Bunları İçine Alacak Kadar Büyük Bir Kalbim Olmayacak mı?

1

Yaradan her tohuma kendine uygun toprak nasip etmiş. Çünkü bitki, kökleri ile ancak o toprağa tutunacak ve can bulacaktır. Toprağın cinsi, sertlik, kireçlilik miktarı, su tutma, nem, kumluluk oranı hep o bitkiye uygun olmalıdır. Çiçek, ağaç ihtiyacı olan toprakta ekili değilse, gelişemiyor. Gelişse bile ondan istenilen verim alınamıyor. Hepsinin vatanı, kendi cinsine uygun olan ortam. Orkide için torf denilen toprak, buğday için kireçli toprak uygun şartları taşıyor. Kumlu toprak fundanın, çamın vatanı; killi kırmız toprak manolyanın, ayçiçeğinin.

Yetişen her bitki, ardında yeşermesi için kendi tohumunu bırakıyor toprağa. Sümbülden sümbül, orkideden orkide filiz sürüyor. Hepsi kendindeki güzellikleri bir varlık bahçesinde yan yana gelerek gösteriyorlar. 

Bizler de aynı bitkiler gibi değil miyiz? Ancak kendi kişiliğimize uygun ortamlarda hayat bulabiliyoruz. Ruhen olgunluğa erebilmek, insan olmanın hakikatine varabilmek için düştüğümüz yol ve yol arkadaşlarımız onun için farklı. Ancak topraktan baş vermek, meyveye durmak için niyetimiz tek olmalı. Doğru istikamette “tek menzil”e adım atmak ve yolun rengi, nakışı bizim yapımıza göre farklı olsa da aynı hayat bahçesinde yan yana gelerek içimizdeki güzellikleri sergilemek.

Usul usul, yavaş yavaş dökülüyor
Ellerimizden.
Fısıltıyla toprağa düşüyor,
Ne varsa filizleniyor
İçimizden.

Kimimiz sümbül gibi…
Menekşe, gelincik belki de orkideyiz.
Ben bir fesleğen olabilirim,
Kimimiz bir demet yasemen.

Kim yollarımıza döşedi ışıkları?
Habersiz binlerce güneş doğuyor
Yüreklerimize.

Neden bunca üşümek gölgelerde?
Farkında mıyız ardımızda
Yeşerenlerden?
            

Toplum da bir bahçe. Kendisini meydana getiren bireylerin uygun ortamda yetişmeleri onu güzelleştirecek. Eğitimin gerçek amacı bu ortamları hazırlamak ve sonunda kendini bilen insanlar yetiştirebilmek. Çünkü kendini bilen, hem kendisine hem başkasına hassasiyetle ve anlayışla yaklaşır. Diğer insanların ihtiyaçlarını daha iyi hissedebilir. Bu bakışla ısınır; gölgelere takılmaz, üşümeyi bilmez. Elinden, dilinden, emeğinden dökülenler yürüdüğü yerleri yeşertir.

Exupéry de gölgelerde takılmak yerine yürüdüğü yerleri yeşertenlerden. Aklındaki düşünceyi, yüreğindeki sevgiyi, ruhundaki ideali hep serpmiş gezdiği yerlere. O ve onun gibiler artlarından gelenler okusunlar diye insanlığın şiirini yazmışlar. Yürekler toplasın diye yol kenarlarına gül fidanları dikmişler. Hazırladıkları bahçede her türlü tohum ve onu yetiştirecek toprak var. Her varlık, sadece varlık olduğu için saygıya layık onların gözünde.

Exupéry, Küçük Prens’i yazdığı yıl kaleme aldığı Rehine’ye Mektup adlı kitabında “insana saygı” hakkındaki düşüncelerini ve olması gerekenleri şöyle dile getiriyor:

Bizler birbirimiz için farklı farklı yollardan geçerek aynı buluşma yerine ulaşmak için didinen hacılarız. Fakat işte bugün, bizim yükselişimizin temel şartı olan insana saygı tehlike altında. Modern dünyanın çatırtıları bizi karanlıklara itti. Sorunlar tutarsız, çözümler çelişkili, dünün gerçeği ölmüş, yarınkinin hâlâ inşa edilmesi gerek. 

Ufukta hiçbir geçerli sentez görünmüyor ve her birimiz gerçeğin sadece bir parçasını elimizde tutuyoruz. Bunları dayatacak apaçıklık olmadığında siyasî dinler şiddete başvuruyor. Ve işte yöntem konusunda bölünmekten, aynı amaca ulaşmak için can attığımızı gözden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Bir yıldıza giden yolda dağı aşan gezgin, eğer kendini tırmanışla ilgili sorunlara fazla kaptırırsa, kendisine hangi yıldızın yol gösterdiğini unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Sırf hareket olsun diye harekete geçtiyse hiçbir yere ulaşamayacaktır. Katedraldeki sandalye görevlisi kadın, sandalyelerinin kirasıyla aşırı açgözlülükle meşgul olduğu takdirde, kendisinin de bir tanrıya hizmet ettiğini unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Tuttuğum yol namına, bir başkasının seçmiş olduğu yolla mücadele edebilirim. Onun akıl yürütmelerini eleştirebilirim. Aklın izlediği yollar belirsizdir. Fakat şayet o insan aynı yıldıza ulaşmak için didiniyorsa, Ruh açısından ona saygı duymak zorundayım.

Antoine de Saint-Exupéry / Bir Rehine’ye Mektup / s.44-45-46

Kavram karmaşası yaşadığımız kesin. Ama en büyük karmaşayı herhalde “insan” kavramında yaşıyoruz. Her düşünür kendi iç dünyasıyla bakarak insanı yorumlamış. Kimi “İnsan, insanın celladıdır.” demiş.  Kimi “İnsan, insanın kurdudur.” sözüyle çevresini tüketen bir tip çıkarmış bu kavramdan. Kimi “İnsan, insanın Tanrı’sıdır.” yaklaşımıyla onun doymak bilmeyen ilerleme gücünü dile getirirken, kimi üstün insanı oluşturma yolunda onu yüceltmeye çalışmış. Ya olumsuzluk, eksiklik…  ya da olumlu yön, yücelik… Bu sebeple “insanlık” kendi kavramını, hakikatin ışığında yaradılış ilmiyle bir bütün olarak değerlendirmede hep bocalamış ve bocalıyor. 

Halka göstermek için Hintlilerin bir fili getirip karanlık bir ahıra kapatmaları ve onu karanlıkta sergiye açmaları1 gibi insan da kendi varlığını hakikat ışığından uzakta değerlendirerek aynı yanlış ve komik tutumu sergiliyor. Gerçek fili görmeden el yordamıyla ayağından dolayı onu direğe, hortumundan dolayı oluğa, kulağından dolayı yelpazeye benzetmek ne kadar doğruysa; insanı da nefsine, kalbine, bedenine, ruhuna, güzelliklerine, zaaflarına göre parça parça değerlendirmek o kadar doğru… 

İnsanı her şeyiyle, bir bütün olarak görmek ve onu olduğu gibi kabul etmek. Varlığındaki İlahî sanatın farkına vararak bu sanata saygı duyabilmek. Onu anlamayı denemek ve onun için bir şeyler yapmaya hazır olmak. İşte o zaman Exupéry’nin cümlelerindeki inceliği kavrayabileceğiz:

İnsan saygı! İnsana saygı!… Şayet insana saygı insanların kalbinde yer ederse, insanlar karşılık olarak bu saygıyı takdis edecek sosyal, siyasî veya ekonomik sistemi de kurmayı başaracaklardır. Bir medeniyet her şeyden önce özünde kurulur. Medeniyet insan için her şeyden önce belli bir sıcaklığa duyulan kör bir arzudur. İnsan daha sonra, hata yapa yapa ateşe giden yolu bulacaktır.

Antoine de Saint-Exupéry / Bir Rehine’ye Mektup / s.46

İyilik, güzellik adına düştüğümüz yolda belki güneşi başta görmeyebiliriz. Ama yine de gözleri olmayan tırtıllar gibi ışığa doğru giderek, onun sıcaklığını hissedebiliriz. Yolda hata da işleyebiliriz.  Ancak kalbimizin hedefi aydınlığı bulmaksa, hata izlerinin bir rahmet rüzgarıyla silinip gideceğine de inanmalıyız. 

Bir Toplum’un temeli İnsan’sa, insan, İnsan için ölür. Yani insan, kendisine can veren şey için ölür.

Sözlüğümüz yerli yerindeydi gerçi, ama kullandığımız içi boş sözcükler, derdimizi anlatmaya kalktığımız an, korkunç çelişmelere düşürüyordu bizi. 

Sonunda bu çelişmeleri görmezlikten gelmeye başladık. Onlarla bir yapı kuramadığımız için, taşları arsada bırakıyor, neden söz ettiğimizi kesin olarak saptamaya cesaret edemeden, çekine çekine Ortalık’tan söz açıyorduk, ama aslında hiçbir şey söylemiyorduk. Ortalık herhangi bir şey çevresinde düğümlenmedikçe boş bir laftır. Taş yığını bir Varlık değildir:

İçinde yaşadığımız Toplum hâlâ arzulanabilir bir örnek idiyse, İnsan’ın bu toplumda hâlâ belli bir etkisi var idiyse, bu bilgisizliğimiz yüzünden sırt çevirdiğimiz uygarlığın solgun ışığıyla bizleri aydınlatmaya devam etmesinden, bize rağmen bizi kurtarmasındandı.

Bizim bile anlayamadığımız şeyi düşmanlarımız nasıl anlayabilirdi? Onlar geldikleri zaman darmadağınık taşlar buldular karşılarında, İnsan’ı unuttuğumuz için nasıl tanımlayacağımı bilemediğimiz Ortalık’a bir anlam vermeye çalıştılar. 

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.167- 168

Hakikat yolcuları sessizce; ama sağlam adımlarla yol alırlar. Onların ruhlarındaki gücü dağlar tanır. Sonsuzluğa tutkularını ufuklar sezer. Susuzlukları, hasretleri kadardır. Hasretlerine yitik cennetten uzanan bardaklar, ab-ı hayat sunarlar. Yürüdükçe solukları Hızır gibi ümitsizlik toprağını yeşertir, ölgün dalları diriltir.İnsanlık

Hangi adla bir araya toplayacaktım onları?

Ve orada burada bunların bazılarını bir araya getiren sahte peygamberler ortaya çıkıyordu. Sayıları az da olsa dindarlar inançları için heyecan duyuyorlardı ve ölmeye hazırdılar. Ama inançlarının başkaları için hiçbir değeri yoktu. Ve bütün inançlar birbirlerine karşıydı. Ve birbirlerinden nefret eden küçük kiliseler inşa ediliyordu. Bu kiliselerin her şeyi yanlış ve doğru diye ayırmak gibi bir alışkanlıkları vardı. Ve elbette doğru olmayan yanlıştır ve elbette yanlış olmayan doğrudur. Ama ben, yanlışın katiyen doğrunun zıddı olmadığını ve başka bir kurgulama, aynı taşlardan inşa edilmiş başka bir tapınak olduğunu, ne daha doğru ne de daha yanlış bir şey, başka bir şey olduğunu bilen ve onların hayalî gerçekler uğruna ölmeye hazır olduklarını anlayan ben, kalbi kanayan biriydim. Tanrı’ya sesleniyordum:

Onların özel gerçeklerine egemen olan ve hepsini kendinde birleştiren bir gerçeği öğretemez misin bana? Çünkü birbirlerini yok eden bu otlardan tek bir ruhu olan bir ağaç oluşturursam, o zaman bir dal öbür dalın zenginliğiyle büyüyecek ve ağaç artık güneşte şahane bir iş birliği ve gelişmeden başka bir şey olmayacaktır. Bunları içine alacak kadar büyük bir kalbim olmayacak mı?

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.69

Çağımızdaki birçok olumsuzluklara rağmen kendilerini gerçekleştirmiş erler, örnek alabileceğimiz rol modeller var. Güzel manzaralar, derin saatler ve sessiz manevî köşeler… ve çeşitli maddî imkanlar… Ama yine de bunalım içindeyiz. Bunalım, insanın yaşam oksijenini tüketmesi gibi bir durum. Her şey boğazın son düğümünde; nefes alamazsın. Kimsin? Neden böyle yaşıyorsun? Amacın ne? Bilemeden yaşamak. Korkunç… 

Büyük bir yorgunluk çöktü üstüme. Tanrı’nın beni terk etmiş olduğunu düşünmem daha kolay geldi. Çünkü kendimi temelden yoksun hissediyordum ve içimde hiçbir şey titremiyordu. Sessizlik içinde konuşan ses susmuştu. Ve en yüksek kaleye tırmanan biri olarak düşünüyordu: Bu yıldızlar niçin var?’ Ve mülklerime bakarken içimden şöyle diyordum: ‘Bu mülkler niçin var?’ Ve uyuyan bir kentten yükselen bir yakınma gibi soruyordum kendime: Niçin bu yakınma? Kesinlikle kendi dilini konuşan bir kalabalık içinde bir yabancı gibi kaybolmuştum. 

Birinin çıkardığı bir elbise gibiydim. Çökmüş ve yalnız. İçinde kimsenin oturmadığı bir ev gibiydim. Ve bir temelimin olmadığı çok açıktı; çünkü hiçbir şeye, hiç kimseye yararım dokunamazdı. Ama gene aynıyım, diye düşünüyordum, aynı şeyleri biliyorum, aynı anılar aklımda, aynı gösterinin seyircisiyim; ama artık yararsız bir karışıklık içinde boğuluyorum. İnşa edilen en güzel bazilika2 gibi… Onu bütünlüğü içinde görecek biri yoksa, sessizliğinin tadını çıkaracak biri yoksa, yüreğiyle ona anlam katacak biri yoksa taş yığınından başka bir şey değildir. Benim gibi ve bilgeliğim gibi, duyularımın ve anılarımın algılamaları gibi. Başaklar gibiydim ve artık tohum değildim. Ve her şeyden önce Tanrı’dan yoksun olma anlamına gelen sıkıntıyı tanıdım.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.232-233

Her varlık kendi anlamını arıyor bu âlemde. Yoksa bitkin düşerdi dağlar, yol alamazdı karınca toprak dehlizlerinde. İnsan da arıyor. İçindeki boşluğu doldurana kadar da aramaya devam edecek. Ne zaman mı bitecek bu? Anlamını bulunca. Çünkü anlamını bulan kendisini yazanı da bulacak ve O’na yaklaştıkça ne nefsin tutkuları ne de şeytanın vehimleri zarar verebilecek iç dünyasına.

Neden mi? Çünkü biliyorum. Gerçek Elif’i bulana kadar yaşadım. Maddî yaşamın onca verdiklerine rağmen yaşadım. Onun için pilotun çölde hissettikleri, bir eserin konusu olmasının ötesinde etkiliyor beni. Exupéry’nin çizdiği karakterlerde dillendirdikleri, etkiliyor beni. 

Birini bekleyen biri gibi boş ve amaçsız adımlarla dolaştığım bahçemin verdiği sıkıntı içinde kolayca vahşi biri olmuş olabilirdim. Geçici bir dünyada kalıcı olan. Tanrı’ya çok dua ediyordum, ama kesinlikle dua değildi; çünkü bunlar bir insandan değil bir insan görüntüsünden çıkıyordu. Hazırlanmış, ama alevi olmayan bir mum…  “Ah! Coşkum bana geri dönsün!” diyordum. 

Coşkunun bizi şeylere bağlayan tanrısal düğümün bir sonucundan başka bir şey olmadığını biliyordum. Yönetilen bir gemidir o zaman. Görülen bir bazilikadır. Ama bunlar aracılığıyla mimarı da heykeltıraşı da okuyamıyorsan bunlar birtakım dağınık araç gereçten başka nedir?

O zaman şunu anladım: Heykelin gülümsemesini ya da manzaranın güzelliğini veya tapınağın sessizliğini anlayan Tanrı’yı bulmuştur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.233

Gülümseme heykelin anlamı; güzellik manzaranın, sessizlik tapınağın, çölde bulunan su ise kuyunun anlamı. Onca didinmeden sonra o kovadan içmek yok mu? Hepsinin mayasında varılan bir zaferin tadı var. Anlayışın, emeğe karılmış şevkin lezzeti var. 

Kâinatın Sahibi sonsuz isimleriyle varlığa rahmet elini uzamış. Mülevvin ismiyle renklendirmiş, Kerîm ismiyle çalışmanın, emeğin içine lezzet ve zevk katmış. Kainattaki bu muhteşem sihirli değnek; böceğe, yıldızlara, rüzgâra; zerreden gezegenlere zamanında öyle dokunuyor ki her şey şevkle görevini yerine getiriyor, her faaliyetinde zevk duyuyor. Yaradılıştaki bu kanuna göre faaliyet engellendiğinde varlık acı duyacaktır. Tembel, sorumsuz insandaki ıstırabın sebebi de bu. 

Üzerine oturduğu sandığın içindeki hazinenin farkında olmayan yoksul gibiyiz. Hepimiz çalışabilecek bir donanımla dünyaya geliyoruz. Verilen istidatların gelişmesi için zamanın bize yol olması gerekiyor. Bu yol tıkandığında insanın ruh dünyasında birtakım sıkıntılar başlıyor. Bunalımın kökeninde insanın önce kendini tanımaması, kendindeki potansiyelin farkında olmaması var. Kendini bilmeyen, varlık nedenini de bilmiyor. Bunun sonucunda hem kendine hem varlığa olan sorumluluğunu da yerine getiremiyor. Ve fedakârlık denen güneş ruhumuzda batmaya başlıyor ve her yer karanlık ve soğuk…

Exupéry’nin üzerinde en çok durduğu bir konudur fedakârlık. Ona göre bu kavram yaşamanın anlamı. Ve bedelini yaşamdan şenlik, gönüldeki coşku olarak en anlamlı bir biçimde alıyor.

Yaşamak uğruna fedakârlığa katlanmak gerekir ki, fedakârlık bir şeyler kaybetmek değil, aksine ‘manen zenginleşmek anlamını taşır. 

Şenlik, şenlik hazırlıklarının tamamlanmasıdır. Şenlik, çıkıştan sonraki dağ tepesidir. Şenlik, topraktan çıkarma müsaadesi verildiği zaman elması ele geçirmektir. Şenlik, savaşı süsleyen zafer, hastanın iyileştiği ilk gündeki yemeğidir. Şenlik, sen onunla konuşurken gözlerini önüne eğdiği zamanki aşk vaadidir.

Şenlik, yaşamın gayesidir. Her olumlu iş ne kadar güç ne kadar yorucu olursa olsun şenlikte sona erer:

Gayret ede ede varmak şartıyla şiir başlı başına bir şenliktir. Mabet seni olur olmaz endişelerden kurtaracak bir şenliktir. Nakliyatıyla her gün seni perişan eden şehirden çok çekmişsindir. Her gün acelenin, ekmek kazanmanın, tedavi edilecek hastalıkların, çözüm yolu bekleyen problemlerin sebep olduğu hırs nöbetine tutulmuşsundur. Koş öteye, koş beriye, burada gül, ötede ağla. Derken sessizlik, mutluluk saati gelir, çatar. Basamakları çıkar, kapıyı itersin. Senin için artık sadece açık deniz, saman yolunu seyretmek, sessizlik ve alışılmışa karşı zafer mevcuttur. Senin bir besin gibi buna ihtiyacın vardı. Çünkü senin için olmayan şeylere tahammül etmiştin. Senin için objelere anlam verecek olan bir strüktürün yer etmesi için, senin orada yenilenmen gerekiyordu. Şehirde yaşayıp mücadele etmedikten, çaba sarf etmedikten, acı çekmedikten sonra, sende yapılması bahis konusu alan yapı için taşı malzeme olarak getirmedikten sonra benim mabedime gelip ne yapacaksın? Sana savaşçılarım ve aşk hakkında konuştum. Bir şeye sadece aşıksan, seven kimse yok demektir. Senin yanında kadın da esner. Aşktan sadece savaşçı anlar.’*

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.70
(*) Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.754-756

Yaşamak, insanın kendisini aşan gayeler uğruna devamlı olarak yeni şekil almasından ibarettir.

Çünkü dini vasıtasıyla hürriyete kavuşmuş olan, kendisinden daha geniş olan şey karşısında daima yeni şekiller alabilmesi için, içinde yer ettiğim ev, mülk, imparatorluk, Allah’ın krallığı gibi mabutların canlılık verdiği insanı seviyorum.’*

Aynı kural sadece insanlar için değil, varlığını devam ettirmek isteyen her şey için geçerlidir:

Her şey, gemi omurgasının şekli bile gelişmek, yaşamak ve yeni şekil almak zorundadır. Aksi halde, ölüden, müze eşyasından ya da hep aynı şeyin tekrarından başka bir şey değildir. Ben önce devamlılığı itiyattan ayırıyorum. Bir şeyin devamlı oluşunu ölümden ayırıyorum. Ne sedrenin (servi) devamlılığı ne imparatorluğun devamlılığı kendilerinin eskiliğine, ihtiyarlığına dayanmamaktadır. Kumandanlarım: Şu iyi diyorlar, öyle ise artık değişmeyecektir.Halbuki ben, hep olduğu yerde sayanlardan nefret ediyor, bitmiş olan şehirler için, ölmüş diyorum.’*

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.69-70
(*) Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.586

Tepelere tırmandıktan sonra dorukları solumak, topraktan elması ele geçirmek, savaşı zaferle taçlandırmak… Önce bunları gerçekleştirecek “insan”ın yetişmesi, sonra da yüreğinde onu doğru hedefe götürecek duyguların, gayelerin ateşlenmesi gerekmiyor mu?

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak…

Necip Fazıl / Çile

Dünyanın gerçek yüzünü görenler ilk önce ondan kaçıyorlar ve sonra sığındıkları yerde bir gurbeti yaşadıklarını anlıyorlar. Bilmedikleri ötelerin hasreti yavaş yavaş sardıkça içlerini, dünyanın sınırları dar ve suları sığ gelmeye başlıyor. Artık gözler hep göklerde, kulaklar hep ötelerde çağlayan suların sesinde; varmak istedikleri sonsuzluğa doğru yol alıyorlar. 


1. Mesnevi’den bir hikâye.
2. Bazilika: Krallara özgü, mimarlıkta bir yapı tipine verilen ad. Yunanca basiliki.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Ama ben, yanlışın katiyen doğrunun zıddı olmadığını ve başka bir kurgulama, aynı taşlardan inşa edilmiş başka bir tapınak olduğunu, ne daha doğru ne de daha yanlış bir şey, başka bir şey olduğunu bilen ve onların hayalî gerçekler uğruna ölmeye hazır olduklarını anlayan ben, kalbi kanayan biriydim.
    Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.69

    Bu uzun cümle her şeyin özüdür. Öze inmek, yanlış denilen şeyi hazmetmekten kolaydır.
    Emeğinize yüreğinize sağlık.

Reply To alaca Cancel Reply