Bir Kıyıya Varma Amacı Olmaksızın Yüzmek 

0

.Bizler biriyle tanıştığımızda neden adı, sanı ve nereli olduğundan sonra onun hangi işi yaptığını sorarız?

.Çünkü insanın işi, onun toplum içindeki kimliğidir. Yaptığımız iş ruhumuzu öyle etkiler ki; işten heyecan, şevk duyuyorsak yüzümüze huzurun rengi yayılır. Zoraki yapıyorsak mutsuz ve yorgun çizgiler çizilir. Hayattan aldığımız lezzet işimizle de ilgilidir. Bu nedenle iş planlarken sadece para kazanmayı düşünmek, çok büyük hatamız olur.

.O zaman gençleri popüler olan ve çok para kazandıran bir meslek edinmeleri için neden zorluyoruz?

.Yapamadıklarımızdan nedamet, ulaşamadıklarımıza hasret, edinemediklerimize hırs besliyor; imrendiğimiz birileri gibi olma düşüncesiyle kendimizi, çocuğumuzun hayatından yeni bir başlangıca götürüyoruz. Yetiştirdiğimiz evladımız değil, aslında kendi nefsimizin dirilişidir. Dünyaya getirsen de aslında onun ayrı fıtratta olduğunu, Yaradan’ın ona farklı istidatlar verdiğini unutuyoruz. Bu yepyeni bahçenin toprağının hangi çiçeklere, meyvelere uygun olacağını göz ardı ediyoruz. Kısacası iyi bahçıvan değiliz.

Sokağa çık ve önüne çıkan gençlerle konuş ve sor onlara: Okudukları okuldan, seçtikleri branştan memnunlar mı? Yaptıkları iş onları ne kadar tatmin ediyor?

Bir işin hakikati, yararlı olması ve insandaki yetenekleri geliştirmesidir. Onun için işe yaradığımızı hissettiğimizde ve iç âlemimizde güzelliğe, iyiliğe adım attığımızda tatmin olma ve mutluluk da kendiliğinden geliyor. Ayrıca yararlı iş yapanlar her zaman takdir ediliyor, selamlanıyor. Küçük Prens’in beşinci gezegene adım attığında ilk şahit olduğumuz da onun ilk defa birini selamlaması:

Küçük Prens uzayın bir köşesinde, üzerinde hiçbir insanın ve evin bulunmadığı bir gezegende fener ve fenercinin ne işe yarayabileceğini kestiremedi. Ama yine de kendi kendine, ‘Belki de kaçığın biridir,’ diye düşündü.

Ama o kral kadar, kendini beğenmiş adam kadar, ayyaş adamla iş adamı kadar kaçık değil. Feneri yaktığı zaman bir yıldız ya da bir çiçek daha kazandırmış oluyor bize. Fenerini söndürdüğü zaman da çiçeği ya da yıldızı uykuya göndermiş oluyor.

Bu çok güzel bir uğraş. Ve güzel olduğu için de yararlı. Gezegene vardığında fenerciyi selamladı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.62

Antoine de Saint-Exupéry'nin kaleminden 'Fenerci'

Antoine de Saint-Exupéry’nin kaleminden ‘Fenerci’

Ziyaret ettiklerinin en küçüğü olan beşinci gezegen, oldukça gariptir. Küçük Prens, gökyüzünde bir yerde, evsiz, halksız bir gezegende bir fenerle fenercinin ne işe yaradığını bir türlü anlayamaz. Yine de fenerci, diğer dört gezegendekilere göre daha az saçmadır; çünkü anlamlı bir iş yapmaktadır: Feneri yaktığında sanki bir yıldız ya da bir çiçek daha yaratmaktadır. Bu, yarattığı güzellikte anlam bulan bir iştir. Güzel olduğu için yararlıdır ve bu da diğer gezegenlerdekilerin hayalciliğini daha da belirgin yapmaktadır.

Küçük Prens gezegene çıkar çıkmaz fenerciyi selamlar, çünkü fenerci bu işi karşılık beklemeden yapmaktadır. Çünkü sadece bir anlamı olduğu için ve karşılıksız sadakatle yapılan işlere saygı duyulur.

Fenerci Küçük Prens’te arkadaşlık duygusu ve kendi gezegenine özlem uyandıran tek kişidir. Bu karşılaşma, kendine saygı ile anlamsız bir varoluş arasındaki ikilemi yaratır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.70-71

Hayatın kendisi hakikattir. Yaradılış hakikattir ve zaman hakikattir. Hayal güzeldir; ama hakikatleri değerlendirme konusunda içi boş olan hayal, güzel sayılmaz. Hakikat hakikatle, hayırla, gerçek güzelliklerle beslenir. Yaradan kâinatta hiçbir şeyi boş ve anlamsız yaratmamış. Her varlığın fıtratı ve fiilleri bu gerçek üzerine kurulu. Onun için boş, anlamsız, yararsız ne varsa vücuttaki ur gibi bize rahatsızlık veriyor ve ruhumuzu acıtıyor. Ve bu konuda bizi ayartan da nefsimiz.

Saint-Exupéry, bu nefsi tanımak için Küçük Prens’le çıktığı yolculukta kendinde hiç bilmediği boşluklarla karşılaşır. Her boşlukta kötü tohumların iç dünyasını sardığını ve her yerin kural tanımayan nefsinin at koşturduğu bir alan haline geldiğini, hayalciliğin ayyuka çıktığını görür. Kalbin etrafı sarılmış, iradenin ise eli-kolu bağlanmıştır.

Bundan önceki gezegenlerdekiler; kral, kendini beğenmiş, ayyaş, iş adamı, Küçük Prens’in kafasını karıştıran, biran evvel yanlarından uzaklaşmak istediği tiplerdi. Onların zaaflarına, garip tavırlarına bir türlü anlam verememiş ve küçümsemişti. Oysa fenerciye yaklaşımı farklı oluyor; çünkü diğerlerinden daha az zarar görmüş, daha az gariptir. Fakat ne yazık ki bu tipleme de varlık gayesini unutan bir aymazlık içinde.

Küçük Prens’in kralla karşılaştığında ilk tepkisi esnemek. Kendini beğenmişe ve iş adamına “Günaydın,” diyor ve ayyaşa da “Ne yapıyorsunuz burada?” diye soruyor. Bu gezegendeki tutumu diğerlerinden çok farklı. Hiçbir şey söylemeden karşısındaki fenerciyi selamlıyor. Çünkü kendisinden başkası için gayret gösteren bu adama hissettiği sıcacık bir duygudur.  Çünkü başkasını düşünen, sorumluluk sahibi kişilere insanlar güvenir, onlarla arkadaşlık kurabilir. Fakat fenercide de bir tuhaflık var: Başından aşkın işi adeta ona nefes aldırmıyor. Bu durum ondaki farkında olabilme yeteneğini kör etmiş. Sadece verilen talimatları hiç durmadan yerine getiriyor.

Kitabın pek çok alt karakteri Saint-Exupéry’nin hayat serüveni içinden damıttığı tiplemelerdir.

…sokak lambalarını yakan ise çocukluğunda yaşadığı köyün aydınlatma görevlisidir.

Garde Champêtre, karanlık basıp da kurbağalar vraklamaya başlayınca elinde uzun bir çubukla Saint-Maurice sokaklarını dolaşır, birer birer yağ lambalarını yakardı. Yaklaşık kırk yıl önce küçük Antoine’ın belleğine kazınmış olan bu nahif figür, Küçük Prens’in beşinci gezegeninde çıkar karşımıza.

Bu işi neden yaptığını sorduğunda fenerci ona, “C’est la consigne,” diye yanıt verir. Aynen büyük teyzesi Kontes de Tricaud’nun çocukken sorduğu bütün sorulara verdiği karşılık gibi: “Kurallar böyle…”

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.241

Fenerci tiplemesi işinde çok titiz ve verilen emri uyguladığındaki tutumu hep aynı. Çünkü verdiği kararlara ve kendine sadık biri. Ancak işindeki bu tutkulu tavrı onu çevresinden koparıyor. Hayatında yaptığı işten başka bir şey yok. Masum da olsa o da bir bağımlı. Tekdüzelik, birbirine benzeyen günler, zamanla içinde gitgide büyüyen anlamsızlık, tatminsizlik gibi duygular oluşturmuş. Fenerci varoluş gayesinden bihaber, varlık sevgisinden, hayatın anlamından çok uzaklara sürüklenmeye başladığının farkında bile değil. Görüntüsüyle dakik, çalışkan; iç dünyasıyla yorgun ve yılgın. Bu çelişki ruhunun direncini, kalbinin hassasiyetini, aklının parlaklığını almış.

Ve Küçük Prens, ondaki tuhaflığın farkına varıp varmaz sormaya başlıyor:

‘Günaydın. Fenerinizi niçin söndürdünüz?’

‘Emir böyle,’ dedi fenerci. ‘Günaydın.’

‘Emir mi? Ne emri?’

‘Fenerimi söndürmem gerektiğini belirten emir. İyi akşamlar.’

Yine feneri yaktı.

‘Ama niye yine yaktınız?’

‘Emir böyle,’ dedi fenerci yine.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.62-63

Fenerci emre tıpkı kürek başında oturduğu yere zincirlenmiş bir kadırga kölesi gibi bağlıdır. İkili bir ilişki için ne yeri ne de zamanı vardır. Bana öyle geliyor ki nevrozlu1 fenerci içimizde zorla gerçekleşeni sembolize eder. Fenerci tadını çıkarmayı bilseydi, kim bilir ne kadar hoş, küçük bir dünyası olurdu. Sadece tek bir gün içinde bin dört yüz kırk gün batımı ve bin dört yüz kırk gündoğumu!

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.75

.Nevrozlu fenercinin sembolize ettiği içimizde zorla gerçekleşen şey nedir?

.Yapılan işe sadakat ve sonucunda sürekli aynı şeyi yapa yapa oluşturduğumuz alışkanlıklarımız. Öyle bir alışkanlık ki insanı kürek başında oturduğu yere zincirlenmiş bir kadırga kölesi durumuna getirebiliyor.

İnsanoğlunun karakter yapısının oluşma yaşı 0-6 arası. Kısacası insan karakterinin ana ipleri bu yaşlarda atılıyor. Halının tezgâha gerilen kısmı, asıl kısmıdır. İlmekler ona atılır, desenler onun üzerine işlenir. Atkı ipini çekiversek, halının zamanla dağıldığına şahit oluruz. İnsan karakteri bu atkı ipi gibi. İleri yaşlardaki öğrenilenler ana yapıda ufak tefek değişikliklere neden olabilir. Ama bunlar önemli bir etki yapmıyor. Ancak riskli olan bir şey var ki o da alışkanlıklarımız.

İnsan, alışkanlıklarının çocuğudur.

İbn-i Haldun

Bu tespite göre insanın varlığı alışkanlıklardan oluşmakta. Ancak bizler alışkanlıklarımız ile dünyaya gelmiyoruz; fakat sürekli yaptığımız tekrarlarla davranışa aynı davranışı ekliyoruz. Ekleye ekleye onu kalın, kopması zor bir halat haline getiriyoruz. Artık nereye gidersek gidelim hep bizimle geliyor. Çünkü her alışkanlık zamanla tutku haline dönüşüyor ve bizler o tutkunun tutsağı oluyoruz.

Alışkanlık ilk başta bir dostun varlığı gibi emniyet veriyor bizlere. Yalnız değilizdir. Evde oturduğumuz hep aynı köşedir. Elimize aldığımız aynı kalem, aynı saatte içtiğimiz kahvedir.

Ancak alıştığımız yerden geçmediğimizde, aynı yerde aynı şeyi görmediğimizde içimizde bir huzursuzluk hissediyorsak o dost nefesi, hükmeden bir kişiliğe dönüşmüş demektir.

O zaman onsuz olamadığımız tutkular perde gibi iniyor gözlerimize. Onlarsız hiçbir şey olamayacağımız nice değerleri, nice nurdan ışıkları görememeye başlıyoruz. Görüşümüz daralıyor, hayaller suyunu çekip düşünceler kısalıyor. Alışkanlığın biteviye tekrarıyla hızla geçen günlerle kendimizden uzaklaşıyoruz. Dostlukla başlayan, ne yazık ki yalnızlığın acımasızlığıyla noktalanıyor.

‘Anlamıyorum,’ dedi Küçük Prens.

Fenerci, ‘Anlayacak bir şey yok,’ dedi. ‘Emir emirdir. Günaydın.’ Ve feneri söndürdü. Sonra da üzerinde kırmızı küçük kareler bulunan bir mendille alnında biriken terleri sildi.

‘Berbat bir meslek bu. Eskiden bir anlamı vardı. Sabahları söndürüp, akşamları yakıyordum. Gündüzün kalan bölümünü dinlenerek, geceyi de uyuyarak geçirebiliyordum.’

‘Herhalde sonradan emir değişti.’

‘Hayır, emir aynı,’ dedi fenerci.

‘Sorun da bu! Yıldan yıla gezegen daha hızlı dönmeye başladı, ama emir değişmedi!’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.64 

Fenerciye kim emir vermiştir? Kim bu emri uzun zaman önce anlamını yitirmiş olduğu halde düzeltememiştir? Fenerci bu soruların cevaplarını artık veremez. Çünkü unutmuştur. Ama yine de hiç düşünmeden bu ezelî emri kelimesi kelimesine yerine getirir. ‘İş iştir,’ diye düşünür hiç şüphesiz; ‘Ben çalışmak için yaşıyorum, vazife vazifedir…’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.75

Yaradan’ın doğuştan verdiği fıtratımızın, huyumuzun yanında ikinci bir huy ediniyoruz. Tabi bu ikincisi, içinde bulunduğumuz toplumun, geleneklerin, ideolojilerin, çevrenin, kültürün etkisiyle oluşuyor ve bizler alışkanlıklardan örülü yeni bir dünyanın kapısından giriyoruz.

Yapılan araştırmalara göre alışkanlık beynimizde 20 günde oluşuyor. 20 gün boyunca aynı şeyi yapanın, aynı davranışı sürekli olarak tekrar edenin bilinçaltı bu yeni hali kabul ediyor ve bizler 21’inci günde alışkanlık kazanıyoruz. Yeni bir eve taşındığımızda önceleri ne nerededir diye arıyorken hep düşünce halindeyizdir; ama belli bir süre sonra beynimiz evin her kısmını otomatiğe bağlıyor ve gözümüz kapalı her şeyi rahat bulup, rahat hareket ediyoruz.

Düşünmeden yaptığınız her şeyde bizi idare eden bilinçaltımız. Fenerci emri kimin verdiğini unutsa bile bilinçaltı unutmuyor. Artık verilen emir onun gayesidir ve adeta fenerci işini yapabilmek için yaşamaya başlıyor.

‘Sonra?’

‘Sonrası şu: Gezegen şimdi kendi çevresindeki dönüşünü bir dakikada tamamlıyor. Bu yüzden de kendime ayıracak saniyem bile kalmıyor. Dakika başı feneri yakıp söndürmek zorundayım!’

‘Çok komik! Demek burada bir gün yalnızca bir dakika sürüyor.’

‘Bunun neresi komik?’ dedi fenerci. ‘Şu konuşmamızı yaptığımız sırada tam bir ay geçti.’

‘Bir ay mı?’

‘Evet, bir ay. Otuz dakika. Otuz gün yani. İyi akşamlar.’ Sonra da fenerini yaktı yine…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.64 

Fenerci artık yaptığının ve dünyadaki varlığının anlamını sorgulamaya kalkışmaz. Bilgiye açık değildir, değiştirme yetisi yoktur. Ben’i, anakronikleşmiş2 bir emri gözü kapalı yerine getirerek varlığını ortaya koyar. Sadakat ve vazife saplantısı vardır. Hipnoza bağlı bir zorlamanın etkisi altındaymış gibi, çoktan anlamsızlaşmış bir hedefi takip eder. Fenerci yaşamaz, yaşatılır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.75

Hep bir şeyler isteriz. Ancak zamana anlam kazandıran, bu dağınık istekleri belirli bir yere odaklamamızdır. Bu, bizim varacağımız menzil, kanatlanacağımız ufuk olacaktır. Menzil ve ufuk olmazsa istekler oraya, buraya savrulur. Nefsin elleri onları kendi ucuz tutkularına oyuncak eder.

İnsan hayatının anlam kazanmasının en önemli nedenlerinden biri, belirlediği bir hedefinin olmasıdır. Çünkü nasıl menzil, yolcuyu kendine çekiyorsa hedef de insanın merakını, heyecanını, aklını, ruhunu çeker; yeteneklerini cezbeder. Hedeflerimiz sanki bizim yağmurumuz, güneşimiz, içimizdeki tohumları filizlendiren hayat enerjimiz gibidir. Bu nedenle hedefi olmayanın, hayattan beklentisi azdır; duygularının rengi solgun, ruhunun şevki sönüktür.

Artık okumayı bilmeyen oyunsuz kalmış çocuk. Yanına oturuyorum ve sana öğretiyorum. Yitik zamanın içine dalıyorsun ve seni hiç gelişme kaydedememe sıkıntısı sarıyor.

Gerçekten de şöyle diyenler var: ‘Bir amaç gerekir.’ Sana denizden yavaş yavaş uzaklaşan bir kıyı yaratan yüzüşün güzel. Ve sana içme suyu sağlayan gıcırdayan çıkrık. Sürülen kara toprağın kıyısındaki altın sarısı buğday gibi. Aile sevgisinin kıyısı olan çocuğun gülümsemesi gibi. Bayram için hiç acele edilmeden dikilen altın telkari işli kıyafet gibi. Sen manivelayı sadece çıkrığın ses çıkarması için çevirirsen, kıyafeti sırf kıyafet amacıyla dikersen, aşkı aşk için yaparsan, sen kendin ne olursun? Onlar çok çabuk eskirler; çünkü sana verecekleri hiçbir şeyleri yoktur.

Ama sana insan özelliklerini yitirmiş olanları kapattığım zindanı anlattım. Ve onların kürek sallamalarının değeri kürek kadardır. Onlar sana kürek atmaktan başka bir şey vermezler. Onların özünü hiçbir şey değiştiremez. Bir kıyıya varma amacı olmaksızın yüzme ve kısır döngü.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.462

İş mutluluk verici olduğunda hayat eğlencelidir; bir görev olduğunda ise esarettir.

Maksim Gorki

.İş bir insanın hem kimliği hem rahat yaşamasını sağlayan emniyeti hem de esareti nasıl olabilir? Bir işte başarılı olmak zekâ, beceri ve sağlam bir iradeyi gerektiriyorsa, nasıl oluyor da aynı değerler, insanı sorgusuz sualsiz her emri yerine getiren bir çaresizliğe düşürüyor?

.Maalesef insan insanın düşmanı olabiliyor. Yakınlarımıza bile en acımasız tavırları sergileyebiliyoruz. Birbirimizi herkesin içinde küçük düşürmek, başkalarıyla kıyaslamak sık sık yaptığımız hatalar. Etkilenen ruh olduğu için tamiri çok zor.

Çocukluğun zorlayıcı mesajları yaşamın üzerini kırçla3 örter ve sık sık benim büyümeme engel olur. Bana öyle geliyor ki biz hepimiz az ya da çok nevrozlu fenerciyiz. Bizim zorlayıcı mesajlarımız aşağı yukarı şöyledir: ‘Bunu asla başaramazsın!’ Ya da ‘Yapma! Sen bunun için fazlasıyla budalasın!… Erkek adam ağlamaz! Mükemmel ol!… Başkalarını kendinden daha fazla önemse!’

Bu mesajlar nevrozlunun tüm kırbaç darbeleri gibi şaşırtıcı icraatlara teşvik eder. Fakat bunlar sıklıkla ruhsal çıkmazlarla sonuçlanır.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.78

.İşin en acı yanı bunu, çocuklarımıza eğitim adına uyguluyoruz. Çocuk daha küçücükken kendine güvenini yitiriyor. Anne ve baba çocuğunu başarısız görüyorsa, hatayı kendilerinde aramalılar. Evde ve okulda “Sen kim, bunu yapmak kim. Boşuna umutlanma! Sen bunu yapamazsın,” sözlerini işiten birinden gelecekte nasıl başarı beklenebilir? Durmadan kişiliği zedelenmiş gençlerden nasıl dirayetli kararlar umulabilir?

.“Ne”, “nasıl”, öğretimin soruları. “Neden” ve “niçin” ise eğitimin. Çocuğun öğrencilik dönemi çoğu zaman ne ve nasıl sorularıyla değerlendiriliyor. Neden ve niçin sorularının yeri hayatımızda daha az.

Ne yapıyorsun? Cevap kısa; hemen verilir. Nasıl yapıyorsun? Tarif edilir ve olay biter. Derine inilmez, hakkında düşünülmez; hele tefekkür hiç edilmez. Onun için de kalbe açılan yollar yoktur. Sığ bir merak ve bilgi birikiminden öteye gidilmez.

Ama neden yapıyorsun, niçin yapıyorsun sorularını bir sor. Karşına çıkan “çünkü” ile başlayan cümleler kim bilir hangi hakikatlere kapılar açacaktır?

Beyinler cam kavanoz gibi. Düşüncelerin, hayallerin genişlemesine imkân yok. Kalbimiz ve duygular da böyle. Aynı beşinci gezegendeki fenerci gibi, düşünme yok, merak yok, neden, niçin soruları yok. Adeta öğretilmiş bir çaresizliğin içinde oradan oraya sadece koşturuyoruz.

Pireler çok yükseğe sıçrayabilen muhteşem hayvanlardır. Bu hayvanlar rahatlıkla çok yükseğe sıçrayabilirler. Bir pireyle atın yüksekliğini karşılaştırırsanız aynı yetenekle atın Eyfel Kulesi’nin üzerinden rahatlıkla atlayabildiğini görürdünüz.

Pire sirklerinde bu hayvanlarla gösteri yaparlar. Bunlar belli yükseklikteki cam kavanozun içerisinde sıçrar dururlar ve hiçbirisi bunun üzerinde sıçrayıp kaçamaz. İşin ilginç tarafı ömürleri birkaç hafta ile birkaç ay arasında değişen bu hayvanların eğitimi haftalar alabilir ve belli kısmı daha sirkte gösteri yapamadan ölür. Peki bu pireler yeteneklerine rağmen nasıl fazla yüksekliğe zıplayıp kaçmazlar?

Bunları eğitim sırasında bir cam kavanozun içine koyarlar. Kavanozun tavanı da camla kaplıdır. Kavanoz alttan ısıtılır. Pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar; ama tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplar, tekrar cama vururlar. Pireler sonunda cam tavan sayesinde bu yükseklikten fazla zıplamamayı öğrenirler. Cam kapak açıldığında da daha fazla yükseğe atlamazlar.

Pireler sirkte gösteriye hazırdır artık. Üzerlerinde cam engeli yoktur. Çok yükseğe zıplama imkânları da vardır; ancak buna hiç cesaret edemezler. Çünkü onlara çaresizlik öğretilmiştir. Yetenekleri ellerinden alınmıştır. Geri kalan ömürlerini köle olarak yaşayacaklardır.  

Hayvanlara uygulanan sistematik eğitimle onlara çaresizlik öğretilir. Beyinlerine adeta konulan camdan bir tavan ve taban arasında özgürlükleri yavaş yavaş katledilir.”

Prof. Dr. B. Gültekin Çetiner / Zihinlerdeki Cam Tavan

.Daha önce yapabildiğin bir şeyi yapamayacağına inanmak ve sonucunda cesareti kaybetmek… Her varlık bir gayeyle, bir vazifeyle dünyaya geliyorsa ve bunu gerçekleştirebileceği yetenek de elinden bu şekilde alınıyorsa bu durum onu bir çeşit öldürmek demek değil midir?

Bütün iliklerini saran bir lezzeti, acıya çevirmek. Damarlardaki hayatın yavaş yavaş çekilmesi. O varlığın manevî ölümü değil de nedir?

Hele bu insansa… Düşünmesi bile kahrediyor. İnsanı hayata bağlayan kavramlar var. Bunların başında gelen, özgürlük. Fakat zihnimizde oluşturulan, öğretilmiş çaresizlik deneyindeki cam tavana benzeyen her maddî kalıp, çocukluğumuzdan itibaren özgürlükle ruhumuzun arasına konulmuş birer engel.

.O zaman insanın düşünce ve duygu dünyası bu engellerle gittikçe küçülmüyor mu?

.Hem de nasıl bir küçülme… Şu anda gittikçe küçülen dünyalarında bunalan insanların durumu bundan başka nedir ki!


‘Fenerci’ İllüstrasyonu © Victor Maury


1. Nevroz: Kişinin genellikle nedenini bilmediği ya da pek az bildiği iç çatışmalarına karşın, toplumsal yaşama uymak için gösterdiği çabalardan kaynaklanan ve hiçbir anatomik nedeni olmayan ciddi ve sürekli davranış bozuklukları.
2. Anakronikleşen: Tarih dışına itilen, çağı geçmiş, eski.
    Anakronizm ismi Yunanca’dan gelir.

    ana (geri) + khronos (zaman): Zamanda gerilik, zamanın geriye akması.
3. Kırç: Kışın, sisli havalarda, ağaç dallarını, yerleri vb. kaplayan buz tabakası. Üzerinde yürüyünce ayak batmayan, donmuş, sert kar.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply