Ah Anneciğim, Bilseniz Ne İnce Ruhlu Buluyorum Sizi

0

Pilot Exupéry uçarken bütün benliğiyle gökyüzüyle bütünleşen bir insan. Göklerde yaşadıkları, onun hayatı. Gece karanlığın içinde uçağıyla kaydığı; gündüz yükseklerden yeryüzünü kuş bakışı seyrettiği saatler… Bulutların arasında fırtınayla boğuştuğu dakikalar… Sanki ruhunu kaptan kaba aktarıyor gibi; heyecanı dorukta. Kimseler yok. Sadece sonsuzluğa uzanan bir mavilik. Burası da gökler âleminin bir çeşit çölü. Sükûnet, duruluk ve yalnızlığa kıvrılan yollarda insana kendini bulduran yolculuk. Geçmiş, kaybettiği yakınları, dostları ve küçük Antoine; Exupéry’i hiç yalnız bırakmıyor. O da kalbini, duygularını ve sevgisini onlarla paylaşıyor.

Saint-Exupéry çocukluğunun iyi kısmını oluşturan hazineyi ölene dek gözü gibi sakındı ve annesini mutluluğunun kefili olarak neredeyse nevrozlu bir biçimde üzerine titreyerek sevdi.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.16

Ona yazdığın ‘Sev beni, benim seni sevdiğim gibi’ diye biten son mektubunu anımsadın, dudaklarını aydınlatan küçük bir gülücükle. Birkaç saat sonra gün senin hayat-batımınla özdeşleşecekti. Aklına beş yaşındayken Saint-Maurice-de-Rémens’da bir gurup vakti annene verdiğin armağan geldi. Floral desen kakmalı ceviz bir kutu idi bu. ‘Anneciğim, bunun içinde ölen günbatımlarını sakladım sizin için.’ demiştin. Gözlerinde büyüyen bir damla yaşla nasıl derinden bir sevgiyle bakmıştı sana…

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.277

 

Nerden bu sihri, akşamların?
Eski bir rüyayı getirir avuçlarıma
Ben susamış, ben yorgun
Kana kana içerim.

Gözlerim bir perdeyi çeker
Sarar etrafı çepeçevre
Menekşelenir anılar.

Sular akşam, dağlar akşam, evler akşam.
Çocukluk türküsü kulaklarımda
Severim, severim, sevilirim.

 

Herkes farklı şekilde, farklı duygularla, değişik sevgileri bekler. Exupéry’nin beklediği, korunma duygusunun taçlandığı anne kucağıdır:

Koşarak sarılacağım bir kucağın sıcaklığında, tam ısınma vakti… Çağırılıyorum. Çocukluğum, turna kanatlarından bakmaya doyamadığım yemyeşil, kuytu ve serin anılar… Annem… dizinde korkularımın dindiği, satırlarında yalnızlığımdan kurtulduğum zaman. Sizleri çok seviyorum.

Sizden tam bir aydır haber alamadım. Oysa sık sık mektup yazıyorum; karşılık alamayınca üzülüyorum. Geldiğimde iki mektubunuzu bulsam ne çok sevinirdim; çünkü anneciğim dünyada en çok sevdiğim insan sizsiniz. Sizden uzak kalınca anlıyorum size sığınmanın, sizden gelen iki satırlık mektubun değerini; sizinle ilgili bir anının yüreğime çöken karayı nasıl dağıttığını. Masamda henüz dal olamamış bir fındık dalını canlandıran, pastelle çizilmiş koyu renkli ışığına bayıldığım resminizle, çok iyi tanıdığım o hafifçe öne eğik halinizle sizi gösteren bir fotoğrafınız var. Çekmecelerden birindeyse üç yıl boyunca yazdığınız mektuplar.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.97

Bir şeyin değeri ona yüklenen anlamdan geliyor. Floral desen kakmalı ceviz kutu ve yatak odasındaki soba, Antoine Exupéry için sıradan iki eşya değil. Birinin içinde bir daha geri gelmeyen günbatımları, diğerinde huzur verici gizem var. Bu ikisini ebedîleştiren şey anlamdır. Yoksa herkes bir zaman çocuktu ve bir zaman bizim de oyuncaklarımız, birlikte yaşadığımız bir sürü şey vardı. Ama şimdi neredeler?

1930 yılının Ocak ayında, Arjantin’de Gece Uçuşu’nu yazarken annesine sık sık mektuplar gönderiyordu. Bunlardan birinde şunları söylüyordu:

‘Bu akşam neden sürekli Saint-Maurice’te oturma alanını evin diğer bölümlerine bağlayan holü anımsadığımı bilemiyorum. Akşam yemeğinden sonra deri koltuklarda oturur, yatma vaktinin gelmesini beklerdik. Amcalarımız bir şeyler konuşarak hol boyunca bir aşağı bir yukarı dolaşırdı. Hol loştu. Konuştuklarından bölük pörçük parçalar duyardık. Gizemliydi her şey. Afrika’nın en karanlık köşeleri kadar gizem yüklüydü.

Yatak odalarımızın olduğu bölümde güldür güldür yanan soba, evin en güzel, en huzur verici, beni kendisine en çok çeken şeyiydi. Geceleri ne zaman uyansam onun duvarlara yansıyan gizemli gölgesini görmek, homurtularla yanışını duymak içime huzur verirdi. Nedendir bilmem, onu başucumuzda bizi bekleyen sadık bir kaniş gibi görürdüm. O küçük soba bizi her şeye karşı korurdu. Bazen yukarı çıkar, bize bakar, sıcak yataklarımızda huzur içinde uyuyuşumuzu izlerdin. Bir süre sen de sobanın çıkardığı sesleri dinler, sonra tekrar aşağıya inerdin.

Bana sınırsızlık kavramını öğreten şey ne Samanyolu ne uçmak ne de deniz oldu; senin yatak odandaki ikinci yataktı bu. Çocuklarından biri hastalandığında gece ona daha iyi bakabilmek için yanına alırdın. Bizim için hastalanmak büyük bir şans sayılırdı. Hepimiz sık sık hastalanmayı arzulardık. Grip olmak örneğin, o sınırsız şefkat okyanusuna ulaşabilme şansımızdı. Bir de odanda çıtırtılarla yanan şömine…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.149-150

Sobanın içinde ışıktan renkler dönüyor. Yanan odunlardan çıkan çıtırtılar, ateş meleklerinin sohbetleri miydi anne? Yaşam sevincimi taşıyorlar bir kış masalına. Kabuğunda tohum gibi, içimde huzur ve güven filizleniyor seninle. Masalları sığ edenler sadece uyurlar. Gönülden dinleyen çocuklarsa hayal kurarak apayrı bir âleme geçerler. Hayal âlemi, gönül âlemine ne kadar yakın bir arkadaş; değil mi anne?

Şimdilerde gece uçuşunu anlatan bir kitap yazıyorum. Ama aslında geceyi anlatan bir kitap bu. (Gerçekte hep akşam dokuzdan sonra yaşamışımdır.)

Başı şöyle, geceyle ilgili ilk anılar bunlar:

‘Gece olurken giriş aralığında düş görüyorduk. Lambaların geçişini gözlüyorduk. Bir demet çiçek gibi geçiriyorlardı lambaları; her biri duvara palmiye kadar güzel gölgeler düşürüyordu. Sonra bu aldatıcı görünüş köşeyi dönüyor, ışık demetiyle koyu renkli palmiyeleri oturma odasına kapatıyorlardı.

‘O anda bizim için gün bitmiş oluyor, bizi götürüp minicik yataklarımıza bindiriyor; başka bir güne doğru yola çıkıyorlardı.’

‘Anneciğim, üstümüze doğru eğiliyor, meleklerin yola çıkışını izliyor, yolculuğun gürültüsüz patırtısız geçmesi, hiçbir şeyin düşlerimizi bozmaması için yatak çarşafındaki katı gölgeyi, denizdeki çalkantıyı elceğizinizle silip yok ediyordunuz…’

‘Çünkü analar yatağı, bir dokunuşta denizi çarşafa döndüren tanrı parmağı gibi düzeltirler.’

Ardından, daha az emin gece yolculukları, uçakla yapılanlar gelecek.

Size nasıl büyük gönül borcuyla bağlı bulunduğumu bana nasıl anılarla dolu bir ev verdiğinizi bilemezsiniz. İlk bakışta hiçbir şey duymayan, vurdumduymaz biri gibiyim. Oysa var gücümle kendimi savunmaktan başka bir şey yapmıyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.117

Karşı karşıya gelenler dil ve gözleriyle, telefon edenler dil ve kulaklarıyla anlaşır; mektuplaşanlar ise sadece gönülden gönle konuşur ve anlaşırlar. Mektup, emek demektir. Emek vefanın, dostluğun bir uzantısıdır. Kâğıt seçilecek, kalem düzgün yazacak ve vücut pür dikkat kesilecek. Bu sebeple ne ayaküstü görüşmeler ne saatlerce konuşmalar içtenlikle yazılan satırlara denk gelemez. Kalemin ucundaki kelimeler hasretten doğar. Düşüncelerce ışır, sevilene bir yürek olarak sunulur. Yazılanlar gözden geçirilir. Cümlede hata var mı kontrol edilir. Yoksa şifre gibi başından, ortasından, sonundan harf al ve kelime oluştur. Bu eksik kelimelerle yazılanlar mektup değil, ancak haber ileten bir pusula gibidir.

Mektup bir nevi insanın kendisiyle yüzleşmesi. Acele yoktur. Enine boyuna gidiş-geliş, iniş-çıkışlarla derinlere inilir. Karşıdaki insana yazdıklarımız esasında üstü örtülü duygularımızın gün yüzüne çıkışı gibidir. Exupéry için mektup bir dertleşme, güvenilen bir dosta, yakına sığınma ihtiyacını taşıyor. O nedenle hayatının her döneminde, her yerde bilhassa annesine mektup yazmadan edemiyor.

1917 sonbaharında Alman ordusunun Fransa üzerindeki üstünlüğü sürüyordu. Savaş sanılandan çok daha uzun sürecek gibiydi. Fransa askerlik çağındaki bütün erkekleri silahaltına almakta kararlıydı. Le Mans ve Fribourg’daki sınıf arkadaşlarından çoğu askere alınmıştı. Kendisinim çağırılması da an meselesiydi.

Aile meclisi toplandığında Antoine’ın savaştan en az etkilenen denizci sınıfına geçmesi kararlaştırıldı.

Giriş sınavına hazırlanabilmek amacıyla Paris’teki Lycée Saint-Louis’e kaydı yaptırıldı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.59

Paris, Saint-Louis, 1917

Sevgili Anneciğim,

Hani her gün yazacaktınız! Oysa nicedir tek bir satır almadım sizden…

Bugün Perşembe, üç gün sonra; yani pazara Madam de Menthon’a öğle yemeğine gidiyorum, çağrılı olarak, geçenlerde onu görmeye gitmiş, evde kimseyi bulamayınca kartımı bırakmıştım.

Hüzünlü, pis bir hava var bugünlerde. Şimdi akşamlar insanın içini karartıyor. Bütün Paris maviye boyandı. Tramvayların ışığı mavi, Saint-Louid Lisesi’nde koridor lambaları mavi, sözün kısası her yan garip bir havaya büründü. Ve bunun Almanları pek rahatsız ettiğini sanmıyorum. Ama hayır, ediyor galiba. Şimdi şöyle yüksekçe bir pencereden bakınca, Paris kocaman bir mürekkep lekesine benziyor. Ne bir ışık yansıması ne bir hale; harika bir ışıksızlığa vardık. Sokağa bakan pencerelerden ışık sızana ceza kesiliyor.

Sizi seven oğlunuz Antoine

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.63 

1918’de Birinci Dünya Savaşı başlar. Saint-Exupéry, Hava Birliği’nde deneme pilotu olarak atanır. Bu onun ilk görevidir. İşi pisti denetlemektir. Onun en büyük sevdası ise uçmak. Ancak uçmak için orduya katılması gerekmektedir. Bu nedenle önce pilotluk diploması alır; sonra ilk uçuşuna çıkar.

Lakanal, Haziran 1918

Sevgili Anneciğim,

Umarım iyisinizdir. Öyle çok isterdim ki şu günlerde sizden bir mektup almayı. Bilseniz nasıl özledim sizi. Gelecek misiniz beni görmeye?

Bu akşam hava iyi, dolayısıyla Gothas, Réveil ve Caves cephelerinde mutlaka gümbürtü kopar. Destek atışlarını dinlemek için bir kerecik burada olmanızı isterdim. Tam bir kasırgaya, deniz fırtınasına yakalanmış sanıyor insan kendini. Müthiş bir şey. Yalnız, atış sırasında dışarıda durmamak gerek; çünkü dört bir yana saçılan mermi parçaları insanı delik deşik eder. Parkta bir sürü şarapnel parçası bulduk.

Almanların bugünlerde Paris’i almasından korkuluyor, bütün gazeteler bundan söz ediyor. Buraya gelirlerse yayan kaçarım (trene binmek bir işe yaramaz çünkü) ama geleceklerini sanmıyorum.       

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.66

Sırtta çok ağır bir yük olduğunda yaşam, ruh neden bir yerlere kaçmak istiyor? Kuşlar gibi uçabilmek ve istediğimiz ağacın dalına tüneyebilmek… Hele kaçmayı en güzel hissettiren akşam saatlerinde kanatlanarak neden çocukluğun beyaz renklerine konmak istiyoruz?

Dünyadan kaçan, bu dünyaya benzemeyen yeri nerede bulabilir? Ya sakin, huzurlu bir kalpte ya çocukluk günlerinde ya da hayallerinin ürünü beldelerde. Yaşamdan yorulanların, dünyadan bıkanların, hasret çekenlerin, hüznü yoğun yaşayanların kaçtığı ümit ülkeleri…

Antoine de Saint-Exupéry’nin ülkesi çocukluk günleri ve gökler. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde pilotluk eğitimi almak için Fransa’daki Strasbourg kentine gider. Ve eğitim bitince Kuzey Afrika üzerindeki ilk uçuşlarına başlar. Artık askeri pilot lisansıyla göklerle bütünleşme hayaline kavuşmuştur.

Strasbourg, 1921

Sevgili Anneciğim,


Strasbourg çok tatlı bir kent. Büyük bir kentin bütün özelliklerini taşıyor. Lyon’dan bile büyük. Harika bir oda buldum.

Féligonde’daki komutanı gördüm, çok iyi davrandı bana. Benim pilotluk işiyle ilgilenecek. Bir sürü kısıtlayıcı genelgeden ötürü epey güç olacak galiba. Ve tabii en erken iki ay sonra.

Kışladan (kantinden) yazıyorum size. Sabahtan beri tombul yanaklı, babacan bir askerin önderliğinde ambar ambar dolaşıp postal ve karavana tabağı alıyoruz. Birlik çok hareketli bir yer. Spad’larla Nieuport’lar havada cambazlık yarışı yapıyorlar

Hiç de sevimsiz olmayan arkadaşlar. Ayrıca çok sıkılırsam beni avutacak cepler dolusu kitabım var. Pilotluk ne kadar tez başlarsa o kadar mutlu olacağım.

Hoşça kal canım anneciğim. Aslında keyfim oldukça yerinde. Sevgiyle kucaklarım sizi.

Saygılı oğlunuz Antoine

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.67 

Strasbourg, Haziran 1921

Sevgili Anneciğim,

Pazartesi gelmenizi çok isterdim; çünkü pilotluk belgemi aldıktan sonra zamanım olmayacağından korkuyorum; ayrıca Marsilya’ya Strasbourg’tan hareket etmek zorundayım.

Yarın ya da öbür gün ilk kez tek başıma uçabilirsem iyi olacak. Ondan sonra pilotluk belgesi tereyağından kıl çeker gibi gelir.

Sık sık sizi düşünüyor, çocukken yaşadığım bir sürü şeyi anımsıyorum. Sizi o kadar çok üzdüğümü düşündükçe yüreğim sızlıyor.

Ah anneciğim, bilseniz ne ince ruhlu buluyorum sizi. Şimdiye dek tanıdığım ‘anneler’in en incesi. Hem mutlu olmaya hem de bütün gün homur homur homurdanan ya da bağırıp çağıran bir oğuldan çok daha iyisine layıksınız. Öyle değil mi, ha anneciğim?

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.74 

Paris, 1925

Sevgili Anneciğim,

Yine Paris, Ornano Cad. 70/1’deyim. Montluçon’dan geçerken postanede beni bekleyen iki mektubunuzu buldum. Çok şeker bir annesiniz siz. Size benzer bir oğul olmak isterdim.

Canım anneciğim, şu sessiz yolculuğum boyunca -on beş gün tek başınaydım- postaneye mektuplarımı almaya uğradığım zamanlar hiçbir mektubun beni sizinkiler kadar sevindirdiğini sanmıyorum. İki tren arası küçük taşra lokantasında okudum onları. Bunu pek az ve kötü dile getirsem de size nasıl hayran olduğumu, nasıl sevdiğimi söylemeliyim anneciğim. Sizinki gibi bir sevgi insana öyle büyük bir güvenlik veriyor ki; ama bunu anlayabilmek için yılların geçmesi gerektiğine inanıyorum. Anneciğim, her gün biraz daha iyi anlamalıyım bunu; siz de bizlere adadığınız ömrünüz içerisinde verdiklerinizin karşılığını görmelisiniz. Gereğinden çok yalnız bıraktım sizi. Şimdi artık en yakın dostunuz olmalıyım.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.93

1927’de Güney Fas’ta Cape Juby’de on sekiz ay süren bir görev verilir Exupéry’ye. Kendisine bildirilen kaybolan uçakları aramak.

Sevgili  Anneciğim,

Son günlerde harika işler yaptık. Yiten arkadaşları aradık, düşen uçakları kurtardık. Şimdiye dek hiçbir zaman Sahra’ya bu kadar çok inmedim, orda böylesine uzun gecelemedim ve kulağımın dibinde bu kadar çok kurşun vızıldamadı. Eylül’de yurda döneceğimi umuyorum, ama arkadaşlarımdan biri tutsak; o tehlikede oldukça burada kalmak görevim. Bakarsınız işe yararım.

Oysa zaman zaman masa örtülü, meyveli, ıhlamur ağaçları artında gezinmeli, belki kadınlı, insanlarla karşılaşınca silaha sarılıp ateş edilmeyip çelebice selam verilen, saatte iki yüz kilometreyle sisler içinde yitilip gidilmeyen, sonu gelmez bir kum çölü yerine kar beyaz çakıllar üzerinde yürünen bir yaşamın düşünü görüyorum.

Öylesine uzak ki bütün bunlar!

Sevgiyle kucaklarım sizi.

Antoine.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.109

Karga kılıklı Arap’ım her gün bana Arapça ders vermeye geliyor. Arap yazısı da öğreniyorum. Daha şimdiden çat pat bir şeyler beceriyorum. Mağripli kabile başkanlarına görkemli çaylar veriyorum. Onlar da beni henüz İspanyol ayağı basmamış yerlere, iki kilometre içerlerdeki çadırlarına çay içmeye çağırıyorlar. Gerekirse daha da ötelere gideceğim. Hiçbir tehlikesi yok; çünkü tanımaya başladılar artık beni.

Halılarının üstüne uzanıp çadırın oyuntusundan o dingin, inişli, çıkışlı kum tepeciklerine, o dalgalı toprağa, çırılçıplak güneşte oynayan şeyhin çocuklarına, çadırın hemen dibine çöktürülüp bağlanmış deveye bakıyorum. Ve çok garip bir duygu var içimde. Uzaklaşmış, yapayalnız kalmış gibi değil de kaçamak bir oyuna dalmış hissediyorum kendimi.

Öylesine uzak ki, kendimi Fransa’da sanıyor, beri yandan da öylesine yakın ki, kendimi ailemin yanında çocukluk arkadaşlarımla Saint-Raphael’de kır gezintisine çıkmış hissediyorum. Her ayın yirmisinde Kanarya Adaları’ndan gelen yelkenli bize öteberi getirdiğinde sabah penceremi açınca ufuk kar beyaz bir yelkenle süslenmiş oluyor, güzel mi güzel, iç çamaşırı kadar temiz bir yelken bu, bütün çölü giydiriyor, evlerdeki en gizli ve sıcak köşeyi, ‘çamaşır odası’nı getiriyor aklıma.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.106 

Orconte, 1940

Sevgili Annem,

Haber verildiği halde bir türlü başlamayan bir bombalamayı beklerken, dizlerimin üstünde yazıyorum bu mektubu. Sizi düşünüyorum (…) Ve hiç kuşkusuz yine sizin için titriyor içim.

Tek bir mektup alamıyorum: Nereye gidiyorlar acaba? Ve biraz üzülüyorum buna. Tepemizde dolaşan şu İtalyan gözdağı, sizleri tehlikeye düşürdüğü için canımı sıkıyor. Müthiş üzgünüm. Sevgili, canım anneciğim, korkunç gereksinmem var sevginize. Yeryüzünde en çok sevdiğim şeyler neden tehlikede olsun? Beni savaştan çok ürküten, yarının dünyası. Bütün şu yıkılan köyler, sağa sola savrulan aileler. Ölüm umurumda bile değil; ama insanlar arasındaki ruhsal birliğe dokunulmasına dayanamıyorum. Öyle çok isterdim ki, hepimizi kar beyaz bir masa başında toplanmış görmeyi.

Yaşamım konusunda pek bir şey demiyorum, söylenecek bir şey yok çünkü; tehlikeli görevler, yemek, uyku. Alabildiğine az ‘hoşnut’um yaşamımdan. İnsan yüreği çok daha başka şeyler bekliyor. Çağımın uğraştığı şeylerden de hiç hoşnut değilim. Bile bile göğüslenen ve katlanılan tehlike, bilincimin üstüne çöken ağırlığı kaldırmaya yetmiyor. İçime serinlik veren biricik kaynağı, bazı çocukluk anılarımda buluyorum.

Bugün dünyanın en ıssız köşesi, ruh. Susuzluktan ölüyor insan.

Yazabilirdim, zamanım da var; ama yazmayı bilmiyorum, kitabım içimde olgunlaşmadı daha. ‘İnsanların susuzluğunu giderecek’ kitabım.

Hoşça kal, canım anneciğim, kollarımın bütün gücüyle sarılırım size.

Antoine’ınız.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.121-122

Her şey yerli yerinde. Tüm varlık Yaradan’ın ilmiyle belirlenmiş. Üzüm çubuğunda elmanın bilgisi yok. Kedinin bilgisi kedide, insanınki insanda. Yumurtanın tavuğa dönüşme potansiyeli yumurtada saklı. Ruhun hakikati kendi özünde, çekirdeğinde. Ona uygun ortam, ruhu taşıyan kişinin özleminde. Neye ihtiyacı varsa ruhunun, onu özlüyorsun. Ancak özün filizlenmesi, dillenmesi için ona uygun ortam, şartlar gerekiyor.

En ıssız köşeler… Önünde susuzluktan öldüğümüz çeşmeler… Bir sihirli el dokunsa, güzele dönüşse her şey.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply