Başkalarının Gözlerinde ve Yüreklerinde Kendini Görmediğin Sürece Firardasın

0

Bağımlılığın sihirli değneğinin sıkıntılara dokundukça onları renkli dünyalara çevirmesi insanın hoşuna gider. “Ayyaş Adam”da olduğu gibi bir müddet bu masal âlemiyle oyalanılır. Fakat gün geçtikçe sihir kaybolur ve tutkunun korkunç yüzü ortaya çıkar. Boşa geçen onca zaman Kırmızı Başlıklı Kız’ın aleyhine işlemiştir. Artık kurdun dişlerinden kaçış yoktur.

Kalbin sezgisiyle aklın attığı her adım, insanı nefsin oyunlarından korur. Aklın nuruyla her bakış, hakikati batıldan; aslı gölgesinden ayırır.

Kâinatta görülen her şeyin, gelişen olayların bir hakikati, bir de gölgesi var. Bu dünya yolculuğu, sonucunu ötelerde alacağımız bir imtihan. Atılacak adımlar ya kazandıracak ya da kaybettirecek. Yolculuk süresi inişli, çıkışlı. Aydınlığın ve karanlığın etkisinde durmadan değişecek. Asıllar ve gölgeleri iç içe yürüyecekler. Hangisi yoldaş olacak? Neyin peşinden gidilecek? Nasıl ayrılacak birbirinden?

Sâye-i murgî girifte merd-i saht
Murg hayran geşte ber-şâh-ı dıraht1   

Mevlâna / Mesnevi’den beyitler

Mevlâna bu beytinde aslını gölgeden, hakikati batıldan ayıramayan insanı resmediyor. Nefsinin, arzularının aldatıcı gözleriyle gerçeği göremeyen ahmak insanın durumunu gözler önüne seriyor. Kuşun kendisi diye gölgesini yakalamış; ama elinde bir şey yok. Dünyanın, zamanın sanal yönünü sımsıkı yakalamış; gerçeğe, doğruya tutunduğunu sanıyor. Kuş ise konduğu daldan; yani hakikat çizgisinden fıtratın bakışıyla adamın sersemliğine, aymazlığına şaşırarak bakıyor. Oysa hakikat tektir, değişmez. Kuş yaratıldığı andan beri tüyleri kanatları, gagasıyla aynıdır. Akıl bu gerçeği bilir. Göz bunu görür, kulak sesini işitir, el tuttuğunda dokunuşlarıyla hisseder. Öyleyse gölgeyi tuttuğunu sanan kişi, elindeki boşluğu nasıl hissedemez?

Bu dünya, kuşun gölgesidir; ahiret ise ağacın dalındaki kuş. Hakikat yücelere bakar; gölgeler ise yerde sürünür. Ancak kendi hakikatini kavrayabilen, hayatın hakikatine tutunabilir. Nerden geldin? Nereye gidiyorsun? Sen kimsin? Nesin, necisin? Tüm varlık âleminde yerin ne? Bu soruların cevabını bilen kendini tanır; kendini tanıyan, kuşun aslını da tanır. Doğru görür, doğru işitir, doğru tartar. Yaşadığı acıyı da, sevinci de doğru değerlendirir. Çünkü hayatın verilme amacını bilir. Hayatın Sahibi’ne inanır. Her şeyin mülkü elinde Olan’a itimat eder. İman, güven, sabır, şükür ipliklerini birlikte eğirir ve onlardan yaptığı ipe sımsıkı tutunur.

Bana tutunulacak bir şey ver, bir şey ki; hazdan fazla devam etsin ve ıstırap içinde dahi dayanabilsin.

Rabindranath Tagore

Bu dünyanın sahte duyguları, sanal görüntüleri içinde bocalayan kalp gerçek “Sahibini” arıyor. Geçici, fani şeyler onu tatmin etmekten çok uzak. Hazlar anlık, çabucacık geçiveriyor ve zavallı beden etkisi uzun sürsün diye hazdan haza koşuyor. Ruhun ıstırabı bitmeyecek gibi, oradan oraya savuruyor. Neye tutunacak; hangi dala, hangi ipe?

Çağın insanı; hayatında tutunacak en önemli şeyi bulamadığı için tutunacağı dalı, ipi hep değişik yerlerde, değişik şeylerde arıyor. Ve elleri boş, hep hayal kırıklığı içinde geri dönüyor. Bu gidiş gelişler arasında bir yol sarhoşu olmak, onun dünya sahnesindeki rolü.

Bilse ki tutunması gereken ip de dal da kalbini ve ruhunu tatmin edecek Tek Yaradan’dır. O zaman içinde çırpındığı kısır döngü doğurganlaşacak, sinesi açılacak; her yerde anlam soluklanacak ve bir de bakacak ki daldaki kuş uçarak gelip ellerine konuvermiş.

Anladım ki; Allah insanların birbirinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden, her birine kendi ihtiyaçlarını değil; hepsi için gerekli olan şeyleri ilham ediyor.

Anladım ki, insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünse de gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir. Kim severse, Allah’a yaklaşır; Allah da ona yaklaşır. Çünkü o sevgiyi yaratandır.

Leo Tolstoy / İnsan Ne İle Yaşar 

İnsana gerekli olanla, onun ihtiyaç duyduğu şeyler farklı. Gerekli olanı onu yaratan bilir ve O’nun seçimi doğrudur, hakikattir. Ama insanın ihtiyacı nereden gelir? Aklından mı? Kurnazlığından mı? Yüreğinden mi? Nefsinden mi? Ya kendini bilmeyen bir hasta gibi kendisine dokunacak, ölüme götürecek bir şeyi istiyorsa… Bu nedenle ne güzeldir, ne hikmetlidir Dost’tan gelen ilhamlar… Mevlâ’dan, varlık âleminden ve hayatın gayesinden uzaklık, hakikatten uzaklaştırıyor insanı; yolunu çıkmaza, yanlışa götürüyor. Dikkatsiz kulak, kurdun sesini büyükannenin sesinden ayıramıyor. Ayırabilseydi kapıdan dönecek; tehlikeden uzaklaşabilecekti.

Ayyaş adamın belli ki gerçeğe kulakları tıkalı. Hayattan gelen sinyalleri alamıyor. Gözleri iyi seçemiyor. Kötü değil; ama yaşamı doğru değerlendiremediğinden en büyük kötülüğü kendine yapıyor. Onun yaptığı, kuşun gölgesini tutmaya çalışmak. Oysa tuttuğu hiçbir şey yok. Küçük Prens de ağaçtaki kuş gibi uzaktan bu duruma şaşkın şaşkın bakıyor:

Büyükler gerçekten çok tuhaf.
.

‘Niçin utanıyorsunuz ki?’ diye sormuştu Küçük Prens. Ona yardım etmek istiyordu.

‘İçtiğim için!’ demişti adam. Sonra da yine eski sessizliğine gömülüvermişti.

 Küçük Prens kafası karışmış olarak uzaklaşmıştı oradan.

‘Büyükler gerçekten çok tuhaf,’ diye söyleniyordu giderken.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.56

Üçüncü gezegende büyük bir hüzün içinde olan, hüznü yüzünden tamamen yabancılaşmış, varlığı olmayan bir ayyaş yaşamaktadır. Yine de kendisini kurtarabilecek bir özelliği vardır:

İçmenin utancını unutmak için içmektedir.

Bu durum, yabancılaşmamızdan tamamen kendimizin sorumlu olduğunu ve tutkunun içimizde yarattığı utançtan sıyrılıp dünyadaki varlığımızı bulmanın yolunu da sadece kendimizin bulmasını gösteren bir davranıştır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.68

Kendi yalnızlığından, kendine ve her şeye yabancılaşmasından yine insanın kendisi sorumlu. Çaresini de yine kendi bulacak; ama nasıl? Bu çıkmazdan nasıl kurtulacak? Kim kısır döngüsünden onu çekip alacak?

Bu durumdan kurtulmamıza, coşkularımızın aşırılığının yarattığı sıkıntıyı aşmaya ve kendimizi dünyaya ve diğer insanlara açabilmemize yardımcı olacak şeyler, sevgi ve mantıktır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.68

Sevgi kalbin meyvesi, mantık ise aklın. Manevî yolculuğunda “kalp” emniyetin, rehberin olmalı. “Akıl” ise yolunu aydınlatan elindeki ışık. İkisiyle çıkarsan, nefsin tuzaklarına düşmeden yol alabilirsin. Karda, fırtınada, sıcakta kalbe sığınırsın. Sisi, karanlığı, dağı, tepeyi akılla aşabilirsin.

İkisinin olmadığı yolda kaybolmak riski çok fazla. Tekinsiz yerlerde tutku haramileri kol geziyor. Böyle yerlerde herkese yol sorabilir misin? Tuzağa düşersen suçu kimde arayacaksın?

İnsanların birbirlerine, dolayısıyla kendi kendilerine ettikleri kötülüklerin kaynağı bence, düşüncelerinden çok tutkularıdır.  

Bertrand Russel

Tutku baş kaldırdı mı, asla sınırları ve işaretleri görmez. Bu etki o kadar büyüktür ki, insanı başka güzellikler karşısında hissiz bırakır. Dünyayı mahvetmeyi bile göze aldırır bu his.

Tutkunun kıskacında insan yapayalnızdır. Bu alevli kıskaçta inanç nefes alamaz.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.93

Hayatı anlamlandıran değerler, manevî âlemimizde. Bir çocuk gönlü bu değerleri taşıyan en mükemmel hazine. Onda öyle bir koku alma kapasitesi ve öyle duygu süzgeci var ki… Bozulmuşu hemen fark edebiliyor, sağlıksız olana tepki koyup hemen eleyiveriyor.

Ne yazık ki koruyamıyoruz onu. Özündeki masumiyeti ya kirletiyoruz ya da kirlenmesine göz yumuyoruz. Bir zamanlar çocuk olduğumuzu unutuyoruz. Yıllar geçiyor büyüyoruz, adam olduk sanıyoruz ve hazineden faydalanamadan göçüp gidiyoruz.

Çocukken özlemlerimizin bilincinde olduğumuz ve onları dile getirdiğimiz için yaşamamızın bu döneminde bağımlılık tehdidiyle daha az karşı karşıya oluruz. Bağımlılığa karşı kendimizi savunmak için yapabileceğimiz tek şey çocuk ruhumuza geri dönmektir. Küçük Prens bir kez daha sarsılmıştı: ‘Büyükler kesinlikle çok tuhaflar dedi,’ oradan uzaklaşırken kendi kendine.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.62

Eve güneş ışığının girmesi için perdeler açılır. Gönlün ışığı, iman. Bazı evlerin perdeleri tam açılmıyor. Kalplere tam ışık giremiyor. İman noktasındaki boşluklarımız, bizi yanılmalara sürüklüyor.

Yaratılış amacına ters bir hayat sürüşü, insanın temelde saklanan sorunudur. İnsan ‘inanç’la sonsuz hayata yönelmezse, amaç ve eylem kaybeder anlamını. O zaman insan günübirlik yaşar, maske takar dolaşır, gerçekten uzaklaşıp.

Gerçek zevk, ruh huzurundan doğar. Bu ruh huzurudur tutkuyu dizginleyen.

İnsana gerçek neşe ‘düşünsel ve erdemsel’ etkinliklerle gelir. Ve bu neşe bilgiden de dengeden de ayrılmaz.

İnsan gerçeğe gözünü kapayarak, saldırır fani zevke. Gökte parlayan güneşi görmek istemediği gibi, kalbinin atışı da artık ilgilendirmez onu.

İnsana ters düşüren yabancı ihtiraslar, zevkin sesinden başka bir şeyi duyurmaz da; insan kendinden başka biri olur.

Manen güçlenmesi gerekiyor insanın. Çünkü tutku, zincirinden boşanmak için her zaman fırsat gözler.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.94

Zararlı duygular, bağımlılıklar karanlık, izbe yerlerde gelişir. Benim çocuğum yapmaz, kullanmaz, nasıl büyük bir aymazlıksa, onun kalbindeki değerleri koruyamamak da daha büyük bir aymazlık. Alkol gibi bağımlılıklar ilk başta sorunlardan kurtaracak bir liman gibi gelebiliyor insana. Ancak oluşturulan cennetimsi köşeler sadece aldatıcı boşluklar. İçine giren, düşüyor. Düşen, kurtulamıyor. Huzuru tutmak isteyen, kuşun gölgesini boşuna yakalamaya çalışıyor.

Bağımlılık beni yalnızlığa sürüklediğinde bir grubun merhametine sığınma ihtiyacı duyarım. Alkolikler için oluşturulan terapi grupları bağlamında Richard Beauvais uzun yıllar önce insanın grup yardımıyla kurtuluşa erişini şöyle dile getirmiştir:

Bizler buradayız çünkü kaçmayı başaramadık.

İnsan başkalarının gözlerinde ve yüreklerinde kendisini görmediği sürece firardadır.

Yüreğini yakınındaki insanlara açmadığı sürece onun için hiçbir sığınak yoktur. Farkına varılmak için kaçtığı sürece ne kendi kendinin ne de diğer insanların farkına varabilir. Onu bekleyen yalnızlıktır. 

En yakınımızdaki insanda bulamıyorsak, böyle bir aynayı başka nerede bulabiliriz? Bir insan ancak burada, topluluk içinde kendisi hakkında doğru yargılara varabilir. Artık kendini hayallerinin devi ya da korkularının cücesi olarak görmez; sadece insan olduğunun, bir bütünün parçası olarak kendi iyiliği için iştirak ettiğinin farkına varır. 

Burada kök salabilir ve büyüyebiliriz. Artık yalnız değiliz, ölü değiliz… İnsan olarak insanlar arasında hayattayız.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.62- 63

Çocukların, gençlerin odalarındaki perdeler erken açılmalı. Seher vaktinin pembeliğinden başlamalı aydınlanmaları. Yüzleri güneşe dönen ayçiçekleri gibi gençlerin yürekleri de ışıklara bürünüp aydınlanmalı ve nice hazineler ortaya çıkmalı gün ışığında.

Bir teveccüh aynası ayçiçekleri;
Açılır yaprakları
O’na döndükçe. 

Güneşe çevrildikçe yüzün.
Ay çekirdeğine benzeyecek gözlerin,
Serp yaşamına ki gülsün yücelere
Çizgilerindeki hüzün.

Bağımlılık aynı zamanda bir “anlamlandırma hastalığı”dır.

Yaşamı anlamsızlaşan kişi bağımlılık maddeleri ya da davranışlarıyla hayallere sığınır. Mesleğiyle, ailevî yardımla ya da sosyal ilişkilerle, sporla, müzikle ya da el sanatlarıyla bir şeyler oluşturmanın mutluluğuyla tekrar gerçeğe tutunmayı başarabilirse, artık koltuk değneklerine; yani bağımlılığa ihtiyaç duymaz. Onları atabilir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.61

Bu bölümde Saint-Exupéry, ayyaş tiplemesine nasıl baktığını ve ona nasıl davranılması, yaklaşılması gerektiğini Küçük Prens’in duygularıyla okuyucusuna hissettiriyor.

‘Niçin utanıyorsunuz ki?’ diye sormuştu Küçük Prens. Ona yardım etmek istiyordu.
.

Kızmak, eleştirmek yerine yardım elini uzatmak insan olana daha güzel yakışır. Sarhoş kelimesinin taşıdığı anlam ona nasıl davranılması gerektiğini de açıkça veriyor elimize. Akıl baştadır derler. O baş kendinde değilse, insanı istikamete bağlayan ip kopmak üzere demektir. Doğruyu yanlıştan ayıran ışık sönüyor demektir. İnsan olana düşen; ipi istikamete bağlamak ve ışığı yakmak. Çünkü karşısındaki insan şaşkın, karanlıkta kalmış ve hiç gücü yok.

Küçük Prens kafası karışmış olarak uzaklaşmıştı oradan.
.

Sarhoşun2 veya ayyaşın durumundan etkilenen bir çocuk yüreği var burada. Çocuk, bozulmamış bir öz taşır varlığında. Onun tepkileri, tertemiz yaratılışından gelir. Allah’ın rızası vardır hislerinde.

Çocuk ve kâmil insan… İki farklı mevsimin aynı saf nurla parlayan güneşi. Küçük Prens’in yüreğindeki merhamet bir Allah Dostu’nun yüreğinde şöyle dile geliyor:

Dergahtaki sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu adeta tartaklayarak dışarı çıkarmak isterler. Sarhoş, içeri alınmadığı kapının önünde yere yığılır ve ağlamaya başlar.

Mevlâna kapı önünde ağlayan sarhoşu görünce, eğilip onun başını okşar ve sonra sorar:

.‘Evladım, neyin var? Niye ağlıyorsun? Bu dergâh, insanları muzdarip etmek ve onlara ümitsizlik aşılamak için değil, bilakis ferahlatmak ve ümit vermek için kurulmuştur. Derdini söyle ki derman olayım…’

Sarhoş:

.‘Huzuruna gelip sohbetini dinlemek istedim. Lakin kapıdaki adamlar beni içeriye almadılar. Aksine, bir sürü hakaret ederek beni kovdular.’ der.

Mevlâna derhal onu bırakmalarını emreder ve ilave eder:

.Evlatlarım! Bu garibin bedeni sarhoş. Sizinse ruhunuz!

Onun, şu sarhoş haliyle tekkemizin yolunu nasıl olup da bulabildiğini takdir etmeyi de mi düşünemediniz? Tamirciye eşyanın bozuğu gittiği gibi doktora da hastalar gider. Siz bu dergâhın manevî bir şifahane olduğunu unutmayınız.

Alın bu garibi, tekkenin hamamında bir güzel yıkayın. Kirli esvaplarını atın, ona yeni giyecekler verin. Siz onun zahirini temizleyin; batınını, yani ruhî temizliğini de Allah’ın lutfuyla bizden bekleyin…

İnsanın asıl sorunu, anlama dairdir. Hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamıyoruz oysa. Dünyayı sadece pragmatik3, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamaya çalışmamız ne kadar ilginç.

Andrey Tarkovski

Hayat ve yaşam… İlk bakışta birbirinin yerine kullandığımız iki kelime. Ama içlerine süzüldükçe başka anlamlara varılıyor. Yaşam denilen, yaşanılan anı, diğer ana bağlayan soluklar zinciri. Gün geliyor kopuyor ve bir varmışla başlıyor, bir yokmuşla bitiyor. Ama hayat bitmiyor. Hayat “Hayy Olan”dan insana gelen bir güç. Hayat, kâinatın ruhu. Onun için çevrendeki varlığın ve kendi varlığının farkına varmadan geçirdiğin an, hayat olamıyor. Olabilmesi için farkındalık gerekiyor. Bu sebeple insanoğlu neyi yaşıyorsa, neye bakıyorsa her şeyin farkında olabilmeli. Farkında olmak anlamayı, sevmeyi, paylaşmayı; onun için de üretmeyi getiriyor beraberinde.

Günler oyalanılacak bir meta, oynayıp atılacak bir oyuncak halinden çıkabilmeli. Sevilen için verilen emeklerin, huzuru besleyen gönül terlerinin, içten içe çoğalan üretkenliğin, gayenin, nice hayallerin ve her zaman, her yerde kurulabilen içten dostlukların pınarı haline gelebilmeli. Öyle bir pınar ki, ab-ı hayat gibi… İçen şifa bulabilmeli. O zaman geriye ne bağımlılık kalacak ne de hastalık…

Ah… insanım!

Toplumun, insanlığın can damarı olan yuva kurmayı bile menfaate, zevke ve iki kişilik yalnızlıklara çevirdin? Tüketerek geçirdiğin her anda aslında ruhunun tükendiğini ne zaman fark edeceksin? Aymazlığın, tembelliğin, benmerkezciliğin, sevgisizliğin senin kendi kendine yaptığın hücrenin yapı taşları.

Ne olur yık onları. Yoksa hücreye girdiğinde özgürlüğünü kaybettiğin gibi ne hakikati bulabileceksin ne de Mevlâ’nı.


1. Sâye-i murgî (kuşun gölgesini) girifte (yakalamış, tutmuş) merd-i saht (ahmak adam)
Murg hayran (kuş şaşkın) geşte (dönmüş) ber-şâh-ı dıraht (ağacın üzerinde)
2. Sarhoş, Farsça bir söz
Ser + hoş : sarhoş
Baş + içkiyle mest olmuş : Başı hoş.
3. Pragmatizm, kişisel faydayı esas alan bir düşünce sistemi.Faydacılık” anlamında kullanılıyor.
Eski Yunanca’da felsefi bir terim. İş, eylem anlamında “pragma” sözcüğünden türemiş.
Pragmatik Olmak: Bu felsefi düşüncenin temelinde “sonuç odaklı olmak” esas. Yapılan işin neden, nasıllarından ziyade sonuçlarıyla ilgilenme durumu hâkim.
Pragmatik insan sadece başarıyı değerlendiriyor.

‘Ayyaş Adam’ İllüstrasyonu © Nika Goltz
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply