Ve İki Sır Edebiyat Tarihinde

0

“Son uçuşumdan bu yana bir ay geçti sanırım. Yok, yok… Belki de biraz daha fazla… 29 Haziran’dı, değil mi? 44. Doğum günümde… Yine öyle bir sabahtı. Seher vaktinin kuş cıvıltılarını Bastia limanında yığınak yapmış müttefik filosunun yabanıl gürültüleri hoyrat bir güçle bastırıyordu. İnsanoğlunun vahşeti, onun varlık nedeni olan doğayı ezmeye kararlıydı. Ne var ki: ‘Medeniyet insandan istenene dayanır; ona sağlanmış olana değil!’ Ancak yaşadığımız yabanıl çağın şafağı ateşe tapıyor. Yaratılmış olanı topyekun yok etmeye!” (1)

Bir pilot, yaşı 44. Yaşadığı çağın şartlarında boğulan bir ruh: Antoine de Saint-Exupéry.

2. Dünya Savaşı. Fransa, Almanya’nın işgaline uğramış. Ülkesinin işgal altındaki durumundan çok etkilenen, savaşın neden olduğu olaylar karşında sessiz kalamayan Exupéry, komutanlarının sağlık durumunun savaş şartlarına uygun olmadığını söylemesine rağmen askere yazılır. ABD ordusuna katılarak yüzbaşı rütbesiyle Kuzey Afrika’ya gider. Görevi Alman ordularının hareketini havadan izlemektir. 31 Temmuz 1944’te savaşın en debdebeli günlerinde Fransa için keşif fotoğrafları çekmek amacıyla Korsika’dan son bir kez daha havalanır ve uçağı Marsilya açıklarında denize düşer. Ondan bir daha haber alınamaz.

Bundan çok zaman sonra 1998 yılında Jean-Claude Bianco adında bir balıkçı, Fransa’nın Marsilya kenti açıklarında avlanırken ağlarının arasında bir bilezik bulur. Üzerinde Antoine de Saint-Exupéry’nin ismi yazılıdır. Bir dalgıç, balıkçının avlandığı bölgede dalış yaparken denizin dibine saplanmış bir uçağın kalıntısıyla karşılaşır. II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir keşif uçağı. Üzerinde tek bir mermi izinin olmaması şaşırtıcıdır. Cesedi bulunamaz. Bazıları Saint-Exupéry’nin bilerek uçağını düşürdüğünü söylüyor.

Antoine de Saint-Exupéry

Exupery ve eseri Küçük Prens. Adeta birbirinin izdüşümü olan iki karakter. Ve iki sır edebiyat tarihinde.

Biri, ÖLÜMÜ SIR OLAN YAZAR SAINT-EXUPÉRY:  

“İşte Nice… Kente tepeden bakan Cimiez’deki villada Consuelo ile geçirdiğimiz balayı günleri. Gül’ümün açtığı günler… Gurup vakti Promenade Des Anglais’deki uzun yürüyüşlerimiz… Negresco Plajı’nda geceleri çıkılan düşsel samanyolu gezileri… Ama hepsi geride kaldı. Küçük Prens’in son uçuşu bu. Neden mi? Bilmem… İçimde pırpırlanan bir sevinç buklesi öyle olduğunu söylüyor. 44 yaşındayım ve belki de, O’nun dediği gibi bugün doğum günümde ıskaladığım 44. Günbatımına tanıklık edeceğim.” (2)            

Diğeri, KENDİ KÜÇÜK, ETKİSİ BÜYÜK OLAN ESERİ KÜÇÜK PRENS.

Son iki yıldır onu okuyanların, hakkında yazı yazanların, üzerinde yorum yapanların sayısı gittikçe artıyor.

Bir şeyin üzerinde bu derece talebin oluşunun genelde iki sebebi vardır diye düşünürüm. Ya gündemde kalıp moda haline gelmesi ya da gerçekten hak etmesidir. Küçük Prens okuduğum, beğendiğim bir kitaptı. Sadece çocuklara yönelik olmadığını, içinde büyükleri etkileyecek felsefi düşünceleriyle değerli olduğunu biliyordum. Ama buna benzer o kadar çok kitap okumuştum ki… Diğer okuduğum kitaplar gibi hatıralarımda izi kalmıştı o kadar.

Küçük Prens’e bunca ilginin nedenleri neydi? Kutsal kitaplardan ve Karl Marx’ın Das Kapital’inden sonra en çok satılan bir kitaptı. Dünya üzerinde 250’den fazla dil ve lehçeye çevrilmesi şaşırtıcıydı.

Bir dünya düşünün: İçinde zor beğenen; benliğin kol gezdiği; akılcılığın geçerli akçe olduğu ortamlar var ve bu ortamlarda birbiri ardına basılan kitaplar, klasik edebiyatın dev şaheserleri… Buna karşılık cüssesi çok küçük bir eser.

Olivier d’Agay… Exupery’nin akrabası. Yazar, Olivier d’Agay’ın büyükannesinin ağabeyi oluyor.

İstanbul’da açılışına katıldığı “Dünyanın Küçük Prens Kitapları Sergisi”nde gösterilen ilgi karşısında kendisine: “Sizce neden bu kadar yoğun bir ilgi var?” diye sorulduğunda: Kitabın en çok Türkiye ve Kore’de çevrildiğini söylüyor ve sonra ekliyor, “Çünkü bütün dünyanın ve bu ülkenin umuda ihtiyacı var.”

Antoine de Saint-Exupéry

BU ÇAĞIN UMUDA İHTİYACI VAR

Kişisel başarıyı ve çıkarı manevî değerlerin önüne koyan Modern kapitalizmin hırs ortamı… Sadece kendi arzusunun peşinde koşan, kimseye güven duymayan topluluklar… İçtenlik kaybolmuş, samimiyetin dili tutulmuş. Hele tevazu ve merhamet gibi hisler eziklik diye anılır olmuş. Yaradılışıyla her şeyin öznesi olması gereken insan, savaşın kaosunda gittikçe nesneye dönüşmüş. Medeniyet sanılan yaşamın ortasında oradan oraya savrulan bir meta haline gelmiş. Akıl ışığını kaybetmiş, zeka kurnazlık peşinde. Ne kalp cevherini biliyor, ne vicdan rehberliğini…

Exupéry’nin yaptığı şey, böyle bir savaş yıkımına karşı dünyaya umut mesajı verebilmek. “Umudunu yitirme! Başka bir dünyayı oluşturmak mümkün!” diye bağırmak. Bunu da bir çocuğun bulanmamış aydınlık bakışlarıyla görerek, masumiyetin diliyle konuşturarak gerçekleştiriyor.

İnsanı yıkıma sürükleyen sadece savaş değil, içinde çoğalan yeise; umutsuzluğa yenik düşmek. Kötülüklerin, çirkinliklerin temizlenmesinin çaresi umutta.

Uçarı bir kuştur umut
Yuva yapmış yüreğimi.
Aydınlığa açar kanat;
Orda bulur dileğini.

Süzül sedef kulelerden.
Ufuk, ibrişim kemerden.
Bu âlemin sırrı nerden?
Tutsak etmiş derdi, kini…

Can kanatlım! Uçmalısın.
Sevgi, gökçe kalbe yakın.
Karanlıkta durma sakın;
Avcı yoksa vurur seni.                 

Bir gün masal diyarında,
Bir gün sevda pınarında,
Hep neşenin kollarında
Konaklayıp bulsa beni.              

Bu işi; bizzat ruhuyla hissedemeyen, yüreğiyle idrak edemeyen biri yapamaz.

“Kim daha çok uyanıksa, o daha dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa, onun, daha sarıdır benzi.” (3)

Çiçek özünü sundukça, arının alıcıları açık oldukça “hakikat” balını hep verecektir. İhtiyacın olmadığı yerde değeri bilinmez suyun. Suyu değerli kılan, susamışlık. Susamış adama bir bardak su, hele çöl sıcağında, cennet pınarı gibi gelir. Susamış çağın insanına bir çocuk masumiyetinin avuçlarından ab-ı hayatı içiriyor Exupéry.

Deryayı taşıyan bir damla gibi küçük, duru kelimelerine metaforlarla nice hikmetler yüklüyor. Sayfaları dolduracak gerçekleri şerbet gibi, kuruyan boğazlara damla damla sunuyor. Her cümlede derin manalara kapılar açıyor. Batı dünyasının bir nevi Mesnevisi gibi…

Saint-Exupéry ne yazdıklarıyla ne de yaşadıklarıyla etkiliyor insanları. O birey olarak kendi fıtratının ihtiyaçlarını önce idrak etmesiyle sonra da bu idrakle yitik hakikatinin peşine düşmesiyle bu sırrı gerçekleştiriyor. O bir hasret yolcusu. Uçağıyla mavilikleri, yıldızları, gün batımlarını; yazdıklarıyla da okurlarını peşine takmış yol alıyor durmadan. Belki de verdiği mesajın içindeki umudu ve onu sunuş tarzı sebebiyle asla eskimiyor ve eskimeyecek.

frcb1xx-Edit

Posta pilotu olduktan sonra Fransa, İspanya ve Kuzey Afrika arasında posta taşımaya başlar. Gece yıldızların gümüşî hülyasında, gündüz içine sığındığı maviliklerin dünyasında bulutlar yolu; kar, tipi, ateş adeta yoldaşıdır artık. Bu âlemin heybetli nazarında dünya adeta avuçlarındadır. Baktığı yerin dünyanın neresi olduğunu, farklı yerlerindeki toprakları ayırt etmeye başlar. Yükseklerden gözleriyle sarabildiği gibi yazdıklarıyla da tüm varlığı kucaklamak; insana seni anlamak istiyorum demektir arzusu.

Dilekler samimi, gönülden olduğunda O gönlün Sahibi cevabını verir. Çile çeken bu gönlün dileği yıllar sonra insanlığın bunca ilgisi, bunca sevgisi olacaktır.

Kelam; gücünü, yüksekliğini ve güzelliğini dört kaynaktan alır:

“Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”

  1. Kim söylemiş?                                         Saint Exupery      
  2. Kime söylemiş?                                       20. yüzyıl insanına.
  3. Ne için söylemiş? Maksadı nedir?      Çağın perişanlığının özdeki güzellik kavramlarıyla yenilebileceğini anlatmak.
  4. Ne makamda söylemiş?                        Küçük Prens kitabının yazarı ve hakikat arayıcı bir bilge makamında.

KİM SÖYLEMİŞ?

Çağın insanı, uyandırılmaya muhtaç. Küçük Prens’in zaman zaman gözyaşlarıyla, zaman zaman bilgece konuşmalarıyla çağın insanını uyandırma gayretinde olan bir yazar söylemiş.

Annesine yazdığı bir mektupta şöyle yakınıyor: Ne kötü bir çağda yaşıyoruz anneciğim… 

Bu cümleye yürekten nazar edildiğinde hissedilen, şefkate ihtiyacı olan bir çocuk yüreği söylemiş.

Antoine de Saint-Exupéry

“Marsilya açıklarında üsse doğru baş veriyorum. Duriez’nin soğuttuğu gül renkli provence şarabının buğulu imgesi sarıyor görüş ufkumu. Gülümü korumam lazım… Şiddetli bir taraka. Yandan ve üsten geliyor. Başımı kaldırıp bakıyorum. Bir Alman avcısı, Focke-Wulf 190, üzerime doğru dalışa geçmiş. Mitralyözünden yıldız biçimi alev sağanağı yağıyor. Motorlara tam gaz yükleniyorum. Ancak bu kez hemen yanımda ikinci bir avcı beliriyor. Önüme geçiyor ve sıkı bir Immelmann manevrası çekerek gökyüzünde kıvrılıyor. Kuyruk dikmelerimin hemen ardına yerleştiğinden eminim. Düşünmek için vakit bırakmıyor bana. Bir taraka daha… Sol motor pervanem parçalanıyor… Avcı kanat ucumda beliriyor. Göz göze geliyoruz. Yüzünde aydınlık bir gülümseme var. Selam veriyor bana. 

Kurtarıcım o benim. Sonrasızlığa geçiriyor beni. Gülüyorum ona.” (4)

…diyebilen ölüme gülerek giden bir yiğit söylemiş.                                        

KİME SÖYLEMİŞ?

20. yüzyılın gergin insanına. Rekabeti vahşete dönüştürmüş aklına. Dileklerini savaşa çevirmiş kalbine.

Feryat etse duyacak kimsesi yok; yankısı kendi sesinde boğulmuş. Sadece elleri delicesine neyi bulsa almak telaşında olanlara söylemiş.

“Öyle bir ortam ki, zayıfa yaşama hakkı yok. Öyle bir duyarsızlık ki, bakanı dehşete düşürüyor! Işıklar hapsolmuş… İnsanın elinden silahları alınmış… İnsan, şehvetin elinde esir, kukla bir varlık olmuş… Fıtratın sesi çok derinlerde kalmış.” (5)

Öyle bir çağ ki, ne ‘insan’ın farkında, ne de ‘asıl deprem’in. Ve bu nedenlerdir ki, insanın bozuluşu her alana yansırken seyirci kaldı gözler. Evet, bu önemsenmeyen deprem, gerçeğin uzağında yaşayan insandaki depremdir. Bu depremle her an parçalanıyor, eksiliyor, sönüyor insan kalbi.” (6)             

NE İÇİN SÖYLEMİŞ? MAKSADI NEDİR?

“Taşların altında gizlenen akrep ve yılanlar değil; insan kalbinin sakladığı kötülüklerdir asıl tehlikeli olan!” (7) 

Exupéry o güzelim mavi gezegeni berbat ettiğimiz ve savaş ateşiyle tutuşturduğumuz, enstrümantal aklımızın ruh enfarktüsünü açık bir biçimde teşhis eder. İnsan mahiyetinin aslı ve esası ruhtur. Ruh bütün hasse ve duyguların efendisi ve yaşam kaynağıdır. (8)

Atardamar dalının tıkanması sonucu kansız kalan doku bölgesi nasıl iş göremez hale gelirse; enfarktüs geçirirse, aynı bunun gibi merhametsizlik ve duyarsızlık da dünyanın atardamar dalını tıkamış. Hayatın dokusu kansız kalmış öfke ve nefretle. Yaradan’ın bize emanet ettiği güzelim gezegen kötülüklerle yok ediliyor.

Ruhun dirilebilmesi için onu kendine getirecek, silkeleyecek seslere, enerjiye ve besleyecek gıdalara ihtiyacı var. Sesiyle mest olacak, göklere uçuracak hislere… O seslerin, hislerin membaı ise gönlümüz; kalp gözümüz.

Exupéry de böyle bir gönül yiğidi. Onun hakikat arayışında en büyük ihtiyacı içimizdeki bu ilahî sır. Belki de eserini  böylesine güçlü kılan da bu sır. Maksadı çağın bu perişanlığının ve yalnızlığının bir tek sevgi, merhamet, dostluk, huzur, erdem, sorumlulukla yenilebileceğini insanlığa anlatmak.

“Vazife, büyük şey yapmak değil, ne kadar küçük olursa olsun gerekeni yapmaktır.” (9)

Antoine de Saint-Exupéry

NE MAKAMDA SÖYLEMİŞ?

1943’te, İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu insanlığın kıyımına, uygarlığın kayboluşuna, dostluğun, arkadaşlığın önemini kaybetmesine, insanoğlunun bu denli duyarsız, anlayışsızlığına bir çığlık olan bir aydın makamında söylemiş.

“Goethe, yazdığı bir mektubunda, ‘İnsanı kendi haline bıraksınlar, ona ne çok şey bırakmış olurlar.’ diyor. Tanrı’dan uzak kalışın verdiği ıstırapla insan kalbi soluyor. Yalanın, çirkinin yaşattığı örnekler insanın gözlerine, dimağına siniyor. Tohum kök salamıyor kalbe. Kalbin dirilişidir ya da ölümüdür ortam…” (10)

Böyle bir ortamın sıkıntısını içinde yoğun yaşayan, hem kendine hem başkalarına çare arayan bir insan makamında söylemiş.

İnsanda öyle bir âlem var ki zaman içinde şekilden şekle dönüşebiliyor. Sevdikçe çoğalıyor, merhametle yüceliyor, hayallerinde sonsuzlaşıyor, tefekküründe derinleşiyor. Nefretiyle, hırsıyla kin ve öfkesiyle zulmün sarmalında korku, evham, endişeleri içinde daralıyor, küçülüyor…

“Yeryüzüne sıkı sıkıya bağlı bir yaşamda en yüce anları seçti ve büyük emek vererek en iyilerini kağıda döktü. Eser adeta geniş kapsamlı bir özettir. Yine de her satırında ruh zenginliği gizlidir. İçimizde kendimizi aşma arzusu uyandırırken bizi hayallere sürükler.” (11)

İnsan ruhu aynı turnalar gibi sonsuzluğa, ufuklara aşık. O bir sultan. Mâna âleminin sınırsızlığının efendisi. Onun arzusu yaradılışının göklerinde kanatlanmak. Göklerin maviliğine, ufkunun rengine, deryasının derinliğine göre yaşamak. Bu sebeple sonsuzluğun gizemi, cazibesine ruhunu bir çekmeye görsün. Kanatlanan sadece bedeni değil, onu insan yapan her şeydir.

Ruhun gerçek sahibi böyle dilemiş, böyle yaratmış. Ruhuna uygun olan ne varsa vermiş. Göklere aşık gözlere toprağın sevdasını veremezsin. Zorlarsan feri sönüverir. Ruhun da özgürlüğünü kısıtlarsan yavaş yavaş ölür. O, görülenin ötesine sevdalı bir seyyahtır. Kalıpları sevmez. Bendine sığmayan bir seldir. Tutmak istersen ya bendini yıkacaktır; ya da kendi içinde azala azala kuruyacaktır.

İşte insan, böyle bir iç âlemiyle insandır. Bu âlemi inançla, manevî değerlerle, faziletle güçlendirmek gerek. Çünkü küllenmemiş vicdanıyla, şefkatiyle, herkesi içine alabilecek kalbiyle güçlü insana ihtiyaç var. Ancak bu kalbin düşmanı çok… Aydın fikirlerinden, sadeliğinden, boyun eğmezliğinden rahatsız olanı çok…

Juan Gelman…  Arjantin “edebi geleneğinin” en önemli şahsiyetlerinden biri. Hayatını şiire adamış bir gazeteci ve çevirmen. Bir keresinde şöyle yazmıştı:

“Bak, sözcükler hava gibidir: herkese aittirler. Sorun, sözcükler değildir; tondur, bağlamdır, bu sözcüklerin hedeflediği yer ve kimin eşliğinde ifade edildikleridir. Katiller ve kurbanlar tabii ki aynı sözcükleri kullanır; ama polis raporlarında ütopya veya güzellik ya da şefkat sözcüklerine hiç rastlamadım. Arjantin diktatörlüğünün Küçük Prens’i yaktığını biliyor musun? 

Bunu yapmakta haklı da olduklarını düşünüyorum. Ben Küçük Prens’i sevmediğim için değil, kitap herhangi bir diktatörlüğe zarar verecek miktarda şefkatle dolu olduğu için.”

Güzelliğin, sevginin, şefkatin düşmanı çok! Çağın avcıları pusuya yatmış. Dikenli planlar çekilmiş sınırlar yerine.

“Kalbin derinliklerinde tıkanan hıçkırıklar, çığlıklar duyulmuyor! Hayat bir yardımlaşma iken savaş halini almış. İnsanın durmadan hep maddi ihtiyaçlara dikkati çekiliyor. ‘İnsan’ın kayboluşuna ise seyirci kalınıyor. Para tek egemen güç; dünyayı bir köpek gibi peşinden sürüklüyor. Sevgiyle koruyacakken güç insanı eziyor. Kendisi için yaratılmışken evren, insana bakın, yerlerde sürünüyor.” (12)

“Kan ve hâkimiyet! İşte ebediyen kötülük tohumlarının yetiştiği toprak. Bir kötülüğün yerine diğer kötülük geçiyor ve başka bir kötülük için de, (toprağa) tohum bırakıyor.” (13)

Peki bunun bir dönüşü, çaresi bulunamayacak mı? Dünyayı yeniden biçimlendiremeyecek mi insanoğlu?

Hakikat yolcusunun hayalleri ufuklar ötesine bağlı. Ruhu nice şafaklara gebe. Doğan her günle tazelenir, çoğalır. Kanatları özgürlüğe tutkun turnaları bekler öteler. Yücelerden kartal bakışıyla çözülür hileler.

Sen turna ol hayallerinle Küçük Prens gibi. Kartal ol; nice dorukları aş Exupéry gibi.

KİM DURDURABİLİR SENİ?


1: Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.17
2: Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.21
3: Mevlânâ
4: Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.23-24
5: Küçük Şey Yoktur / s.398
6: Kemal Ural
7: Victor Hugo
8: Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.17
9: Alexis Carrel
10: Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.118
11: Stacy Schiff  / Saint-Exupéry: Bir Biyografi
12: Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.398-399
13: Cengiz Aytmatov / Kassandra Damgası / s.33


“Exupéry’nin Uçuşu” İllüstrasyonu © Ruslan Kadiev
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply