Yükselme ya da Geçiş Olmayan Şey Anlamsızdır

1

Mevsim, gönül; aylardan muhabbet.
Can, günbatımına giriyor hayallerin ötesinden.
Ruh, dalların uçlarından azade.

Birazdan tazelenecek
Gözbebeğin ateşiyle kızıllıklar.
‘Çağrı makamı’ndan bir esinti
Uzaklardan…

Artık hiçbir varlık sıradan değildir;
Hiçbir nefes tekdüze…
Tam merkezinde zaman.

Merkezinde yaşayan zaman, gününe canını katar. Bir çiçeği koklamak gibi kendi iç derinliğine inmek istemez misin? Ruhuna farklı dokunmak… Kendinden kendine; dilinden kelimelere, kelimelerinden anlama yürümek… Sen, başka gözlerin bakıp markaladığı bir eşya değilsin. Kendini öğrendikçe bozulmuş yanlarını ayıklamak kuru yapraklar gibi. Duygularınla gün yüzüne çıkmak.

En büyük felaket merkezin kaybedilişi ve ruhu, dış çeperin kaprislerine terk ediştir. İnsan olmak merkezde olmaktır, merkez olmaktır.

Frithjof Schuon

Başkalarının bak dediği yerden bakarsan çevrene, hiçbir şey göremezsin. Sen göremesen de perdeler hep kalkıyor; varlığın ardındaki muhteşem tablolar seriliyor gözler önüne. En acı körlük, bakarken görememek. Gafil olan sensin. Çöz de düğümlerini; her zerre bir mucizeye, her olay bir anlam kaynağına dönüşebilsin.

Afrikalıların, Afrika bilgeliğinden süzülen bir ifadeleri var. Onlar diyorlar ki: ‘Bir zaman gelecek, insanlar kıtlık bakımından su kıtlığı, yiyecek kıtlığı çekmeyecekler; açlık daha çok anlam açlığı şeklinde olacak ve o zaman ‘Niçin? Niçin yaşıyoruz? Niçin varız?’ sorusuna cevap yetiştiremeyecekler.’

Kemal Sayar / Modern Dünyada İnsanın Mutluluk Arayışı 

İnsan bir değirmen gibi kendini tüketiyor… Sadece bir alışkanlıktır yaşamı sürükleyen… Yapay şeylere alışınca, gerçek olan her şey yapaymış gibi geliyor ona.

Gübre böceği ne yapıyor orada?

Yaptığı boyundan büyük yumağı, coşkuyla yuvarlıyor. Ondan başka ne bir şey görüyor ne düşünebiliyor. Alışmış, onunla ortak bir yaşam kurmuş. Kendine dünya edinmiş onu. Ne güneş ne insanlar ne de dünyanın uzaydaki dönüşü ilgilendirmiyor onu.

O bir gübre böceği. Onun için aldanma konusu yok. Ama insan öyle mi?

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.112

Aynı fenerci gibi parçalanıyor kişiliğimiz. Kendimiz olmayan ve kendimizle bütünleşemediğimiz bir davranış içerisinde iyice gergin ve yorgunuz. Bu halimiz bütün dünyayı sarmış. İçten geldiği, inandığımız gibi merkezde değil, dıştan gelen yönlendirmelerle dağınık yaşıyoruz. Oysa hayatın anlamını merkezinde bulamayan, zamana varoluş hakikatini işleyemeyen, yalpalıyor. Gününü arıyor; bulamıyor. Soluğunu arıyor; bulamıyor. İfrat ve tefrit arasında gidip gelerek kısır döngümüzü oluşturuyoruz.

Eğer şeylerden gelmeyen, şeylerin anlamından gelen bu ışığa körsen, umut edecek hiçbir şey yoktur. Ve seni gene kapının önünde buluyorum.

‘Ne yapıyorsun burada?’

‘Hayat bana artık bir şey vermiyor. Karım uyuyor, eşeğim dinleniyor, buğdayım büyüyor. Aptalca beklemekten başka bir şey yapmıyorum ve sıkılıyorum.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.461

İnsanın “şey” dediği nedir? Sıkıştığımızda, takıldığımızda, konuşurken zorlandığımızda hemen torbadan çıkardığımız yedeğimiz mi? Bozuk para gibi her yerde kullandığımız. Oysa onun da insan gibi bir hakikati, bir anlamı var. “Şey”i çoğaltalım; eşya olur. Fiil yapalım; “şa’a”, irade etti, istedi olur. O zaman Yaradan isteyip irade ettiğinde “şey” yaratılıyor. Demek ki şey dediğimiz varlığın ta kendisi. Buna göre biz de bir şeyiz. Varlığa anlam giydiren idrak ve hislerimiz. Şeyden şeye demek ki çok şeyler sıralanıyor. Biz, o şeylerden hangisiyiz?

Gördüğümüz, işittiğimiz, yaşadığımız her “şey”i sıradanlaştıran kim? Neden zamana gereken önemi vermiyoruz? Oysa o da toprağa benzer… Hisler, düşünceler ve yapılanlarla ne ekiyorsak onun meyvesini alıyoruz. Durumumuz iç yakıyor; ama sebebi biziz.

Bir kıyıya varma amacı olmaksızın yüzme ve kısır döngü. Ve hiçbir yaratma olayı söz konusu değildir, onlar herhangi bir ışığa doğru giden yol ve yük değiller. Aynı güneş, aynı engebeli yol, aynı ter olsun; ama sana yılda bir kez saf elmas çıkarma olanağı tanınsın ve sen kendi ışığında inançlı biri olursun. Çünkü senin kürek atmanın anlamı şüphesiz ki aynı nitelikte olmayan elmastır. Ve işte ağacın verdiği huzurda ve yaşamın anlamında kendini bulursun… Yaşamın anlamı seni aşama aşama Tanrı’nın yüceliğine doğru götürmektir.

Buğday için tarlayı sürüyorsun, bayram için kıyafet dikiyorsun ve elmas için kabuğu kırıyorsun. Senin mutlu sandığın insanların, şeyleri bağlayan kutsal bağı bilmeleri dışında senden fazla neleri var?

Değişiklikleri kendine göre yapmazsan kesinlikle huzur bulamazsın. Kendini araç, yol ve yük yapmazsan huzur bulamazsın. İmparatorlukta kan dolaşımı ancak böyle yaparsan mümkün olabilir. Ama sen kendin için saygı görmek ve onurlandırılmak istiyorsun. Ve dünyadan kendin için olmasını istediğin bir şeyi koparmak istiyorsun. Hiçbir şey bulamayacaksın; çünkü sen bir hiçsin. Ve eşyalarını dağınık bir halde çöp çukuruna atarsın.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.462

Vaktinde sulamadığı bahçenin kim bereketini görmüş bugüne kadar? Kim ayrıklarından temizlemediği topraktan çiçek toplayabilmiş. Kim dalından olmadan kopardığı meyvenin tadını damağında bulabilmiş. Çünkü bahçenin, çiçeğin, tadın da kaderi insanın elinde. Çünkü Yaradan böyle dilemiş. Bir başka âlemde kullanacağı ürünü edinebilmek için gönderildiği bu dünyayı ve hayatını bereketlendiren de o, çoraklaştıran da. Anlam yüklemediği, geçiştirdiği zamandan bugün canlılık ve sıcaklık beklemesi nafile.

Saint-Exupéry’e göre yaşamak, insanı aşan bir gaye uğrunda insanın şekil değiştirmesinden ibarettir ve fedakârlık ister. Hayat çocukluktan başlamak suretiyle devamlı şekilde kendi kendini yeniler ve ‘tamamlar’. Hayatta bir ideale yönelen her davranış güzeldir… İnsanlığın gayesi olan yaratmak, eser meydana getirmek için en önemli unsur, Saint-Exupéry’e göre ‘şevk’tir.

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.109

‘Bir peygamberin kitabını elinde tartan, harfleri ya da altın işlemeli tezhiplerini inceleyen cahil biri, esası gözden kaçırır. Esas olan boş obje değil, ilahî bilgeliktir. Dolayısıyla mumun özü, iz bırakması değil; ışıktır.’ 

‘Peki kim yol gösterecek bana?’ diye haykırdım. Babam cevap verdi:

‘Yanıp yıkılıp tükendiğinde görürsün kervanın aslını. Sözlerin ve seslerin çıkardığı gürültüyü unut. Uçurum yoluna devam etmesine engel olursa kervan uçurumun çevresinden dolaşır; önüne bir kaya çıkarsa, kayanın etrafından dolaşır; kum çok inceyse, başka bir yerde, daha sert bir kum arar; ama hep aynı yönde gider hep. Yükü ağır olduğu için tuzlar çatlarsa, yönünü çevirmeye, hayvanları tuzların içinden çıkarmaya sağlam bir zemin bulmaya çalışır; ama daha sonra bir kez daha ilk yönünde hizaya girer. Bir binek hayvanı yorulup çökerse durulur, kırılan sandıklar toplanır ve başka bir hayvana yüklenir, çatırdayan ip iyice düğümlenerek bağlanır, sonra gene aynı yola devam edilir.

Kimi zaman rehber ölür. Herkes ölen rehberin çevresinde toplanır. Kuma gömerler onu. Tartışılır. Daha sonra rehber olarak başka birisi görevlendirilir ve kervan tekrar yola düzülür. Böylece kervan zorunlu olarak kendisine hâkim olan yöne doğru gider, görünmeyen bir yokuşta ağır bir taştır.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.18-19

Dünyanın renkli çehresine takılan, onun dönüşünde varlık seslerini duyamaz. Onca hıza rağmen titremeyen suların, dalından düşmeyen yaprağın, yollardaki ahenkli adımların sırrına varamaz.

Sen bir kervan düzenlemekle menzile varacağını mı umarsın? Ben kazandım, ben biriktirdim diyerek hayatının sahibi mi sanırsın kendini? Kervanın gerçek rehberi, hedeflenen yerdir. Senin hayatının gerçek rehberi de seni “davet eden.” Bunu başından doğru kestiren kervanbaşı için hiçbir olumsuzluk engel değildir. Tek engel, yolun cazibesini, hayallerin sihrini yitirmek. Bir yitirmeye gör… O zaman ruhtan ayrılan beden gibi zerrelere bölünür, kaybolursun.

Fenerci bu cazibeyi yitirenlerden. Yol yorgunluğundan ölecek duruma geldiğinin farkında. Ancak adeta bağımlısı olduğu katı kuralları ona aman vermiyor. Sadece eziyet çeken canı değil, aklı da perişan. Damarlarından şevki çekilmiş. Bakışı solgun, duyuşu solgun, idraki solgun. Kimin emrine uyduğunu, nasıl bir şeye hizmet ettiğini bile bilmiyor. Evvelce yürekten inandığı değerlerini gitgide yaşayamaması, iç dünyasında bir sürü sıkıntıya, huzursuzluğa sebep.

‘Fenerimi söndürme emri aldım.’ Aynı anda feneri tekrar yakar.

Küçük Prens görevine bu denli sadık olan bu adamı sevdiğini düşündü. İskemlesini kaydırarak peşine takıldığı kendi günbatımlarını düşündü; yeni arkadaşına yardım etmek istedi.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.64

Her an elinden nice güzelliklerin kaydığının farkında değil. Sabah yelinin tazeliğinden, akşam güneşinin can alıcı gizeminden haberi yok. Hele başka âlemlerin kokusunu getiren kuşların dönüşüne belli ki hiç şahit olmamış. Şevk, insan ruhunu yücelere uçuran kanatlar. Fenercinin kanatları da kırık.

Bozgunumun çeşitli nedenlerinin kökünü bulmak istersem, yeniden canlanmak hevesindeysem, ilkin yitirdiğim tohumu bulmam gerekir. Çünkü uygarlık tohuma benzer. Buğday insanı besler, ama insanoğlu da tohumunu ambarda saklayarak korur. Yedek buğday tohumları, çeşitli buğday kuşakları boyunca bir kalıt gibi saygıyla saklanır. 

Ekinin boy atıp büyüyebilmesi için ne tür buğday istediğimi bilmem yetmez. Bir insanın türünü -ve ondaki gücü- kurtarmak istiyorsam, onu oluşturan ilkeleri kurtarmam gerekir. Oysa şu an sahip çıktığım uygarlığın ne menem bir şey olduğunu biliyorum, ama onu yürüten kuralları yitirdim.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.153

İnsanı ayakta tutan ilkeleri kurtarmak yolunda en güzel adım, anlamlı ve doğru bir ideale yönelmek. İdeal olanı görebilmek ve özgür iradeyle harekete geçmek ise gerçek insanı beşerden ayıran bir mercek.

İnsanoğlu her şeyi kendi bakış açısına göre değerlendirmeyi âdet edinmiş. Neyle uğraşırsa uğraşsın işin değerine ad koyan, onun bakış açısı. Mesela işine, yapmaya mecbur olduğu bir yük olarak bakıyorsa… O iş, başladı-bitti şekline bürünüyor gözünde. Ve onda kalan, bu başladı-bitti arasındaki bitmek bilmeyen bıkkınlık. Ama bakışına biraz gönlünü, aklını ve hayallerini karıştırıverse… O zaman sezebileceği ve hayatında bulacağı çok şeyler olacak.

Taş yontucuların yoğun çalışma içinde olduğu günlerde Kanuni Sultan Süleyman cami inşaatını görmek ve yapılan çalışmaları denetlemek üzere inşaat alanına gelir ve üç taş ustasıyla konuşur.

Birinci taş ustasına sorar:

– Ne yapıyorsun?

– ‘Taş yontuyorum,’ diye cevap verir usta.

Kanuni, ikinci taş ustasına da aynı soruyu sorar:

– ‘Çocuklarımın rızkını çıkarıyorum,’ cevabını alır.

Kanuni üçüncü taş ustasının yanına gelir ve aynı soruyu sorar:

– Ne yapıyorsun?

Sorulan soru aynıdır, ama cevabı veren yürek farklıdır ve yankısı da farklı olur:

– ‘Bir dünya şaheseri yapıyorum.’ 

İşin değerini “taş yontuyorum” dan “dünya şaheseri yapıyorum”a getiren dinamik, içine yürek ve şevk katılmış bakış açısıdır. Bu açıdan hayata ve olaylara bakanlar için her şey, güzel, muhteşem bir duygudur aynı sevgi gibi. Onun için Küçük Prens’in bayıldığı günbatımları, her ufkun boynundaki birer mercan kolyedir. Sevginin, hasretin bitmediği yerde günbatımları gönlü alan kızıl güller. Bittiği yerde ise sadece bir sönmelik fener.

Aşkı tüketilecek bir şey gibi görmüyorum: Her şeyden önce o yüreğimin eğitimi, gelişmesidir. Mülkü, tapınağı ya da şiiri veya müziği anlamayan birçok insanın olması beni şaşırtmıyor…

‘Az ya da çok zengin, bir farklılığın dışında ne var burada? Beni etkileyecek hiçbir şey yok,’ diyorlar bunların karşısına geçip. Bunlar insanda değil, tembel ve aylak öğrencilerde görülen bir mantığa, kuşkuculuğa ve ironiye sahipler. Aşk sana bu yüz aracılığıyla bir hediye olarak verilmemiştir. Aynı şekilde huzur da bir manzara olgusu değil, senin bastırılmış yükselişinin bir sonucudur. Ve seyredilen dağın… Ve de senin gökyüzüne yerleşmenin…

Aynı şekilde, annelikte görüldüğü gibi günden güne değişmezse, aşkta dinlenmek mümkün olmaz. Ama sen gondoluna yerleşmek ve gondolcunun hayat şarkısı olmak istiyorsun. Ve yanılıyorsun. Çünkü yükselme ya da geçiş olmayan şey anlamsızdır. Ve durursan bulacağın şey sıkıntıdan ibarettir, çünkü artık manzaranın sana öğreteceği bir şey yoktur. Ve kadınını ancak önce kendini reddetmen gerektiğinde reddedeceksin.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.131

Küçük Prens bir an kendini fenercinin yerinde hisseder. Bir tabiat harikası olan günbatımından nasıl gafil kalındığına akıl, sır erdiremez. Onun yanında olsaydı, bir günde yaşayacağı tamtamına “bin dört yüz kırk günbatımı.” Nasıl kaçırılabilir!…

Küçük Prens’in kendine asıl itiraf edemediği şey, üzüntüsünün daha çok bir günde 1440 günbatımı izleyemeyeceğinden kaynaklanmasıydı!

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.66

Ben kendimi değiştirebilirim. Sadece fenerciler oldukları yerde kalırlar.

Hiç durmaksızın hücre hücre değişen bir bedende, ruhsal olarak hareketsiz kalmak mantığa aykırıdır. Ben küçük bir fare gibi yabancı emirlerin döngüsünde döner durursam, tıpkı fenerci gibi muhteşem kızıllığıyla bin dört yüz kırk gündoğumunu kaçırırım!

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.79

Kim bilir bizler buna benzer neler kaçırıyoruz? İşin en acı yanı, bizim kaçırdığımız çok daha başka… Nefsin ve ondaki zevklerin, arzuların emrinde oradan oraya koştururken taşıdığımız harikulade varlık tablomuzun boyalarının nasıl döküldüğünü göremiyoruz.

Her istasyonda duran trende başını pencereden dışarı çıkararak yer isimlerini okuyan ve sonra derin derin iç geçiren adama karşısında oturan adam bir soru soruyordu anekdotta:

.Size acı veren bir şey mi var?

Cevabı fenercinin hali gibi şaşırtıcı ve üzücüydü:

.Yanlış yöne doğru gidiyorum.

Öyleyse neden trenden inmiyorsunuz?

Adamın cevabı ise tam bir dramdı:

.Buranın sıcaklığı o kadar güzel ki…

Yanlış trende olduğumuzu bilmemize rağmen ondan inerek doğru yere götürene neden binmek istemiyoruz. Her geçen gün, bizi bizden uzaklaştırırken neden silkinip kendimize gelemiyoruz?

Mantığın sorduğu bu sorulara günümüz insanı şu cevabı veriyor:

.Çünkü ‘trenden in’ diyecek kesin kararlılığım, iradem ve gücüm yok. Çünkü hoşuma giden rehavetten, miskinlikten kurtulamıyorum. Çünkü risk getirecek yeni atılımlardan, cesaret gerektirecek beni aşan yerlere uçmaktan korkuyorum.

Kendini geliştirmek isteyen kişi, kendi geçmişinden gelen zorlayıcı cümlelerin şifrelerini çözmelidir. Benim yaşam tutukluklarımın ardında, beni bağlayan ve benliğimin parçalarını bastırmama sebep olan korkular ile köhneleşmiş ‘ben görüntüleri’ yatar.

Beni miskinleştiren fener yakıp söndürme işinin monotonluğunu bir kez olsun kırarsam, içimdeki varlığını inkâr etmiş olduğum şeyi yeniden kazanabilirim. Kabiliyet, özgürlük, merak, cesaret, cinsellik, risk…

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.78-79

Neden tren oyununa çeviriyoruz günlerimizi? İçimizdeki hangi anlamsızlığın, hangi bıkkınlığın feryadı bunlar? Neleri ihmal ettik ki izleri böylesine derin? Biz bir trenden ziyade o trendeki sıcaklığı arıyoruz. Penceresinden isimlerini okuduğumuz farklı yerleri. Böylelikle tekdüzelikten, iç sıkıntılarımızdan kurtulacağımızı zannediyoruz. Ancak yanlış trene binmişiz. Yönü ters. Bizi bizden alıp götürüyor. Aradığımız bizi bize getirecek olanda. Şuurumuzda, varlığa yaklaşımımızda, çevreye açılacak bağrımızda, sevgide, kalpten çıkacağımız yolculukta. Bunlar yoksa hiçbir şey çaresizliğin çözümü değil.

Yanlış trende de olsa vagondaki sıcaklık yolcunun hoşuna gider. Bu rehavetle yanlış yere gidişini umursamaz. Bizim de buna benzer kendimizi uyuşturduğumuz yanlış tercihlerimiz var.  Bu tercih bile bile, göre göre oluyor. Ancak zaman geçtikçe yabancı yerlerin havası, rüzgârı, ruhu incitmeye başlıyor. Yerimizden, yurttan bu kadar uzaklık sağlığımızı bozuyor. Kısacası nefsin verdiği rehavete kapılan beden, ruha ihanet ediyor. Gerçek yuvaya, gerçek dosta, gerçek sevilenlere duyulan hasret bastırılıyor.

Freud’un pek çok görüşü bugün muteber değilse bile, bazı görüşlerinin hala geçerli olduğu düşünülüyor. Mesela ‘hayattan haz alabilmek’, ‘sevebilmek’, ‘bir işe enerji harcayabilmek’. Bütün bunların insan mutluluğu için önemli olduğunu söylüyor, ama yeter şart mı?

Hayır asla değil. Bizim belki bilmemiz gereken şey, iyi olabilmek için, iyi hissedebilmek için mutluluk hissinin bize her zaman yeterli olmayacağıdır.

Bir de huzur diye bir şey var; iç huzuru. Mutlu olmanın dışında o iç huzuru ve o iç dengeyi de sağlayabilmemiz önemli. O da sadece ve sadece mutluluk peşinde koşmakla ya da nahoş duygulardan azade olmakla olmuyor. Daha derin şeyler lazım.

Kemal Sayar / Modern Dünyada İnsanın Mutluluk Arayışı

Ben, insan ölmüştür diyenlerden değilim. Asıl insan henüz mevcut değil. İster misiniz, onu var kılmaya çalışalım? Var olmaya çalışalım. Yani sebep-sonuç zincirinde bir halka olmamaya, aksine daha sağlam güçlerin daha açık bir gaye ile her an ortaya çıktığı doğuş halindeki insanlar olmaya çalışalım… Aptalca bahislere tutuşmaktan hoşlanmaz mısınız? Ben de öyleyim. Ama başka seçimimiz yok: Ya iman ya hiçlik.

Roger Garaudy

Her şey, ancak her şeyi kapsayacak bir ışık tarafından aydınlanabilir. Ancak “güneş”e yüzünü çeviren karanlıktan kurtulabilir. Kalp de ancak her şeye hükmeden bir kuvvetle tatmin olabiliyor. Ve Mülk Sahibi’ne, “kalbin güneşi”ne yolunu çeviren, huzurun ve mutluluğun sırrını buluyor. Niye bunca hasret? Niye zerreyi döndürür sevda? Her şey eriyor bu bekleyişte; bak etrafına… Her inanış bir yük atmaksa sırtından, öyle bir “Güzel”e inan ki canlar kanatlansın canından.

Neyi üfledim;
Gözlerim daldı sularına sevdanın.
Serinledim;
Gölde yazılı adın. 

Akşam dinlendi omuzlarımda.
Yükü hafif; Sen vardın.

Mevlâm! Sana inanmak ne güzel…


‘Fenerci ve Gezegeni’ İllüstrasyonu © Kim Minji
‘Sokak Lambası ve İnsan’ İllüstrasyonu © Petter Almgren

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

Reply To caner Cancel Reply