Varoluş ve Küçük Prens

1

Ruhtur, yeryüzünde bir yabancı.

Georg Trakl

Martin Heidegger, en sevdiği kitabı merak eden bir Fransız gazeteciye raftan “Küçük Prens”i çıkarır ve onu 20. yüzyılda yazılmış en büyük varoluşçu eserlerden biri olarak tanıtır. Üstelik “Hitlerin kral olduğu dünyada bana yer yok” diyen Saint-Exupéry’nin aksine Almanya’da Nazi rejimiyle işbirliği yapma rezaletini yaşayan Heidegger’in 2. Dünya Savaşı’nda savaşan ve uçağı düşürülerek kaybolan bir havacının yazdığı öyküyü en büyük varoluşçu eserlerden biri olarak önermesi ve övmesi çok değerlidir. “Küçük Prens” hikayesine, özellikle tilkinin olduğu bölüme aşık olan ve büyülenen Heidegger, 1949 Almanca baskısının arka kapağına son söz bırakır:

‘Küçük Prens’ bir çocuk kitabı değil, tüm yalnızlığı yatıştıran
büyük bir şairin mesajıdır.

Saint Exupéry’den sadece Heidegger değil, Jean-Paul Sartre da etkilenmiş ve “İnsanların Dünyası”nı varoluşçuluğun kaynağı olarak değerlendirmiştir. (Exupéry, Sartre’ın ‘varoluş özden önce gelir’ önermesinin aksine, ‘insanın özü varoluşundadır’ demesine rağmen). Felsefeyi Sartre’dan farklı bir zeminde geliştiren Merleau-Ponty hiçbir felsefi ekole mensup olmayan Exupéry’nin diline saygı ve hayranlık duymuştur:

Tamam. Evler olsun, yıldızlar olsun, çöller olsun,
onları güzel yapan gözle görülmez.

İnsan ilişkilerine sempati duyan Albert Camus onun yazılarından alıntılar yapmış, André Gide ise Exupéry’nin 31 yaşındayken yazılan “Gece Uçuşu” romanının 1932 baskısına yazdığı önsözde, “mutluluğun özgürlükte değil, insanın görevini kabulünde yattığı” anlayışını takdir etmiştir.

Pek çok varoluşçu eserde kendiyle yüzleşme alanı ortak olarak yer alır. Franz Kafka’nın “Dönüşüm”ünde Gregor Samsa’nın tek başına bulunduğu oda hem yabancılaşma alanı hem de kendi varoluşuyla yüzleştiği mekandır. Exupéry’e göre varoluş, çölde yalnız olmanın farkındalığıdır. Yani kişinin “yalnızlığıyla” yüzleşmesi “varoluş” yolunda atılması gerekli ilk adımdır.  Bu anlamda Küçük Prens bir yalnızlık hikayesidir. Hem yetişkinlerin dünyasında kaybolmuş hem de modern dünyanın çölünde, “ciddi iş adamları” arasında şiddetli bir yalnızlık içindedir. Başkaları için uygun olan tanıdık dünyadan kaçar ve çevresindekiler gibi yaşama isteksizliği onu yalnızlığa sürükler. Saint-Exupéry de Amerika’da iken kendisini gerçek bir çöldeymiş gibi hisseder. Gökdelenler ve kayıtsız insan kalabalığı arasında sokaklarda gayesizce dolaşan ve küçük şeylerin tadını çıkaramayan insanları izlemek onu derinden sarsar. 1942 yazında, Manhattan’ı saran sıcaktan muzdarip iken “Bir Rehineye Mektup”ta şöyle yazar:

Çöl hiç de göründüğü yerde değil. Sahra’da şehirdekinden çok daha fazla hayat var ve hayatın metafizik kutupları güçlerini kaybetmişse, koşuşturmaca dolu kalabalık bir şehir aynı çöldür.

Bu yalnızlık duygusu Kierkegaard’ın “kaygı”sını oluşturur. Böylelikle insanlar korku ve kaygılarından kurtulmak için kendi kuyularına doğru koşmaya başlarlar. Örneğin, şehvet, lüks, onur, bilinme arzusu, başarı gibi susuzluk giderici haplar yutarlar. Kişi bu şekilde uzun süre su içerse, çölde olsa bile çölde olmadığı yanılsamasına kapılır. Bu Sartre’ın bahsettiği “kendini kandırma” aşamasıdır. Yalnızlıkla yüzleşmek yerine ondan kaçmaya alışmasıdır.

Sartre’ın “Bulantı” romanındaki başkahraman Roquentin, etrafındaki insanlara ve eşyaya karşı tiksinti ve bulantı hissettiği gibi aynı zamanda çevresindeki dünyanın saçmalığına dair bir duyguya da sahiptir. “Küçük Prens”te çocuklarla yetişkinler arasında iletişim kuramama ve kişinin sadece kendi durumuyla ilgili kaygısı da Saint-Exupéry’nin bulantısıdır denebilir. Sartre’ın 1938’de çıkan “Bulantı”, Albert Camus’nün 1942’de yayınlanan “Yabancı” ve Exupéry’nin 1943’de basılan “Küçük Prens”i o dönemdeki hayatın saçmalığına karşı bir çözüm aradıklarının önemli kanıtı sayılabilir.

Albert Camus’un “Veba”sında anlatılan kapalı Veba Şehri, Sartre’ın “Duvar”ında hapishane ne ise “Küçük Prens”de de Çöl odur. Gökyüzünü sevdiği kadar çölü seven Saint-Exupéry, her zaman çölün “dünyanın en güzel yeri” olduğuna inanır.

‘Çölü güzel kılan’ dedi küçük prens, ‘bir yerlerde
bir kuyuyu gizliyor olması…’

Gülün öldürdüğü şair Rilke, çocukluğun kendimizi ve ilhamlarımızı aramak için en zengin yerlerden biri olduğunu hatırlatır. Descartes ise bize çocukluğumuza geri dönmemizi ve her şeyi sevginin verdiği ruhsal aklın rehberliğinde kendi temellerimiz üzerine inşa etmemizi tavsiye eder. Bu içimizde yaşayan Küçük Prens’i uyandırmakla aynı anlama gelemez mi? Veya daima uyanık olmamızı hatırlatan Descartes’ın felsefesi, çölü görünmez bir kuyunun güzelleştirdiğini fark etmemizi sağlayan Küçük Prens’in bir konusu olamaz mı? (İşte “Küçük Prens”i tekrar okumak için bir sebep daha!).

Sartre, “Varoluşçuluk bir tür hümanizmdir.” der. Hümanizm, “insanlarla ilgilenmeyi” ve “insanları önemsemeyi” savunur. Varoluşçuluk da öyle. İnsanlar ve diğer insanlar arasındaki ilişki giderek daha kaotik hale geldiğinden, Saint-Exupéry’nin tüm sahte çirkinliklerle başa çıkmak için bir tür çocuksu masumiyeti özlemeye başlaması normaldir. İnsanın çocukluğu çok saf ve güzel, çok doğal ve süssüzdür, ama “Küçük Prens” sadece çocukluğu değil, aynı zamanda insanlığın başlangıç aşamasını da simgelemektedir. İnsanın kendi çocukluğuna geri dönmesinden ziyade, insanlığın Adem durumuna dönmesi, her insanın eşit olduğu başlangıca rücu etmesi gibi. Saint-Exupéry Kur’an okumuş mu emin değilim, ama okumuş ve Kur’an’dan ilham almış ise, Pilot, Küçük Prens’e nasıl çizeceğini bilmediğini söylediğinde Tüm Çöllerin Efendisi Hz. Muhammed’in (Sallallahu aleyhi vesellemin) Hazreti Cebrail’e söylediğine atıfta bulunmuş olabilir: 

‘Okuma bilmiyorum.’
.

1. Saint-Exupéry, şehirden binlerce kilometre uzakta çölün ortasına acil iniş yapmak zorunda kalır. Sonra gecenin bir yarısı derin bir yalnızlık hissederken Küçük Prens ile karşılaşır. Kişi boynuna kadar kuma gömüldüğünde ve susuzluktan boğazı ağır ağır düğümlendiğinde kalbindeki Küçük Prens ziyaretine gelir. Gün batımı yalnızlığın dostuysa, Küçük Prens de yalnızlığın ödülüdür.
2. İnsanlığın yeni yapay zekalarla uğraşmak zorunda kaldığı, teknolojisiz bir hayat düşünemediği bir dönemde, ‘en başa’ dönüp insanın doğasına bakmanın şart olduğu gerçeği ile yüzleşmek gereklidir. İnsanoğlunun doğasını aramaktan asla vazgeçmeyen Saint-Exupéry’nin ruhu ve hayatı bugün hala birçok insanın kalbini sallamaya devam ediyor ise bu sır yazdığı son mektubun son cümlesinde saklı…
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Sayın Berâ,

    Hayatı dengede tutan bütün değerler gittikçe kaybediliyor. Ve nereye olduğunu bilmeden yoğun koşuşturmalarla insanoğlu adeta ağını kendi örüyor.

    “Varoluş ve Küçük Prens” adlı yazınızda insanın düştüğü bu kaostan çıkabilme çabasını ve bunun en önemli durağı olan “çöl”ün en anlamlı yorumunu dile getirmişsiniz.

    “Çöl hiç de göründüğü yerde değil. Sahra’da şehirdekinden çok daha fazla hayat var ve hayatın metafizik kutupları güçlerini kaybetmişse, koşuşturmaca dolu kalabalık bir şehir aynı çöldür.”
    Saint-Exupéry / Bir Rehineye Mektup

    Gönlün, mülkün, beldenin sultanı olduğu gibi kelimelerin de sultanı var. Exupéry benim için böyle biri.

    Kaleminize sağlık.
    Elif Kaya

Leave A Reply