Bahçıvanın Denizcinin Şairin Tabiatına Ne Zaman Döneceğiz?

2

Tek ayaklı kundura tamircisinin önünden geçtim. Pabuçlarını sırma nakışlarla süslemekle meşguldü. Artık sesi kalmamışsa da şarkı söylediğini anladım: ‘Seni bu kadar mutlu yapan nedir kunduracı?’

Yanılacağını, mutluluğunun sırmalı pabuç halini almaktan ibaret olduğunu bilemeyeceği için bana kazandığı paradan, kendisini bekleyen yemekten ya da dinlenmekten söz edeceğini tahmin ettiğim için cevabını dinlemedim.*

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.84
* Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s. 533

Daha önce de örnek olarak verdiğim bu kısa paragraf, Exupéry’nin sevdiğim kendine özgü cümlelerinden biri. Konu mutluluk. Yine çok şey anlatılmış. Yazar anlatmak yerine burada da konunun özünü çıkartıyor ve o özün tablosunu çizerek kalp gözümüze hitap ediyor:

“Tek ayaklı kundura tamircisi.” Olmayan bir ayak ve her zaman bu eksikliği hatırlatan bir meslek. Başka sağlıklı ayakları korumak için didinen ayakkabı tamircisi. 

“Pabuçlarını sırma nakışlarla süslemekle meşguldü.” Başkalarının hoşuna gidecek süslü ayakkabılar yapan sanatkâr. Sadece emeğini değil, ince duygularını da katan biri.

“Artık sesi kalmamışsa da şarkı söylediğini anladım.” Şarkı söylüyor. Yaptığına şevkini neşesini, kalbini katıyor. Sesini yeterli katamaması onun yaşının geçkin olduğunu gösteriyor. Belki de görüntü olarak çökmüş. 

“Seni bu kadar mutlu yapan nedir kunduracı?” Ama tek ayaklı, yaşı geçkin olan bu adamın yaptığı işten, halinden, yaşadığı andan çok şeyler aldığı açık; çünkü memnun. Şarkı söylüyor. Tüm şaşaalı yaşamların, başarıların, imkanların ele geçiremediği bir tılsımı taşıyor başında: Mutluluk. 

Yanılacağını, mutluluğunun sırmalı pabuç halini almaktan ibaret olduğunu bilemeyeceği için…” Mutluluğu elde etmek için koşturanlardan değil. “Mutluluk özü”nün yaradılışında olduğunu bilenlerden de değil. Onun mutluluğu ümmî. Ne bilirsek bilelim ve ne kadar araştırma yaparsak yapalım; kaçımız sadece teorik bilgiyle mutlu olabilmiş? Kaçımız düşünmeden sadece içinden gelerek, severek çalıştığında mutluluğun kendisini bulacağını yaşayarak öğrenmiş? Aynı asalet gibi bazı haller; zoraki ve sonradan olmuyor. 

“…bana kazandığı paradan, kendisini bekleyen yemekten ya da dinlenmekten söz edeceğini tahmin ettiğim için cevabını dinlemedim.” Kunduracı belli ki kendisine soru sorana saygısızlık etmemek için cevap verebilme gayretine girecek ve toplumdaki genel anlayışa göre para, rızkını temin etme ve dinleneceği sıcak bir yuva gibi ağzında bir şeyler geveleyecek. Nasıl bir zenginliğe, yeteneğe sahip olduğunu bilmeyen çocuk saflığındaki bu güzelliği boş laflarla zorlamamak en doğrusu. Exupéry de Kale’deki karakterine bunu yaptırıyor.

Bir cümle düşünün; sanki içinde değerli taşlar bulunan sade, sıradan bir kutu. Bir söz işitin; kalpten geleni, aklın dediğini, vicdanın taşıdığını, ruhun tabiatını abartısız, doğrudan ifade ediyor. Bir üslubu değerlendirin; anlatılanın fıtratını taşıyor. Aynı içten gülmeler, ağlamalar gibi; katkısız ve saf. Kısacası insanın elinden, dilinden, emeğinden çıkanın ancak fıtrî olduğunda insana yük olmadığını, doğrudan kalbe hitap ettiğini gösteriyor Exupéry. İnsanların Dünyası’ndaki şu tespitler de bunun kanıtı: 

Görünen o ki, bu kusursuzluk aşamasına ancak eklenecek bir şey kalmayınca ulaşılabilecek ve çıkarılması gereken bir şey kalmayınca.

Böylece yaratımın kusursuzlaşması artık yaratacak bir şey bulunmamasıyla tamamlanır.

Ve aletin içindeki görünen bütün aksam yavaş yavaş gözle görünmez olduğunda alet denizin çıkıntılarını törpüleyip pürüzsüzleştirdiği, bir çakıl taşı gibi doğal bir görünüm alır ki, onu kullanırken bile, bize kendi varlığını unutturur.

Eskiden karmaşık bir fabrikanın içindeymiş gibi çalışırdı uçaklar. Ama şimdi motorun döndüğünü bile unutuyoruz. Sonuç olarak, işini yapıyor; yani kalbimizin atışına dikkat etmediğimiz gibi onun döndüğünü de unutuyoruz. 

Aletin ötesinde ve alet yoluyla, kendi kadim tabiatımıza dönüyoruz, bahçıvanın, denizcinin, şairin tabiatına.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.56- 57

Exupéry’nin çok şeyi az kelimeyle ifade ettiği, durulukla yoğunluğu birlikte yoğurduğu bir üslubu var. “Görünen o ki, bu kusursuzluk aşamasına ancak eklenecek bir şey kalmayınca ulaşılabilecek ve çıkarılması gereken bir şey kalmayınca.” Cümleden bir kelime bile taşmıyor. Eklemek bir eksikliği, doldurmak bir boşluğu gidermek içindir ve eksiği, boşluğu olmayanda fazlalıklar sırıtıyor. 

“Aletin ötesinde ve alet yoluyla, kendi kadim tabiatımıza dönüyoruz, bahçıvanın, denizcinin, şairin tabiatına.” Hangi meslek sahibi bir bahçıvan gibi gözlerini, ellerini, terini; tüm bedenini toprağa katabilmiş? Bir denizci gibi aylar süren seferlerde ruhuyla denizle, dalgalarla bütünleşebilmiş? Ve bir şair gibi tüm çıplaklığıyla hiçbir şey beklemeden içini kelimelere dökebilmiş? Kim sadece kendini göstermek, kazanmak yerine mesleğinde güzel şeyler ortaya koymak adına yola çıkabilmiş? İnsan insanı kandırabilir; ama çıkarı bilmeyen çiçekleri, kuşları, gemiyle bütünleşen meltemleri, ona eşlik eden yunusları, köpükleri ve o mısralarda dile gelen gönülleri kandıramaz. 

Kale, İnsanların Dünyası ve diğerleri Exupéry’nin çok yönlü kişiliğini ortaya koyan eserler. O, her birinde aynı anda hem pilot hem düşünür hem de bunları yazıya dökecek bir yazardır.

Görünen o ki insan, vazgeçme noktasında tanıyor esas kendini ve en yakın dostu oluyor kendisinin. İçimizdeki hangi ihtiyaca cevap verdiğini bilmediğimiz o bütünlük hissinden daha değerli hiçbir şey olmuyor artık o anda. 

Unutmak mümkün mü, boğazıma kadar kuma gömülü, susuzluktan yavaş yavaş boğulurken, yıldızlardan yorganımın altında yüreğimin nasıl ısındığını?

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.172

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine de Saint-Exupéry

Exupéry’nin İnsanların Dünyası’nda arkadaşı Prévort’la yaptığı bir uçuşta çölde nasıl kaybolduğundan, uçak yere çakılınca kendisini uzun ve zorlu geçen bir çöl macerasında nasıl bulduğundan söz ettiğini biliyoruz. Çaresizliğin kendini yoğun hissettirdiği çöl yalnızlığında yazar bu sefer, “varlığa, çağa ve insanlığa dair” düşüncelerini yine kendine has üslubuyla dile getiriyor:

“Görünen o ki insan, vazgeçme noktasında tanıyor esas kendini ve en yakın dostu oluyor kendisinin.” Nedir insanın kendini tanıdığı bu vazgeçme noktası? Tanıyınca da kendine cesaret veren, onu sarıp sarmalayan, eliyle hakikatin üzerindeki perdeyi kaldıran dost?

İnsanda mücadele, kazanma, daha ileriye gitme gibi meyillerin ancak dibe vurunca sesi kesilir. Yoksa dur durak bilmezler. Bu kadar ses arasında “Beni ne zaman dinleyeceksin? diyen iç ses duyulmaz. Onun duyulacağı yer, ancak diğer seslerin olmadığı bir ortam olabilir: “İnsanın manevî çölü.” Çölün bomboş gibi görünen sihri ilkönce insanı içine yönlendirir. Kendinde hiç görmediklerini gördürerek, hiç duymadıklarını duydurarak adeta tanımadığı yüzüyle tanıştırır.  

“İçimizdeki hangi ihtiyaca cevap verdiğini bilmediğimiz o bütünlük hissinden daha değerli hiçbir şey olmuyor artık o anda.” İnsan kendine has o çöl yalnızlığında sadece kendini değil, varlığın da sesini duymaya başlar. Güzellikleri keşfeder. Sesler ve keşifler bilmediği köşelere götürür. O köşelerde sükûneti, sevgiyi, şefkati tanır. Anlar ki kendisi bu muazzam varlık âleminin bir parçasıdır. Kâinatı yaratan Tek’se ve bütün bu âlem de bir aileyse yalnız değildir. İçi ısınır. Aynı aileye ait olmanın emniyetiyle bir bütünlük hissine bürünür. Her şeyi okşayan rahmet elinin kendi başını da okşuyor olması, her varlığı koruyan kudretin kendisini de koruması huzur vericidir!… 

“Unutmak mümkün mü, boğazıma kadar kuma gömülü, susuzluktan yavaş yavaş boğulurken, yıldızlardan yorganımın altında yüreğimin nasıl ısındığını?” Kum da aynı aileden, su da aynı aileden, yıldızlar da aynı ailedendir. Ve öylesine bir korunma duygusuyla sarılır ki, varlığın güçlü ve merhametli Sahibi’nin yakınlığına bir çocuk gibi başını koyar; oradan yıldızları seyreder. 

Bu ruhî hal maddî dünyanın kirlerini, fazlalıklarını üzerlerinden atmış ve varlık âlemini kucaklamış insanlara özgüdür. 

Aynı şekilde, bedensel ve zihinsel sağlık ve güç sayesinde, benzer fakat daha normal ve doğal olan bir arkadaşlıkla neşelenebilir ve hiçbir zaman yalnız olmadığımızı anlayabiliriz. Evimde, özellikle kimsenin gelmediği sabah saatlerinde, birçok arkadaşım olur. Birkaç karşılaştırma yapmama izin verin, belki bir iki tanesi durumum hakkında bir fikir verebilir. Gölde gürültülü kahkahalar atan dalgıçkuşundan ya da Walden Gölü’nün kendisinden daha yalnız değilim. Bu yalnız gölün arkadaşı var mı, söyleyin? Ama yine de içinde, sularının gök mavisi derinliklerinde mavi şeytanlar değil, mavi melekler var.
….
Doğanın, güneşin ve rüzgârın ve yağmurun, yazın ve kışın tarifsiz masumiyeti ve iyiliği, sonsuza kadar verecekleri sağlık ve neşe! Ve soyumuza duydukları sempati! Eğer herhangi bir insan haklı bir nedenle üzülecek olsa, tüm doğa etkilenir, güneşin parlaklığı solar, rüzgârlar insan gibi iç çeker, bulutlar gözyaşı döker ve ormanlar yaz ortasında yapraklarını döküp yas tutmaya başlar. Toprakla aynı zekaya sahip değil miyim? Kısmen yaprak ve bitki küfü değil miyim? Sağlıklı, sakin ve hoşnut kalmamızı sağlayacak olan ilaç hangisidir? Benim ya da senin büyük büyük babanın değil, hepimizin büyük büyük annesi olan doğanın evrensel, bitkisel ve botanik ilaçları. 

Henry David Thoreau / Walden – Ormanda Yaşam / Yalnızlık / s. 160-161

Henry David Thoreau

Henry David Thoreau

Bugün bizler çevremizi süsleyen varlık âleminden, doğadan gün be gün kopuyoruz. Onun fıtrî sadeliğinden, içtenliğinden, güzelliğinden uzaklaştıkça varoluş hakikatinin cahili oluyoruz. Bu cehalet kendimize de yansıyor.  İnsana dost yaradılışın bu sırlı yüzünü keşfetmiş biri olarak Henry David Thoreau, “Doğanın, güneşin ve rüzgârın ve yağmurun, yazın ve kışın tarifsiz masumiyeti ve iyiliği, sonsuza kadar verecekleri sağlık ve neşe!” diyerek insanlığa şifa ve huzur verecek devalar sunuyor.

Henry David Thoreau; Gandhi’nin, Tolstoy ve Martin Luther King’in düşüncelerinden ve eserlerinden ilham aldığı, 19. yüzyılda yaşamış bir yazar, filozof ve şair. Walden Gölü kıyısındaki köye iki kilometre mesafede bir ormanda kendi elleriyle inşa ettiği bir kulübede iki yıl yaşamış. Şehirden ve modern hayattan kopuk geçirdiği bu yıllara ait deneyimlerini ”Walden – Ormanda Yaşam” adlı kitabında toplamış. Maddeci medeniyete karşı. Yaşam felsefesinde barış, varlık sevgisi, sade yaşam ön planda. “Yabanda dünyanın kurtuluşu yatar.” diyerek mutluluğu ormanlarda, doğanın içinde arayan bir bilge. 

Evimde üç sandalyem vardı; birincisi yalnızlık, ikincisi arkadaşlık, üçüncüsü ise topluluk için. Ziyaretçiler daha fazla ve beklenmedik sayılarda geldiğinde hepsi için yalnızca üçüncü sandalye vardı; fakat genellikle ayakta durup odayı idareli kullanıyorlardı. Küçük bir eve kaç önemli erkek veya kadın sığabileceğini bilseniz şaşardınız. Yirmi beş-otuz ruhu bedenleriyle beraber, aynı anda çatımın altında misafir etmişimdir, fakat çok kere birbirimize ne kadar yakınlaştığımızın farkına varmadan ayrılmışızdır. 

Henry David Thoreau / Walden – Ormanda Yaşam / Ziyaretçiler / s.163

Henry David Thoreau'nun anısına Walden Gölü yakınındaki kabinin önüne dikilen heykel

Henry David Thoreau’nun anısına Walden Gölü yakınındaki kabinin önüne dikilen heykel

“Evimde üç sandalyem vardı; birincisi yalnızlık, ikincisi arkadaşlık, üçüncüsü ise topluluk için.”

Birincisi yalnızlık. Tek başınalığın sade ifadesi. İkincisi arkadaşlık. Lüks konforun, sandalye kalabalığının arasında unutulan gerçek arkadaşlıkların kaybının farkında mıyız? Üçüncüsü topluluk için. Gönüller bir olduğunda kaç kişinin küçük bir odada ferah ve neşeli vakit geçirebildiği günleri, çocukluk döneminin sadeliğini hatırlıyorum.

Bize verilen yetenekler aynı akarsu gibidir. Uygun bir yol bulduklarında gittikçe coşarak kendilerinden bekleneni yerine getirirler. Dar engellerle tıkanan sular ise kuvvetlerine göre ya daralır ya da çıldırır, yıkıp geçerler. 

Kendinden bekleneni istikamet üzere yerine getirene emeği karşılığında zevk bağışlanır. Ve o emek, sahibini mutlu eder. Sorumsuzluk, tembellik ise önü gittikçe tıkanan sular gibi darala darala bir noktada sıkışır ve zamanla kokuşur. Bu batağa dönen manzaradan ne zevk beklenir ne mutluluk. İnsanın canına can katan; diridir, hayattır, İnsanın canından can alan ise hüsran ve yok oluş.

Nasipler mademki insanı bulur ve her nasip kişiliğe göre biçilir, dikilir ve verilir. O zaman insan da nasibin renginden, eninden boyundan kendini tanımaya çalışmalı. Çünkü ölçülerimizi bilen “terzi”nin kendisine elbisenin en güzelini, en münasibini dikeceğini bilmeli. 

Exupéry’nin, yaşadığı şartlar içinde oluşturduğu bir bilge yapısı var. “Geri getirilemez olanla mutsuz olmak yerine, nasıl olursa olsun, sana bağışlanan günü kabul et.” derken teslimiyeti ve mutluluğun adresini gösteriyor. 

Mutluluğun sırrı, insanın yalnız sevdiği şeyi yapmasında değil, yapmaya zorunlu olduğu şeyi sevmesindedir.

Ünlü kaşif Edison, bir sonbahar günü bahçesinde dolaşırken uçamayan küçük bir kuş gördü. Küçük ispinoz kanadındaki özür yüzünden güneye göç eden arkadaşlarından ayrı kalmıştı. Edison Kuzey Amerika’nın soğuğuna dayanamayıp öleceğini düşünerek küçük kuşa acıdı. Kuşu yakaladı, bir buçuk ay kadar kanadındaki yaranın tedavisi ile uğraştı.

İyileştiği zaman uçurmayı düşündü. Fakat Güney Amerika’ya kadar yalnız başına uçamayacağını düşünerek, kuşu özel olarak yaptırdığı bir kafesin içine koydu ve bir seyahat acentasıyla Güney Amerika’da ispinozların kışladığı yere kadar yolladı.

‘Vazife büyük şey yapmak değil, ne kadar küçük olursa olsun gerekeni yapmaktır.’

A. Carrel

Fakat insanın göreve inanması için sonsuza götüreceği bir şeyi olması lazım. 

Bu bilinç ancak çocukta maya tutar.  

Bu yörüngeye giren çocuk, güneş doğduğu zaman, ‘İşte yeni bir gün, yapılacak görevlerle dolu,’

Güneşin batışını seyrederken ise, ‘İşte dönmemek üzere giden bir gün. Acaba görevimi yapabildim mi?’ der. 

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.378-379

Exupéry toplumdaki sancıları teşhis ederek tedavisinin peşine düşen, bir şeyleri yapıyor görüntüsüyle “mış”ları yaşayanları uyandırmaya çalışan bir emekçi. İnsana aşılamak istediği en önemli değerlerden biri “gerçek kimliğimize kavuşmak.” Çünkü gerçek kimliğine kavuşan; hayatın, kendinin, üstüne düşen görevlerin önemini kavramaya başlar ve her şartta hiç farkına varmadan mutluluğa yürür:

Bunalım, gerçek kimliğin yitirilmesinden kaynaklanır. Mutluluğun ya da umutsuzluğumla bağıntılı bir bekliyorsam, boşluğa atlıyormuş gibi olurum. Kararsızlık beni sallantıda bıraktığı sürece duygularım ve davranışlarım, geçici olarak kılık değiştirir. Zaman, saniye saniye bir ağacı oluşturduğu gibi bir saat sonra içime yerleşecek olan gerçek kişiyi oluşturmaktan vazgeçer. Tanımadığım bir ‘ben,’ bir hayalet gibi, benim dışımda, bana doğru ilerler.  İşte o zaman bir sıkıntı duyarım. 

Kötü haberse bunalım değil, acı yaratır: Bambaşka bir şeydir o. Oysa şimdi zaman boşu boşuna akıp gitmiyor artık. Nihayet görevimin başındayım. Artık ne olduğu bilinmeyen bir geleceğe dönük değil tasarılarım. 

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.30

Exupéry aynı zamanda savaşın tam ortasındaki, fırtınanın içindeki ölümü hissederken bile korkmayan kahraman bir pilottur. Ve mitralyözlerin arasında hatıralarındaki oyunlara koşan bir çocuk. Nerede, neyi gördüğünü fark ederek hemen düşüncelerinde değerlendirir. Gördüklerinden, yaşadıklarından yola çıkarak yazıya döker. Belki de bu nedenle her cümlesinde yapıcı, uyarıcı, diriltici soluklarını hissedebiliyoruz.

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine de Saint-Exupéry

Geçen her dakika, içeriğiyle besliyor beni. Olgunlaşan bir meyve kadar uzağım sıkıntıdan. Çevremdeki uçuş koşulları değişecek elbette. Koşullar ve sorunlar değişecek. Ama ben bu geleceğin oluşumunda görevliyim. Zaman, yavaş yavaş yoğuruyor beni. Çocuk, yavaş yavaş ihtiyarlamaktan korkmaz. Çocuktur o; oyununu oynar. Ben de oynuyorum. Krallığımdaki kadranları, manivelaları, düğmeleri, kolları sayıyorum. Yüz üç tane bakılacak, çekilecek, çevrilecek ya da itilecek nesne saydım. (Makineli tüfeklerimin düğmesini sayarken küçük bir hile yaptım yalnız; on iki saydım.)

Dinginliğim, aynı zamanda, çevremi kuşatan aletlerin yerlerini almasından, bir anlam taşımaya başlamasından geliyor. Bütün şu hayvan bağırsağını andıran boru ve kablolar bir dolaşım sistemi meydana getirdi. Bütün uçağı kapsayan bir organizmayım ben. Yavaş yavaş giysilerimi, alıp verdiğim oksijeni ısıtan şu düğmeyi çevirdiğim zaman uçak rahatlık veriyor bana. Ayrıca oksijen de çok ısındı hani, burnumu yakıyor. Oksijen bulunduğumuz yüksekliğe göre karışık bir aygıt tarafından ayarlanıyor. Kısacası ocak besliyor beni. Uçuşa çıkmazdan önce insana yabancı buluyordum uçağı; oysa şimdi kucağımda, çocuğun anasına duyduğu sevgiye benzer bir hisle bağlıyım ona. Bir süt çocuğu sevgisi. Ağırlığıma gelince birtakım dayanak noktalarına dağıldı. Üç katlı elbisem, sırtımdaki ağı paraşüt, oturduğum koltuğa dayanıyor. Kocaman botlarım uçağın falakasında dinleniyor. Kalın ve sert ellerim, yerdeyken son derece beceriksiz olan ellerim, ustalıkla yönetiyor dümeni. Dümeni yönetiyor…  Dümeni yönetiyor…
….
Sizin anlayacağınız, işimi görüyorum. Kendi başlarına birer anlam taşıyan, kendi kendilerine yeten edimlerin verdiği bedensel zevkten başka bir şey duymuyorum. Ne büyük tehlike duygusu var içimde (oysa giyinirken epey kaygılıydım) ne de büyük bir iş becerdiğim duygusu. 

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.31-32-34

İnsanlar kaçışta gibi sanki –
Onları ne endişelendiriyor onları kaçışa ne
                                             sürüklüyor acaba?
Onlar tehdit eden yabancıdan kaçmıyor sadece
Onlar kendilerinden de kaçıyor kendi
                                                sefaletlerinden –
Yegâne varlıklarından. Ey insan dinle –
Sen Mutlak Varlığın kıyısındasın, nereye
                                                         gidiyorsun?
Dur!
                         Allah Merkezdir ve Huzurdur  

Frithjof Schuon / Bilgelik Şiirleri / Deniz Yıldızı / Kaçış / s.155

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Görünen o ki insan, vazgeçme noktasında tanıyor esas kendini ve en yakın dostu oluyor kendisinin. İçimizdeki hangi ihtiyaca cevap verdiğini bilmediğimiz o bütünlük hissinden daha değerli hiçbir şey olmuyor artık o anda.

    Unutmak mümkün mü, boğazıma kadar kuma gömülü, susuzluktan yavaş yavaş boğulurken, yıldızlardan yorganımın altında yüreğimin nasıl ısındığını?
    Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.172

    İşte gerçek özgürlük budur. Görünmeyen bağları koparıp özgür bırakmak kendini ve seni çevreleyen bütün zincirleri. Sonuçta zincirin fıtratındadır halka ile birbirine bağlanmak. Çapaya dolanan zincir ile boyuna asılan zincir aynı değildir. Fakat ikisi de bir gemiyi tutar. Zincirin mahareti değil, koşullara karşı direnç, geminin çabasıyla ölçülür zincirin sağlamlığı.
    Elif Hanım emeğinize sağlık çok güzel bir yazıydı. Fakat şu son bölümde ki Frithjof Schuon “Sen Mutlak Varlığın kıyısındasın” sözüne katılmıyorum. Yazılarından bir filozof makamına oturtulmuş olduğunu anlıyorum ama bir filozof “mutlak” varsa onun karşısında hiç bir şeyin olmadığını bilir. Merkez ve kıyısı ikilik te mutlak yoktur. Teşekkür ederiz. Tarık Bey’ de ara verdi galiba yazılara bekliyoruz.:)

  2. 8-9 sene önce İnsanların Dünyası ve Kale’yi okumuş ve pek bir şey anlamamıştım. Muhabbeti açılınca da güzel kitaplar ama birşey anlamadım diyordum. Meğer okumayı bilmezmişim. Çok şaşırdım kundura tamircisi çözümlemesine.

    Bir başka şaşırtıcı cümle:

    “Görünen o ki, bu kusursuzluk aşamasına ancak eklenecek bir şey kalmayınca ulaşılabilecek ve çıkarılması gereken bir şey kalmayınca.”
    “Il semble que la perfection soit atteinte non quand il n’y a plus rien à ajouter, mais quand il n’y a plus rien à retrancher”

    Benim öyle kitap çevirecek fransızcam yok ama nüansları fark edebiliyorum. Yukarıdaki cümleyi ben şöyle anlıyorum “Görünen o ki mükemmelliğe ancak eklenecek çıkarılacak bir şey kalmayınca ulaşılır”. Daha sade gibi görünse de aslında cümle hem edebi hem de anlam zenginliğini kaybediyor. Zannediyorum çevirmenin başarısı da dil kabiliyetinden ziyade kitabın bütününü anlamayla alakalı. Sizin açısınızdan metnin yanında Exupery’yi de iyi anladığınız için çok makbul çözümlemeler yapıyorsunuz. Ellerinize sağlık.

    Bir de yazınız farklı çağrışımlarla popüler bir tipi düşündürdü. Tip diyorum çünkü tipolojiye konu olacak niceliği çoktan yakaladı.

    Teknolojiyle ilgili şeyler okuyup dinlerken farklı kişilerce sık kullanılan bir tespit vardı. Aşağı yukarı şöyleydi: Bugün 9 yaşındaki bir çocuk elindeki akıllı telefonla falanca filozoftan daha bilgili veya bilgiye erişimi 99 yılındaki insanlığın tamamından fazla…

    Bunu duyan epey insan havaya girdi. Kendilerini gelişmiş bir varlık gibi hissettiler. Telefon sayesinde antikiteden bu yana tüm filozoflar, allameler arkada kalmışlardı. Zaten geçmişte kalan geridir. Bu böyle kuyuya atılan taş gibi seviyesine göre toplumun en tepesinden en aşağısına kadar her yeri deldi geçti ve en son dibe çarpma sesinden bu yana ilmin, fikrin, düşüncenin önünü alınamıyor. Bu gelişmişlikle birlikte bir cümleyi anlayamama bile onlara halel getirmiyor. Olsa olsa metin anlaşılmaz oluyor.

    Bir topluma basit cehalet hakimken oradan büyük düşünürler çıkabiliyor, çıkmışlar da.. Ancak cehl-i mükap dedikleri yaygınken oradan Tolkien veya Exupery veya Schuon çıkar mı, çıksa bile fark eder miyiz bilmiyorum.

Leave A Reply