdi ne olacak? Ya sonra? Şu anda Club Méditerranée’de oturuyorum… Peki sonra?’ Artık hiçbir yerde huzur bulamayız. Çünkü bir ıstırabın bir biçimini yaşıyoruz; ancak eğlence şekline büründüğü için artık yaşadığımız şeyi kesinlikle ıstırap olarak algılamıyoruz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.92

Bizden önceki nesillerin faytonla bir yerleşim merkezinden diğerine ulaşmalarının aşağı yukarı iki haftalarını aldığını farz edelim. Biz bugün aynı mesafeyi arabamızla tek bir gün içinde kat edebiliriz. Ancak bu oldukça etkileyici zaman tasarrufunu gerçekleştirebilmek için öncelikle tarafımızca hazırlanmış, yapay; hatta istismar edilmiş bir dünyaya gereksinimiz vardır. Fosil yakıtlarda cebri işletmeye ihtiyaç duyarız. Havayı kirletiriz. Arabamızın atık gazları ve sanayimizin emisyolarıyla3 ormanları öldürürüz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.94

.Zaman neden bu kadar önemli? İnsanın dünyasındaki yeri ne?

Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur, herkes onu tanır ama pek az kimse buna kafa yorar. Çok kimse onu olduğu gibi benimser ve hiç şaşkınlık göstermez. Bu büyük sır, zamandır.

Onu ölçmek için saatler, takvimler yapılmıştır. Ama bunlar bir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana bir ömür kadar uzun gelir, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Zamanın bu garip kısalığı, uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir.

Michael Ende / Momo / s.53

Yaradan yarattığı insana şekil verdiği, balçığı düzgün kıvama koyup içine ruhundan üflediği zaman, insanın mahiyetine de İlahi isimlerinin manalarını yerleştirmiş. İç dünyanın rengi dış dünyamızı etkiliyor, aydınlığı gözlerde fer, kulakta müzik, dilde şerbet oluyor. İçimizde ne yeşeriyorsa, dünyamızda onun gölgesine sığınıp ürünlerinden yararlanıyoruz. Ancak yaşanılan çağ manevi goncalara benzeyen bu İlahi isimlerin açılmasına izin vermiyor. Onun için de elinden adeta uçan yaşam, insana sırrını açamıyor.

Yüreğe giden yollar tıkandığında yaşam damarları çekilmeye ve kurumaya başlar. Sevgiye, dostluğa, düşünceye, sükunete giden yollar tıkandığında da insanlığın damarları çekilmeye ve ilişkiler iyice daralarak kopmaya başlıyor. Bunun sonucu, sürüleştirilen insanoğlu. İdrakten uzaklaştırılan, tüketim fırtınasına tutularak ordan oraya savrulduğunda elinden zamanın nasıl çalındığının farkına varamayan insan. Oysa doğru yorumlandığında insanı kemale erdiren, onu türlü sıkıntılardan koruyan bir dosttur zaman.

Michael Ende de Momo adlı eserinde insanın bu durumunu açıklıyor. Zaman hırsızlarından kurtulabilenin çaresinin yine bir çocuk masumiyetinde olduğu gerçeğini bir masal diliyle anlatıyor. 

Bu gerçeği kimse duman renkli adamlardan daha iyi bilemezdi. Kimse, bir saatlik, bir dakikalık, hatta bir saniyelik yaşamın değerini onlar kadar iyi ölçemezdi. Onların kendilerine özgü anlayışlarının ve kendilerine göre davranışlarının olduğu apaçıktı.

İnsanların zamanı üzerine planlar kuruyorlardı. İnce hesaplarla hazırlanmış planlar… Yaptıklarından kimsenin haberi olmaması onlar için çok önemliydi. Büyük kente ve halkın arasına göze çarpmadan yerleşmişlerdi. Ve kimse farkına varmadan adım adım ilerliyorlar, insanlara hâkim oluyorlardı.

Michael Ende / Momo / s.53

İnsanın kendini tanımasını, tanıdıkça uyanan idrakiyle yaşam için nice güzelliklere, hayırlara imza atmasını istemeyenler; onu sürü haline getirebilmek, çıkar ve tüketim dünyasının alıcısı yapabilmek için kendini, gerçekleri görmesine ayna olan zamanı elinden almak isterler. 

Demiryolu makasçısı bunu idrak etmiştir: İnsanların yaptıkları, ellerindeki zamanın değerini acımasızca tüketmek. Ve bu hakikati kendine soru soran bir çocukla; Küçük Prens’le paylaşıyor.

 

Üçüncü hızlı bir tren yine ışıklar saçarak ve gümbürdeyerek geçip gitti.

‘Bunlar ilk yolcuları mı takip ediyorlar?’ diye sordu Küçük Prens.

‘Onlar hiçbir şeyi takip etmiyorlar.’ dedi makasçı. ‘Tren içinde ya uyuyorlar ya da esniyorlar.’ 

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.94

İnsan yüzlerce defa trenle bu yoldan geçer. Fakat ne demiryolunu ne de demiryolunu yapan eli düşünür. Yolcular sadece pencereden bakarlar. Düşünmek, hatırlamak için bir çaba harcamazlar. Sanki bu köprü de bu demiryolu da bu güzel ırmak da eskiden beri vardır.

Her şey ‘doğal’ denilen yalana gömülmüştür.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.193

Usul usul akan suyun dibi görünür. Boz bulanık akan deli sular ise sadece baş döndürür. Hızlı yaşayarak zaman kazanacağımızı zannediyoruz. Halbuki o hızlılıkta neleri gözden kaçırdığımızın, hızın gürültüsünden neleri kulak ardı ettiğimizin farkında değiliz. Varlıkta her şey “Beni gör ve çöz!” derken dünyadaki görevimizi unutarak şaşkın duygularımızla yanlarından boşluğa bakar gibi geçiyoruz. 

Modern dünya bizden hızlı davranmamızı istiyor. Zira zihinsel zaman hızlanırken duyguların zamanı kendi yavaş ritmiyle ilerliyor. Zihnin zamanı ile duyguların zamanı arasındaki yarık büyüyor. Görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş, işlenmemiş duygular; bir endişe nöbeti veya iç huzursuzluğu şeklinde bizi yokluyor. Bu endişeden kaçmak için daha hızlanıyor, hızlandıkça insanlığımızın dokusunu oluşturan duygularımızdan daha da uzağa düşüyoruz. Ve sonra ileri yaşlardan geçmişimize baktığımızda kocaman bir boşluk görüyoruz; yapmak uğruna olmayı feda ettiğimiz, sevdiklerimizi yeterince sevmediğimiz, içimizde ifade edilmeyi bekleyen sözcükleri dillendiremediğimiz, sadece bize ait olan hikâyeyi söze dökemediğimiz için varoluşsal bir suçluluk hissine mağlup oluyoruz. 

Kemal Sayar / Yavaş Güzeldir / Uzun Şimdi / s.34-35

Ne kadar anlamsız kalabalıklardaysak ve ne kadar abartılı ve hızlı yaşıyorsak o kadar kendimizden uzaklaşıyoruz. Her varlık kendine ayrılan yörüngesinde ve kendine biçilen kalıbında kendi olur. Varlığını, varoluşunun sebebini, görevini bilir. Onun için ay gökte, yosunlar denizde, karınca toprağın altında memnundur. Yıldızın, varoluşuyla sıkıntısı yoktur. Ne güneşi kıskanır ne ateş böceğini küçük görür. Kendine verilen kalıptan taşmaz, yolundan şaşmaz.

.Onlar memnunsa şuurlu bir varlık olan insanoğlu neden mutluluğu, huzuru yakalayamıyor? 

.Çünkü ay ay olduğunu, yosun yosunluğunu, karınca topraktaki görevini biliyor. Dünya ise insanın kendini tanımasına, insanlığını bilmesine ve gerçek görevinin ne olduğunu bilmesine zaman tanımıyor. Kendi varlığının değerinin tam idrakinde olamayan insan, o zaman kainattaki değerini bilemiyor. Toplumun en geçerli akçesi neyse ona göre kendine değer biçiyor. Tabii maddenin hâkim olduğu yerde para; gösterişin olduğu yerde nam, şöhret; gücün hakimiyetinde de ezen, boyun eğdiren, saldırgan bir beden olarak arz-ı endam ediyor.

Anlam bulmada kısır, hakikati görmede kör ve yaradılışın sesini duymada sağır; varlığın sokaklarında bir varoluşsal boşluk içinde anlamsızlık girdabında yuvarlanıp duruyor.

Yürekten gelen esintiler zamanı ferahlatır. Nefisten gelenler ateş gibi yakar, buz gibi dondurur. Mutlu olmak anlayışımız gittikçe farklılaşıyor. Çünkü zaman artık hep bir şeylere sahip olmak fırsatına dönüşmeye başladı. Sahip olunamadığında ayaklarımıza dikenli tel gibi dolanıyor.

Oysa insanı var eden, özgür ve özgün kimliğidir. Hayatının anlamını bir bulabilse, ruhunun yıldızlı gecelerinden kim bilir kaç seher uyanacak. Bir dayayabilse varlığa can kulağını, kim bilir neler duyacak?

Mor akşamlara bir sevda düşse,
Bir kuğu eğilir;
Dinler
Ne dediğini suların.

Garip gönlüme bir hasret düşse
Bir gonca açılır;
Söyler
Ne bildiğini zamanın.

1. Kategorize (Fransızca: Catégorisé): Sınıflamak, ayıklamak.
2. Kültür (Fransızca: Culture): Toprağı ekip biçme, tarım, terbiye, eğitim.
3. Emisyon (Çevre Açısından): Gaz ya da gaz partikül karışımlarının atmosfere verilmesi, yayılması, kirletilmesi.


‘Küçük Prens ve Demiryolu Makasçısı’ İllüstrasyonu © Ann Baratashvili

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply