Zengin Olunca Yeni Yıldızlar Satın Alabilirim

0

İş adamı birden bu soruyu yanıtlamadan rahat bırakılmayacağını anlamıştı.

‘Şu küçük şeylerden,’ dedi.

‘Hani gökyüzünde görürüz ya arada bir.’

‘Sinekler mi?’

‘Yo, hayır. Parıldayan küçük şeyler.’

‘Arılar?’

‘Hayır hayır, tembellere hayal kurduran küçük altın şeyler. Bense boş hayallerle zaman öldüremem, önemli işlerim var benim.’

‘Ha, anladım yıldızlar.’

‘Evet, yıldızlar.’

‘Eee? Beş yüz milyon yıldıza ne olmuş peki?’

‘Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir. Önemli bir iş yapıyorum burada. Sayılar şaşmamalı.’

‘Ne olmuş bu kadar yıldıza peki?’

‘Ne mi olmuş?’

‘Evet.’

‘Hiçbir şey olmamış. Benim onlar, hepsi bu.’

‘Yıldızlar sizin mi?’

‘Evet.’

‘Ama daha önce gördüğüm kral…’

‘Krallar yönetirler, sahip olmazlar. İkisi çok farklıdır.’

‘Yıldızlara sahip olmanın size ne yararı var ki?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.59

İş adamı zaman zaman gökyüzüne gördüğümüz şu küçük şeylerin milyonlarcasını sayar. İsimlerini kesinlikle telaffuz etmez istemez; onun boş hayallere ayıracak vakti yoktur. Sözünü ettiği küçük şeyler yıldızlardır. Küçük Prens şaşkınlık içinde ona beş yüz milyon yıldızla ne yaptığını sorar. Yanıt çabucak gelir. Hiçbir şey. Onlar benim.

Derken Küçük Prens kritik bir soru sorar: Peki, zengin olmanın sana ne yararı var? Yıldız milyoneri totolojik; yani anlamsız bir cevap verir: Böylece biri yeni yıldızlar bulacak olursa, onları satın alabilirim. 

Bu iş adamından önce hiç kimsenin aklına yıldızlara sahip olmak gelmemiştir. ‘İşini bilen’ iş adamı patent hakkını almıştır. Peki ama bir insan milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızlarla ne yapabilir? İş adamı onları deftere kaydetmektedir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.66

Küçük Prens, yaptığı bu iç yolculuğunda her gezegende nefsin ayrı yönünü temsil eden biriyle karşılaşır. Bu gezegendeki tipleme, uzaktan seyrettiği yıldızları defterine kaydettiği bir mal gibi görme saçmalığı içinde. Bütün yıldızlara sahip olduğunu düşünüyor.

Durmadan çalışıp sadece sahip olmak ne tuhaf, anlaşılmaz bir şey ki insanı aklından bu kadar uzaklaştırabiliyor. İşin hakikati şu ki; kalbî değerlerin ihmal edildiği yerde nefis beslenmeye başlıyor ve nefsin hâkim olduğu her alan kibri doğuruyor. Sonucunda da insan kendi içinde büyüttüğü bu güce aklıyla, kalbiyle esir oluyor.

Kral, içimizdeki hükmetme hırsının; kendini beğenen adam, olduğundan farklı görünmeye çalışan ben-merkezciliğin; ayyaş, tutunacak doğru dalı bulamamış, istikameti tutturamamış dağınık, bulanık duyguların, düşüncelerin temsilcileri. Bunların hepsi, içinde yaşadığımız çağın insana bulaştırdığı psikolojik sorunlar. Çoğunda narsistik bir yapı var.

Şimdiki gezegendeki iş adamı ego yönünden en sivri tip. Adeta bir megaloman. Kendini olduğundan daha büyük görme eğiliminde. Başkalarının duygu ve düşüncelerini anlayamıyor. Anlamak da istemiyor. Varlığın farkında değil.

Küçük Prens’in sorduğu sorulardan hayli rahatsız. Bu rahatsızlık sadece kendini işine kaptırdığından kaynaklanmıyor. Belli ki eleştirilere katlanacak biri değil. Sorgulanmaktan hoşlanmıyor. Ama hepsinden vahimi, mantıkla uyuşmayan üstün özellikleri kendisine yakıştırması.

‘Benim onlar, hepsi bu.’

‘Yıldızlar sizin mi?’

‘Evet.’

Yıldızlara sahip olmayı düşünmek gibi bir anormallik var burada. Gerçeklikle kesinlikle ilgisi olmayan bir hezeyanı yaşayan bir ruh haleti içinde. Psikologlar bu halin bir hastalık değil; ancak oldukça şaşırtıcı psikolojik durum olduğunu belirtiyorlar. Bu “büyüklük hezeyanı”nın insanın sahip oldukları hakkındaki mantıksız inancından kaynaklandığını açıklıyorlar.

“Hezeyan2”ın Türkçe’deki karşılığı sanrı. “Sanrı”, mantıklı düşünce ile açıklanamayan, tartışmalarla değiştirilemeyen inanç anlamında. İş adamın söyledikleri de mantıklı düşünce ile açıklanamayan türden.

Dünyaya bağlılık insanın basiretinin kapanmasına sebep. Mala, mülke ihtiras, kalp gözünü kör, duyguları felç ediyor. Aklın nurunu alıyor. İnsan insanı sadece maddesiyle tanıyor. Kabuğun ötesine varamıyor. Oysa insan görülenin ötesinde özüyle, manasıyla çok başka. Onu tanımadan sadece işiyle, giyimiyle değerlendirmek çok yanlış.

İnsanın gerçek yüzü, coşkuyla yakalayıp zevkle gönlünde biriktirdiği hayatının küçük, duru dakikalarında gizli. Onu orada aramalı. Ama çoğumuz empatiden sınıfta kalıyor.

İnsanları sadece eylemleri içinde fark eden, insanı sadece eylemin ya da somut deneyimin veya böyle bir avantajdan yararlanmanın gösterdiğini sanan kişi kördür. İnsan için önemli olan o anda yararlandığı şey kesinlikle değildir. Çünkü benim gezen kahramanımın sadece ellerinde ezebileceği bir avuç başak ya da toplayabileceği meyveleri vardır. Savaşta benim peşimden gelen sevgilisinin anılarıyla doludur.

Benim peşimden gelen var olan şeyle doludur, hiç yararlanmadığı bir şefkatle doludur. Bu şefkat uyur ve ambardaki buğday taneleri gibi kendisinin farkında değildir; hiç koklamadığı kokularla doludur; evine hayat veren ve hiç duymadığı akan bir suyun mırıltısıyla doludur ve o da kendisini ötekilerden farklı kılan bir imparatorluğun ağırlığıyla yüklüdür.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.59

Her insana “sahip olduğu özellikleri beğenme duygusu” doğuştan verilmiş. Bunu ölçülü kullanan, kendine güveniyor; işlerini sağlam bir moralle yaptığı için elinden çıkan da verimli oluyor. Ancak nefsin oyunlarına kandıkça bu ölçünün ayarını kaçırıyor.

Kalp gözü hakikati gösterir insana. Üzerinde taşıdığı her nimetin gerçek sahibinin kendisi olmadığını bilir. Ne aklı ne yetenekleri ne zaman ne de mekân onundur. Hepsi emanet olarak verilmiş; gün gelince elinden alınacaktır. Bunu idrak eden, bütün benliğini Gerçek Sahibi’ne çevirir. Güneşe dönen ayçiçekleri gibi aklında, kalbinde, ruhunda, elinde, dilinde ne varsa hepsi açılmaya başlar. O güneşle aydınlandıkça her şeyi doğru görür. O güneşle ısındıkça nefsin soğuk, izbe yalnızlığından kurtulur. O güneşle hastalıklarına şifa bulur. Her sorun Yaradan’a inanmakta bitiyor. İman, bir ab-ı hayat; kalpten süzülen, hayat damarlarını arındıran bir memba. Ne yazık ki çağın insanı bunu anlayamıyor.

Krallar yönetirler, sahip olmazlar. İkisi çok farklıdır.
.

İş adamının Küçük Prens’e sorusuna verdiği bu karşılık benliğin iki yönüne işaret ediyor: Sahiplenme ve kibir. Çünkü o, hem kendisinin bütün yıldızlara sahip olduğuna sanmakta hem de kendini kraldan üstün görmektedir. Herkesten daha üstün ve başarılı olduğunu düşünmekte ve bu nedenle daha da büyük işler başarması gerektiğine inanmaktadır.

Bu tipler maddecidir; sadelik, içtenlik, hayal kurma, romantik duygulara önem vermezler.

Sahip olmayı sadece sahip olmak için isterler. Yıldızlar onlar için tembellere hayal kurduran küçük altın şeylerdir.

Hayal ruhumuzun merceği. Cennet âlemlerinin kokusunu, renklerini, özlemini önümüze getiren dürbün. Onunla nice kıtalar keşfedilmiş, nice deniz altına, yerin merkezine, göklere seyahatler yapılmış. Hayali olmayanın hali şafağı bilmeyen gözler gibi. Yarınından ümit kesmiş duygular gibi. Hayalsiz dünyalar yıldızlardaki şiiri tanımaz, gecenin gizeminden yücelere çıkamaz. 

Önce bir sis bürür etrafı,
Bir nefes dahi duyamazsınız.
Öylesine yoğrulur ki zaman
Sessizlikle;
Bu hayalde gerçeğe uyamazsınız.
Her yerde bir başka yaşayan anlam!
Duyguların üstünden sizlere
Ay doğuyor…

Kimi merdiven dayar,
Tırmanır o davetkar ışıkları.
Kimi sığınır; bilemeyiz neden?
Gecenin sırlı kollarına.
Sanki mısra mısra
Dizilmiş bütün ruhlar,
Bir şiir yazılıyor yıldızlarla. 

Bense heyecanın taştığı o an
Duygularla kaynayan bir lav gibiyim.
Neden bir başka görünür yaşam?
Neden bu saatlerde
Göklerdeyim?

Ey yeşeren sevgiler,
Ey süzülen gözyaşı!
Hayallerin üstünden sizlere
Ay doğuyor… 

Ruhun güzellikleri zamanın aynalarında gizli. Aynı göklerin sırrına bürünmüş yıldızlar gibi. Görmeyi bilen nazar, aynaya yansıyan incelikleri fark eder. Sevmeyi bilen kalp, yıldızlara vuran İlahî tecellileri idrak eder. Hayal, kendisine yol alalım diye Yaradan’ın bize verdiği bir nimet. Cennet bahçelerini hayal edene vuslat yolları açılır. Ancak burada da nefisten korunmak, hayali doğru alanlarda kullanmak şart.

Hayır hayır, tembellere hayal kurduran küçük altın şeyler.
.

Bu sözdeki aymazlık, ancak tembel, kör ve fikirden yoksun nefsin işi. Yıldızlara bakıp da nasıl hayal kuramaz insan? Simsiyah kadife bir kutunun içinde parlayan elmasları seyretmekten nasıl zevk alamaz?

‘Ne yararı mı var? Zengin oluyorum böylece.’

‘Zengin olmanın ne yararı var peki?’

‘Zengin olunca yeni yıldızlar satın alabilirim. Yenileri bulunursa tabii…’

Küçük Prens kendi kendine, ‘Bu adamın düşünceleri o ayyaş adamınkileri andırıyor biraz,’ diye söylendi.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.60

Bu pırıl pırıl çocuk, her iki yargısında da haklıdır. İş adamı çalışkan değil, sadece iş koliktir. Onun uyuşturucusu iştir; iğnesiyle yaşayan bir uyuşturucu bağımlısından farksızdır. ‘Tatil’ onun için yabancı bir kelimedir. Sohbet etmez, kontak kurmaz ve hissetmez. Acaba bu iş bağımlısının bağımlılığıyla ödünlediği3 nedir?

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.67

İş adamının tavırlarından, işinin bölünmesine gösterdiği titizlikten; hatta Küçük Prens’in sorularından rahatsız olmasından onun çok çalışkan olduğunu değil, çalışmasını durduramadığını anlıyoruz. Çünkü bu adamın konuşmalarından çıkardığımız portre: memnuniyetsizlik ve onun mekanikleşen ruhsuz yapısı.

Bir işkolik olarak ben duygularıma ket vururum. Korkumu, kızgınlığımı, endişemi ve öfkemi bastırırım. Ruhsal açıdan iflas durumdayım. Bir işkolik olarak, kronik ve fazlasıyla büyük iş yükünün bedelini sık sık hayatımla öderim; bir yönetici, fabrika işçisi, ya da mükemmeliyetçi bir ev kadını olmam bu durumu değiştirmez. Bir gün bir hastam bana şöyle dedi: Deli gibi çalışmazsam, depresyona girerim.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.68

Halbuki, Yaradan çalışmanın, alın terinin içine lezzet koymuş. Her varlık kendine düşen görevini severek yerine getiriyor. Kâinat zevkle verilen emeklerin nağmeleriyle çınlıyor. İşkolik ise aynı ayyaş adam gibi, kendi kısırdöngüsünün içinde aldanışlarına kapılmış dönüyor da dönüyor. Hayatının parolası sadece çalışmak olmuş.

Yalnız işkoliklerin diğer bağımlılardan farklı bir yanları var. O da bağımlı oldukları işi yaparken çevrelerinden methiyeler almaları. Nefes almadan çalışıyorsan, ailenin cici çocuğusundur. Çevre seni her yerde örnek gösterir. Evini ihmal etme pahasına ara vermeden didinerek bol para getirirsen el üstünde tutulursun. Tabii bunca övgüyü alırsan, havalanır daha da çok çalışırsın. Ve temponu hızlandıra hızlandıra bir de bakarsın ki sen işini değil, iş seni kontrolü altına alıvermiş. Başarma isteğin çalışmadan duramama, noktayı koyamama tehlikesine dönüvermiş.

İnsan istediğini elde edince mutlu olacağını sanır. Halbuki bir arzu diğerini doğurur, böylece istekler, bir kartopu gibi büyür. Sonu gelmez arzunun.

İhtiras kirli amaçlarda harcanırsa kötüdür. İyiliğe yönelen ihtiraslardan ise gerçek uygarlık ve mutluluk doğar.

İhtirassız olmak değil, ihtiraslarına hâkim olmak insana sınavı kazandırır.

‘Ruhunda, benliğinin zıt unsurları arasında kusursuz bir denge kurduğu anda’ insan huzura erer. Dengenin bozuluşudur hırs.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.340

Bu konuda bildiğimiz şey şu ki, işkoliklerin terapisi zordur. Çünkü bu toplum tarafından onaylandığı için alışagelmişin dışında bir bağımlılık türüdür. Sosyal açıdan azami derecede kabul görür. Kim çalışkanı bir bağımlı olarak nitelendirmek ister ki? İleri derecede sanayileşmiş toplumlar bu hastalığa, iş kolikliğe sebebiyet veren şartlarla karşı karşıyadırlar. Tüm resmî kurumlar ve özel şirketler işkolikliğe zemin hazırlarlar.

Anne Wilson-Schaef ve Diana Fassel, Bağımlılık Sistemi – İşyeri adlı kitapta şöyle bir tespite yer vermişlerdir: Yaşadığımız toplum bağımlılıklara gereksinim duyar ve temel yapısıyla bağımlılıkları destekler. Toplum bağımlılık talep eder, çünkü topluma en iyi uyum sağlayan birey ne ölüdür ne de canlı; tıpkı yaşayan bir ölü gibi bilincini kısmen yitirmiş, uyuşmuştur. İnsan öldüğü zaman toplum için çalışamaz. Tamamen hayat dolu olduğu zaman pek çok süreçte topluma muhalefet eder; ırkçılığa, çevre kirliliğine, silahlanma yarışına, pis suyun içilmesine, kansere yol açan gıdaların tüketilmesine…

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.67

Yukarıdaki paragrafta işkolikler hakkında çok acı bir gerçek yazılı: “Onların ne ölü ne de canlı oldukları.” Bu bir insanlık dramı. Beden dolaşıyor, çalışıyor; ancak ruhu robotlaşmış. Sorgulama yok; neden, niçin soruları yok. Sadece ne gösterilirse kabul eden, sömürülmeye hazır gölgeler var.

Aşk susar. Ama zenginlik davullara ağrı yapar. Sergilenmeyen zenginlik nedir? Hayranları olmayan bir idol nedir? Hangarda, kalıntılar, pislikler altında uyuyan renkli ağaç görüntüsü hiçtir.

Göbekli ve gözkapakları ağırlaşmış adamım hep, “Benim mülküm, sürülerim, saraylarım, altın şamdanlarım, kadınlarım.” derdi. Kesinlikle yaşaması gerekiyordu. Önünde eğilen hayranını zenginleştiriyordu.

Sözgelimi kesinlikle ağırlığı ve kokusu olmayan rüzgâr, varlığını buğdayları delerken anlar. O şöyle düşünür: ‘Eğdiğime, yatırdığıma göre varım.’

Böylece adamım sadece hayranlığın değil aynı zamanda nefretin de tadını çıkarıyordu.

Ve onda bir tulumu şişiren boş laf rüzgârından başka bir şey yoktu. Çünkü senin olman için olduğun ağacın yükselmesi önemlidir. Sen yük, yol ve geçitten başka bir şey değilsin. Sana inanmak için tanrını görmek istiyorum. Ve senin adamın, malzemelerin yığılacağı çukurdan başka bir şey değildi.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.485

Halbuki ne güzel özelliklerle, ne muazzam gayeyle yaratıldık… Ancak çağın rekabet anlayışı ve insanın insana yaptığı korkunç…! Bunu başka hangi varlık yapabilir ki…?

Bu akıl almaz hali masum bir çocuğun yorumlayabilmesi tabii ki de imkansızdı. Küçük Prens adamın her konuşmasında şaşkınlıktan şaşkınlığa giriyordu. Soruları her defasında boşlukta kalıyor, adamın iknadan çok uzak cevaplarıyla kafası iyice karışıyordu.

Ama yine de aklına takılanları sormadan edemedi.

‘İnsan nasıl olur da yıldızlara sahip çıkabilir?’

‘Peki sence kimin yıldızlar?’

‘Bilmem. Hiç kimsenin.’

‘Gördün mü işte, benim, çünkü bunu ilk ben akıl ettim.’

‘Bu yeterli mi?’

‘Tabii, örneğin sahipsiz bir elmas buldun diyelim, o senindir. Sahipsiz bir ada keşfettin, senindir. Aklına daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir fikir geldi, hemen patentini alırsın, senin olur.

İşte tıpkı bunun gibi, yıldızların sahibi de benim; çünkü onlara sahip çıkmayı ilk ben akıl ettim.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.60

Sahip olunan güzelliklerin anlamını fark edemeden yaşamak. Her anın birbirinden değişik cilveleriyle heyecanlanamamak. Gülmenin, ağlamanın, bağırmanın; hatta tepinmenin zevkini bilememek… Zamana değişik renklerde iz bırakamamak. Ne acı!

Bir varmış, bir yokmuş.
Umudu sırtlayıp yola düşenler çokmuş.
İki yanında bahçeler sıralıymış yolların.
Kuşlar konuşurmuş:
‘Hangisi için daha parlak olacak
Yarın?’

Ufuklar bekleşir, rüzgâr söyleşir;
Gözler takılırmış uzaklara,
‘Ne zaman, kim bilir, nerde?’
‘Prenses olmak sevdası’ düşlerde, hayallerde. 

Oysa ‘prenses’ sanılan,
Madde pazarında kof bir ses.
Nedime olsa da gönülden gelen.
Mana pazarında prenses.

‘Küçük Prens ve İş Adamı’ İllüstrasyonu © Alexander Juhasz


1. Marifet: Sözlükte “tanınmak, bilmek.”
    Tasavvufta “Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında şüphe götürmeyecek bir bilgiye sahip olmak.”
2. Hezeyan: Arapça bir kelime. “Sayıklama, boş ve anlamsız konuşma ve toplum ve çağ içinde gerçeğe uymayan düşünce.”
3. Ödünleme (Telafi): Bir alandaki eksikliği başka bir alanda abartılı yaşayıp giderme.
     Telafi: Arapça. Bozulmuş bir şeyi düzeltme, ziyanı giderme.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply