Yaşayan Ölüler – Bölüm 1

1

İnsan tüm hakikatleri yeryüzünde zannederse, aldanır. İlaveten, tüm renkleri dünyada sandığından, hayatın kaynağını da dünyada sanıp algıladığından, eğlenir, oyalanır. Dünya artık onun için bir eğlence, bir oyun olmuştur. Dünyadaki bu yansımaya ‘yaşam’ denir. Yansıyan yere ise; yani yansımanın kaynağına ise ‘hayat’ denir. İnsanoğlu bu sırlara vâkıf olmazsa; hayatla yaşamı karıştırarak yer kürede debelenir. Yaşam sırrı olan hayata ulaşamaz. Yaradanımız ayette

‘Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi.’ Ankebût / 64 diyerek bu hakikatin bilinmesini murat eder.

Bu ayet, eğlence ve oyun olan yansımanın yaşam olduğunu, yaşamın sırrınınsa hayatın keşfedilmesinin bilinmesi olduğunu açıkça ariflere Kelâm eder. Gerçek hayatın kaynağı ise Yaradan’dır. Kademe kademe her yere her şey bu gerçekten yansır:

Âdem cennetinden yer küreye. Ya Âdem cennetine nereden yansır? Bunları öğren gözümün nuru bekâ yolcusu arkadaşım. Yoldaki arkadaşları tanı, bil! Yerdeki hayatın aslını yerde arama! Gerçek yaşayış, gerçek hayat ahiret yurdudur. Ahiretteki aslında, ölümden önceki hayat zannedilmesin. Onun da bir hakikati var, bil! Bil ki, artık zihninde; yaşam, hayat, yer, ahiret algılamaların aslını bilsin.

Bu bilgilerden sonra artık yer ve hayat algılaman değişecek. Seni göğe doğru çekecektir. Bu yansıyan yaşamın arka perdesi gerçek yaşamda (hayatta) yani manevî hayatta asıl olup bitenlerin, amellerin, hakikatlerinin yere, yaşama yansımasını anla. O zaman dünya hayatının gerçek hayatla bağlantısını anlar, Ankebût suresi 64. Ayetin de sırrına erersin.

Derûnî Devlet / s.89-90

Kavramların da Maceraları Vardır

Unutanlar yaşam sürer, hatırlayanlar hayata erer. İki kavramın; yani “yaşam” ve “hayat”ın, aslında aynı anlamın, köken olarak iki ayrı dilden gelmeleri dışında farkları olmamasına takılmayalım. Yaşam kelimesinin kökeni Türkçe, Hayat kelimesinin kökeni Arapça… Şimdi, ikisi de Türkçe’dir. Tıpkı televizyon ve telefon kelimelerinin Türkçe olmuş oldukları gibi.

Dil yaşayan, gelişen, yeni anlamlar kazanan, dolayısı ile değişen ve değiştiren bir yapıya sahiptir. “Hayat” kelimesi, bizim kültürümüz içinde, zamanla farklı incelikler kazanmış olabilir. Kültür onu dönüştürdü, farklı bir biçim kazandırdı, ayrı bir rol biçti ve Oktan Keleş’in Derûnî Devlet kitabından alıntıladığımız bölümde olduğu gibi, yüksek bir tahta oturtuldu. Bu ara bahsi, bir alıntıyla noktalayalım:

Bazen bir dil içerisinde aynı manaya gelen farklı kelimeler, arkalarında dayanmış oldukları farklı Dünya görüşleri (weltanschauung) ve paradigmalar sebebiyle, farklı çağrışımlar içerirler ve dolayısıyla -bir açıdan- aynı manaya gelmezler. Bunun bilimsel bir yaklaşım olduğunu söylemesek de oldukça kullanışlı (her zaman değil elbet) ve anlaşılır olduğunu söyleyebiliriz. Mesela ‘ilim’ ve ‘bilim’ kelimeleri aynı manaya gelmelerine karşılık, zihnimizdeki çağrışımlarında kendini açığa vuran, farklı mefhumlara işaret etmektedirler. Tanrı ve Allah kelimeleri de aynı Yüce Zat’a işaret eden isimler olduğu halde, -genelde; her zaman değil- farklı Dünya görüşlerinin ifadesi olabilirler.

Sistem ve Unutma – Bölüm 1

Yaşamın Garipleri

Hayatını (yaşam manasında) sorgulayan ve yepyeni bir dünyaya doğuş sürecinin sancılarını yaşayan Necip Fazıl, “Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?” diyor;

Bediüzzaman, zamanın ruhuna nüfuz edemeyen, ne “Ebu’l-Vakt” ve ne de “İbnü’l-Vakt” olamayan çağdaşlarından yakınarak, onlardan bîzarlığını “İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar!” diye yüzlerine haykırıyordu.

Yine Necip Fazıl’dan dizeler geliyor aklıma:

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Silkeleyen Sözler Düşmanın Değildir

“Hayat süren leşler” ve “mezar-ı müteharrik bedbahtlar” (hareket eden mezarlar)… Ağır ifadeler değil mi… Can acıtıcı… Onur kırıcı… İzzet-i nefsimizi rencide edici… Bu makalede çok fazla alıntı yapmış olduk ama, bu “izzet-i nefs” meselesi, tatlı bir anektodu hatırıma getirdi. Seneler önce ilk okuduğum zaman ruhumda yer etmişti. Ne kadar faydalanabildim bilemiyorum. Umarım hoşunuza gider. Nakleden Prof. Dr. Esad Coşan:

Birisi derviş olmuş, intisab etmiş bizim Abdül’aziz Hocamız’a (Abdülaziz Bekkine) (Rh.A) gelmiş:

‘Hocam, ben senin dervişin olacağım!’

‘Ee, ol bakalım ama, benim dervişim olacaksan dargınlarla barışacaksın, küslerle barışacaksın!’ filân diye söylemiş.

Bir kaç gün geçmiş. Adam delikanlı, üniversitede hoca, bıyıklı, kravatlı, ütülü pantolonlu, yakışıklı, yüksek mühendis, itibarlı bir adam…

‘Şimdi ne haber?’ diye sormuş hocası…

Çok hoşuma gidiyor, olmuş yâni. Kendi ağzından dinledim ben…

‘Ne haber?..’

‘Hocam, işte senin tavsiye ettiğin şekilde, dargın olduğum insanlarla barışmaya çalışıyorum ama, eskiden beri küstüğüm başımı çevirdiğim adama gidiyorum, seninle barışmak istiyorum diyorum, elimi uzatıyorum. Yaltaklanıyorum yâni ona, barışıyorum ama, bu izzet-i nefsime çok dokunuyor.’ demiş.

Buraya kadar sözleri hep normal… Yâni hiç hayret etmedik ama, erbabı nasıl hemen yakalıyor bak meseleyi:

‘A evlâdım, nefsin izzeti mi olurmuş?..’ demiş.

Nefsin izzeti var mı?.. O nefis bize: (İnnen nefse leemmâretün bis-sûi) değil mi yâni? Bu nefis değil mi bize günahları işleten, bu kötülükleri yaptıran?.. Bu huysuzlukları, edepsizlikleri biz nefisten dolayı yapmıyor muyuz?.. Nefisten dolayı yapıyoruz. Allah indinde kıymeti olmayan bir şeyin izzeti mi olur? İzzet dediğin şey kıymetli şeyde olur. ‘Nefsin izzeti mi olurmuş a evlâdım?..’ demiş.

Alıntı

(Devam edecek)

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Allah razı olsun çok güzel anekdotlar paylaşmışsınız. ‘Nefsin izzeti mi olurmuş a evlâdım?..’ sözü ise gerçekten derin tefekkürlere itiyor. Algılamamız değişip bizi göğe doğru çekmek isteyen Allah. Nefsimize takılıp nefis yere çekmeye çalışırken resmen Rabbimiz göğe çıkarmak için bazen dert gibi gözüken ipleri ile zorla çekiyor.Allahın bu sevgi ve şefkatini hakedecek ne yaptık diye düşünürken Onun (c.c) zaten sonsuz sevgisi aklımıza geliyor.Her kulunu çok seviyor ve “bende seni seviyorum” dememizi bekliyor gibi.
    Benimde aklıma Ebu ishak şirazi hazretlerinin sözü geliyor.

    Allah sevdiği kuluna 2 nimet verir.
    1-Sevdiği bir alimi onunla tanıştırır.
    2-İnsanların faydasına olan bir işle vazifelendirir.
    Daha çok sevdiği kullarına ise
    -Dert ve bela verir.
    Ancak
    Sevilen o kullar dertleri birer nimet olarak gören kullardır.

Reply To koroglan Cancel Reply