Aralarında Göze Görünmeyen Varlığım Yok

0

Laflar üst üste,
Gözler üst üste,
İşler üst üste,
Günler, saatler, dakikalar
Üst üste;
Sevgiye anlayışa yeri yok düzenin.

Yağmur yağar iplik iplik
Camlar örülür perde perde
Gün ışığına uzanamaz elleri düşüncenin.

İçinde yaşadığın çağ kin, hırs, riya anaforunda avuçlardan kayıyorken boşluğa; çağdaşlık denen maskaralık insanlığı çekerken darağacına, insan olarak hiç düşündün mü “Ben bu ortamın neresindeyim?”

Senden çok sonra Werth bu mektubunu Que faut-il dire aux hommes? (İnsanlığa ne söyleyebiliriz?) adı altında yayımladı. Erdemden yoksun bir dünyada insanlığın karşı karşıya olduğu sorunları yansıtmaya çalışıyordun dostuna.

‘İlerleyişimizin bir aşamasında yoldan çıktık. İnsanın kendisi için kurduğu karınca tepesi bugün her zamankinden de zengin. Şimdi daha zengin ve müreffehiz, ancak en temel unsurun eksikliğini çekiyoruz… Kendimizi daha az insan gibi hissediyoruz; bir yerlerde gizemli ayrıcalıklarımızı yitirdik.

Görüyor musunuz, gezegenimizde yeni olan bir şey doğuyor. Modern çağın teknikteki gelişmesi insanları karmaşık bir sinir sistemi gibi bağladı birbirine. Seyahat imkanları çok çeşitlendi ve haberleşme gerçek zamanlı oldu. Tek bedende bütünleşen hücreler gibi bağlandık birbirimize, ancak bu yeni bedenin henüz ruhu yok.’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.275

On beş katlı bir yapıda küçük bir dairede oturuyorum. Altımda yedi, üstümde yedi kat var, çevremse göz alabildiğine uzayıp giden beton bir kent. Büyük Piramit’in ortasında dursam aynı ölçüde hafif duyumsardım kendimi. Güzel gezintiler yapsam da öyle. Ama ne yazık ki burada bir de Arjantinliler var. İlkbaharın şu binlerce metreküp beton arasından nasıl sıyrılıp çıkacağını merak ediyorum. Sanırım baharda cama konmuş saksı içindeki sardunya solar burada. Nasıl da severdim Paris’te baharı. Saint-Germain Caddesi’ndeki kestane ağaçlarıyla içime dolan sevinç. Her yana yayılmış o anlatılmaz var olma duygularımı. Ama artık Paris’i aramam gerekip gerekmediğini bilmiyorum. Orada kendimi o kadar az evimde duyumsuyorum, insanların benim katılmadığım o kadar çok işi gücü var ki. Zamanlarının birkaç kırıntısını bana veriyorlar. Aralarında göze görünmeyen varlığım yok ve insan bunu korkunç biçimde duyuyor.

Tek avuntum uçmak. Keşif, deneme uçuşlarına çıkıyorum, yeni hatları kolaçan ediyorum. Şimdiye dek bu kadar uçmamıştım. İki gün önce ülkenin en güney ucundan döndüm. Bir günde 2.500 kilometre: Şöyle küçük bir uçuş değil mi?

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.56-57

Exupéry'nin son uçuşunda kullandığı Lockheed P-38 Lightning

Exupéry’nin son uçuşunda kullandığı Lockheed P-38 Lightning

Bir kalbin başka bir kalbe ihtiyacı ne kadar büyük. Dünyanın ihtiyaç listesinden daha fazla diyebilir miyiz? Çünkü kalbin çapı dünyadan geniş. Onun manevî sonsuzluğunda madde sadece bir nokta. Gönlün sınırı olur mu? Kâinata sığmaz Yaradan. Ama bir kulumun kalbine sığarım diyorsa… O sınırsızlıktan yakıtını alan ateşi, kim söndürebilir? Hızlı zamanın savurduğu üstünkörü sözler Exupéry’nin bu duygusal açlığını doyurmaktan çok uzak. 20. yüzyıl insanının dramını, yalnızlığını kendi şahsında sığdırdığı kısacık şu cümle insanın içini acıtıyor: “Zamanlarının birkaç kırıntısını bana veriyorlar.”

Onun gönlü, içten duyguların sofrasına davet edilmeye hasret. Eserde pilot karakterinin Küçük Prens’i arayışındaki ruh halinin ve onu bulduğunda ve birlikte olduğunda yaşadığı her anın etkisini daha iyi anlayabilmemiz için Exupéry’nin arkadaşlarına ve bilhassa annesine yazdığı mektupları okumak yararlı olacak.

Rinette, hiç de zarif bir dost değilsiniz. Neden bana yanıt vermemekte direniyorsunuz? Neden telefon ettiğimde yüzüme “Haa, siz misiniz? Tamam. İyi günler. Hemen kapatın.” diyorsunuz? Oysa nasıl da dünyadan kopuğum, ama sizin umurunuzda bile değil…

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.39

Dün size üç mektup yazdım ve birbiri ardından yırttım. Daha fazlasını söylemek gereksiz. Ardından telefon ettim. Bu akşam duygusal açıdan daha atlamış olarak yazacağım, çünkü artık size o kadar çok güvenmemek gerektiğini anlıyorum. Birine yardım edecek duruma gelebilmeniz için bir sürü koşulun bir araya toplaşması gerekiyor.

Üstelik neden yazdığımı da bilmiyorum. Başıma gelen küçük şeyleri anlatacağım bir dosta büyük gereksinmem var. Her şeyi paylaşacağım bir dosta. Neden sizi seçtiğimi artık bilmiyorum. Öylesine yabancısınız. Kağıdım yazdığım tümceleri yüzüme çarpıyor. Pek de inanmadan, uyandırmak üzere usul usul mektup yazıyorum. Belki aslında kendi kendime yazıyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.42

Onun gönül dünyası çok zengin. Dünyanın maddi kabuğuna bu nedenle sığamıyor. Bir de çevresi; bilhassa yakınları tarafından anlaşılamamak bu sığamayan ruhu sık sık göklere taşıyor. Gökler ve çöller… Bu dünya garibinin iki dostu.

Göklerde, çöllerde geçen geceler… Bunlar her insanın eline geçmeyecek fırsatlardır. Koşullar elverdiğinde ise, bütün insanlar aynı şeye ihtiyaç duyarlar.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.175

Exupéry’nin bu sancılı seyahati, onu ilk önce çevresine sığınmaya; sonra hakikatin kokusunu aldığı maviliklere uçmaya götürecektir.

Sevdanın oduna pek güvenilmez, tutuşursan eğer, kolay sönülmez. Bu yolun hükmüdür geri dönülmez, canına kıymazsan seyahat etme.

Neyzen Tevfik

– Her duygu kurulukta susar, sevmez katılığı. Neden kuşlar ve uçmaları rahatlatır bizi?

– Çünkü onlar özgürlüğün renklerini taşırlar üzerlerinde. Onların kalplerini doyuran sevgi katıksız bulutlarda ve saf maviliklerdedir. Riyayı bilmeyen bir âlemin yolcularıdır gün boyu. Gündoğumundan batımına kadar sadece göklere yaslarlar kanatlarını. Sadece özgürlüklerine bendedirler. Sonra dönerler ve herkesten, her türlü kirden, tuzaktan uzak sığınırlar ağaçlarına.

Exupéry de dış dünyanın ikiyüzlü yapısından uzaklaşmak için iç dünyasının sıcaklığına; annesine mektuplarıyla sığınır:

Bak anneciğim, beni onlardan daha iyi tanıyan, bana hayranlık duyan, hayran olduğum dostlarım var. Bu da işe yarar bir adam olduğumun kanıtıdır. Hazda bile öğrenecek bir şeyler aradığım, gece kulüplerindeki eşek arılarına dayanamadığım, gereksiz konuşmalar canımı sıktığı için artık ağzımı bile açmadığım halde, ailemin gözünde hala sığ, geveze, keyfine düşkün biriyim. Bırakın da bozmayayım bu düşlerini, değmez çünkü.

Eskiye oranla öyle değiştim ki. Bunu sizin bilmeniz ve beni azıcık saymanız yeter.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.91

Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır, parantez.

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.


Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.

Behçet Necatigil “Kitaplarda Ölmek” şiirinde hayatımıza renk katan nice sanatçıyı, mana zenginliklerinde gezindiğimiz nice yazarı, aklımıza ışık olan bilim adamını bu vefasızlıkla nasıl parantezlerin içinde öldürdüğümüzün acısını dile getiriyor. Oysa hepsinin ruhu, yüreği, düşünceleri her şeyiyle o çizgidedir.

Aralarında göze görünmeyen varlığım yok, insan bunu korkunç biçimde duyuyor.” diye yakındığı çevresindeki insanlar gibi duygularını yürekten samimiyetle dile getiren bu sevgi insanının yazdıkları iki parantez arasına sıkıştırılmamalı.

Annesine yazdığı bir başka mektubunda Exupéry; ruhu, yüreği bir çizgiye sıkıştıranlara, bir eserin yalnızca çarpıcı yanını anımsayıp içindeki öze, kelimeler ardındaki yüreğin çözülüşüne aldırmayanlara karşı hissettiklerini şöyle dile getiriyor.

Bir kitabın, bir görüşün yalnızca çarpıcı, süs haline getirilebilecek yanını anımsamak. Maskeli baloya gittikleri zaman kralın atlıları gibi giyinip de Orta Çağ şövalyeleri gibi duygulanmaya kalkan insanları sevmiyorum (…)

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.91

Exupéry Küçük Prens’in bir bölümünde büyüklerin manadan ziyade maddeye düşkünlüklerini eleştirdikten sonra onlara sitemini şu sözlerle belirtiyor:

Hiç kimsenin kitabımı özensizce okumasını istemem doğrusu. Bu anılarımı yazarken çok üzüntülü anlar yaşadım.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.22

Anlaşılamamanın burkuntusu zamanı dar ediyor insana. Hayata yüklediğimiz soruların cevabını alamadığımızda hem hayat bize yük oluyor hem biz hayata.

Oysa candan bir arkadaşı olanın yükü alınır sırtından. Hayata yüklenen sorular birlikte sorulur, birlikte paylaşılır bekleyişler…

HighFlight-Saint-Ex1-Edit

Sadece maddi servetimiz için çalışırken, kendi hapishanemizin duvarlarını örüyoruz biz insanlar. Hayata hiçbir kıymet katmayan, küllerin altına gömdüğümüz üç beş kuruşumuzla tek başımıza oraya kapanıyoruz.

Hayatta bende kalıcı bir tat bırakmış olanlar kimler diye düşündüğümde, sayılı saatlerimin bir hesabını yaptığımda, bulduğum her şey aslında bana herhangi bir maddi servetin sağlayamayacağı şeyler kesinlikle.

Bir Mermoz’un arkadaşlığı satın alınamaz, birlikte yaşadıklarımızın bizi sonsuza kadar birbirimize bağladığı o dostluğu hiçbir servet karşılayamaz.

Bu gece uçuşu ve gecenin binbir yıldızı, bu sükûnet, birkaç saatin bu ihtişamı, bunlar parayla satın alınamaz.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.37

Gecenin kendine has renginden habersiz, yıldızları seyirden nasipsiz, sükûnetin yürekteki dalgalanışını hissetmeyen ve kendi soğukluklarında ölen insanların dramını anlatan şu hikâye günümüz insanının kaosunu çok açık gözler önüne seriyor:

Bir gün altı insanın yolu bir yerde kesişti. Bindikleri araç arızalanmış, yolda kalmışlardı. Soğuk ve karanlıktı. Hepsi bir ateşin etrafında toplanmış, ısınmaya ve gecenin karanlığını dağıtmaya çalışıyorlardı. Biricik ateşleri sönmek üzereydi. Alevler cılızlaştıkça karanlık derinleşti. Yüzlerine çarpan sıcaklık hızla azalmaya başladı. Herkesi yalnızlaştıran ve çaresizleştiren karanlığı ve soğuğu daha derinden hissetmeye başladılar.

Ateşe yeni odun atmak gerekiyordu. Odunları yok değildi. Her birinin elinde birer odun vardı. Halkanın en başında oturmakta olan kadın, elindeki odunu arkasına saklamıştı. Ateşin etrafındaki adamlardan birinin zenci olduğunu fark etmişti. Bir zenci için feda edecek bir şeyi yoktu. Kadının yanındaki adam tek tek herkesin yüzüne baktı. Kendi milletinden kimse yoktu, ateşe atacağı odun başkalarını ısıtacak olduğuna göre soğukta kalsa daha iyiydi. Elindeki odunu sıkıca kavrayıp tuttu.

Hemen onun yanında zengince bir adam oturuyordu. Bir eli yağda bir eli balda yaşamıştı şimdiye dek. ‘Sıradan’ insanların arasına sığınmak zorunda oluşuna lanetler okuyordu. Sahip olduğu malı mülkü aklına geldi; kimseyle bir şey paylaşmamıştı şimdiye dek. Hep kazanan olmuştu. Şimdi elindeki tek serveti odunu neden bu miskin insanlar için harcamalıydı ki? Ateşe atmadı elindekini. Onun yanındaki yoksul adam, ceketini bir hırsıza kaptırmıştı. Nefretle yanındaki iyi giyimli zengine baktı, emeğini sömürüp hakkını vermeyen bencil bir zengin için neden bir odunu feda etsindi ki?

Zenci olan ise nefret duygularıyla doluydu tüm beyazlara karşı. Elindeki sopa kendini başkalarından koruyacak tek silahtı. Onu ateşe atıp yakamazdı.

Halkanın sonundaki adam ise şimdiye kadar hiç karşılıksız vermemişti. Ancak bir şey aldığında vermeyi öğretmişti ona anne ve babası. Oyunun kuralı böyleydi. Ateşe atmadı elindeki odunu.

Ertesi gün küllenmiş bir ateşin etrafında donarak ölmüş altı insan cesedi bulundu. Her birinin donmuş ellerinde sıkı sıkıya tutulmuş altı tane de ateşe atılmamış odun vardı.

Görünüşe göre hepsi dışarıdaki soğuk yüzünden ölmüştü. Oysa, insanın ellerini vermekten geri tutan cimrilik daha soğuktu.

Cimrilik Yaradan’ın bize verdiği kâinata denk iç dünyamıza hiç mi hiç uymuyor… Nasıl yakıştırabiliyor insanoğlu bunu iç âlemindeki zenginliğe? Bütün varlık birbiriyle dayanışma, yardımlaşma halindeyken, Allah’ın bütün isimlerinin aynası olan insanoğlu nasıl olur da aynasına baktığında sadece ve sadece kendi “ben”ini görebilir? Çağ, insanı bu duruma sokacak kadar korkunç… Ve bu korkunç ortamda bir arkadaş arayıcısı: Antoine de Saint-Exupéry.

Arkadaş, sen daha ona seni yargılayabileceği bir şey söylemeden seni kucaklayandır. Eğer yolunu aydınlatan baharı anlatırsan, o senin baharını görür. Eğer geldiğin ülkede hüküm süren korkuyu veya kıtlığı anlatırsan, o da seninle birlikte kıtlıktan etkilenir ve korkuya karşı ayaklanır. Çünkü insan için arkadaş, “onun için var olan ve onun için belki de asla açılamayacak bir pencere açan parçasıdır.”

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / Bölüm LVIII / s.178

Bazı gönüller vardır. Dünya garibidir onlar. Anlaşılamazlar. Zamanla biriken çaresizliklerinde sesini kimsenin duymadığı ırmaklar çağıldar. Şairseler şiir, yazar iseler sayfalarca yazı olarak akarlar deryaya; sanatçıysa renklerle, nağmelerle… Onlar, yürüdükleri yolda yalnız yolcudurlar. Belki de bu sebeple görüş ufuklarında kimse olmadığından çevrelerini herkesten iyi analiz ederler. Çok geniş iç içe daireleri, bir bakışa sığdırırlar.

Çaresizliğimi döktüm içime
Nokta oldu dudağımda
Suskunluğum.
Baharı bekleyen tomur gibi
Açmayı bekliyorum.

O noktayı koydum yüreğime
Lal oldu soluğumda
Yalnızlığım.
Rahmeti bekleyen toprak gibi
İçmeyi bekliyorum.

Lal rengine boyandı zaman
Hasret oldu gözlerimde
Garipliğim.
Seheri bekleyen kuşlar gibi
Uçmayı bekliyorum.

İçimde hasret, hasret üstüne…
Yük oldu canımda
Duygularım.
Dünya köprüsünden yolcu gibi
Geçmeyi bekliyorum.

Bazı beyinler vardır. Dünya garibidir onlar. Çözülemezler. Bir hasret yumağı sarılıdır düşüncelerinde. O hasret, bu dünyadan değildir. Değerini aldığı uzak beldelerden hep bir davet bekler, dururlar. Hayalleri sonsuz; duyguları ceylancadır.

C4SDngaVUAE55kr

Ceylan olmak, kendilerini kendi danslarına bırakmak isterler. Saatte yüz kilometre hızla, arada bir sanki kumdan fışkıran bir alevden kurtulmak ister gibi aniden zıplayarak, burnunun doğrusuna koşmak isterler.

Onların gerçeği kendilerinden bile hızlı koşmalarına ve daha uzun sıçramalarına neden olan korkuyu tatmaksa eğer, çakalların ne önemi var? Onların gerçeği güneşin altında bir pençe darbesiyle yitip gitmeye açık olmaksa, aslanların ne önemi var?

Şöyle düşünür insan onların bu haline bakıp: İşte uçsuz bucaksız toprakların hasreti alıp götürdü gazelleri. Hasret olmak, bilememektir biraz da neyi özlediğini… Özlemin bir nesnesi vardır elbette, ama adını koyacak kelime bulmak mümkün olmaz hiçbir zaman.

Ya biz, bizler neyin yokluğunu duyarız hayatta?

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.182-183

Garip gözleri, ötelere bakar. Göremediği âlemlere uzayan yolların korkusu, aşamaz heyecanını. Ne vardır şu ufukların ardında? Hangi hasret çeker içten içe benliğini; bilemez.

Her kapının anahtarı kendi değerince. Kapıyı açmak, bu dünyadan kopmaksa… Garip, ötelerin cezbesinde bir ceylan olur; yüreğinden fırlar ok gibi… vuslatına koşar.

Suskunluk, yalnızlığa dost;
Gariplik, duygulara yoldaş…
Nokta lal kaldığında
Hasret, yüktür bekleyene. 

Ey içinde baharlaşan garibim!
Rahmet bir gülse gönlünde,
Bil ki yanacaksın ateş gibi…
Artık dünyan bir kor;
Her kor, köprü olacak “seher”ine.

O koru bıraktı göğsüne garip.
Yanmaya başladı çölün
Göklere sevdası…
An, işte o andı; turnalar gibi
Göçmeni bekliyorum.

Cenab-ı Hakk nezdinde kulların en sevimlisi gariplerdir. Onlar kıyamet günü Meryem oğlu İsa ile haşrolacaklardır.

Hadis 

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply