Tolkien’in Zaman’ı – Bölüm 11

0

Bu yazı dizisindeki yazılar Verlyn Flieger’in A Question of Time isimli kitabından faydalanılarak ve kitap içerisindeki konu sırasına uyularak yazılmıştır.


Yazı dizimizin bu noktasında, Verlyn Flieger ve J.R.R. Tolkien’in zaman algısı ile ilgilenen herkesin atıfta bulunduğu yarım kalmış eser olan The Lost Road hakkında biraz daha detaylı bilgi vermenin yerinde olacağını düşünüyorum. The Lost Road, önceki yazılarda değinmiş olduğumuz gibi, J.R.R. Tolkien ile C.S. Lewis’in uzay seyahati ve zaman seyahati konuları üzerine hikaye yazmaya karar vermeleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Tolkien ve Lewis, bu iki konuyu aralarında paylaşmak için yazı-tura atarlar ve sonuç olarak Tolkien zaman seyahati, Lewis ise uzay seyahati üzerine yazmaya başlarlar. C.S. Lewis açısından sonuç, başarılı bir seri olan Out of the Silent Planet ile başlayan The Space Triology (Uzay Üçlemesi) olur. C.S. Lewis’in eserlerindeki bir çok unsurun, Efsane-i Tolkien (Tolkien’s Elegendarium) ile benzeşmesi ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu konuda Lewis’in bunları Tolkien’den aldığını söyleyenler de sürekli beraber olan iki arkadaşın hikayelerini birbirlerine anlatırken oluşan benzeşmeden bahsedenler de mevcuttur. Tolkien bu konuda net bir tavır almaktan kibarca kaçınsa da, Lewis’in Uzay Üçlemesi’ni yazmadan önce, Silmarillion’dan parçalar duyduğunu ve bazı isim benzerliklerinin bu nedenle oluştuğunu belirtir.

The Lost Road hikayesinin ana gövdesi, geçmiş nesillerden miras kalan hatıralar aracılığıyla geçmişte vücut bulmak üzerine kurulmuştur. Bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi, isimleri anlam olarak Amandil/Bliss-friend/Cennet dostu ve Elendil/Elf-friend/Elf dostu isimleri ile benzeşen baba-oğul ikililerinin zaman içerisinde var olmalarının üzerine oturan bu hikaye, yaklaşık günümüzde diyebileceğimiz bir baba oğuldan başlayarak Atlantis’in ya da diğer bir deyişle Númenor’un batışına kadar gitmektedir. Atlantis’in Tolkien için önemine ve oğlu ile beraber birbirlerinden habersiz bir biçimde aynı rüyayı görüyor olmalarına önceki yazılarda (Bölüm 2 ve Bölüm 10) değinmiştim. Hem zaman seyahati üzerine yazma isteği hem de kendi hayatında “Atlantis Haunting / Atlantis Dadanması” şeklinde adlandırdığı rüya, Tolkien’i böyle bir hikaye yazma konusunda tetiklemişti.

Hikayenin yazılma tarihi olarak yaklaşık 1936-1937 yılları gösterilmekte. Hatta 1937 yılında Tolkien, yazdığı birkaç bölümü yayıncıları olan Allen ve Unwin’e, Hobbit’in muhtemel bir devamı şeklinde yollamış, ancak yayıncılar bunun neredeyse hiç bir ticari başarısı olmayacağını düşünmüşler. Verlyn Flieger, bu dönemin aynı zamanda tüm Avrupa’nın savaş hazırlığında olduğu gergin bir dönem olduğunu hatırlatarak, Tolkien’in her zaman kendi çağının farkında olan bir kişi olduğunu ve bu gerginlikten etkilenmiş olduğunu belirtiyor. Bu yüzden Tolkien’in kendi deyişi ile, “Atlantis Efsanesi’nin yeni versiyonu”, aslında onun yola mutlu bir hikaye yazmak için çıkmadığını da gösteriyor. The Lost Road da hikayesi itibariyle ümit veren bir hikaye değil. Hikayenin kahramanları zamanda seyahate devam etselerdi (ya da Tolkien onları devam ettirebilseydi) kendilerini kocaman bir medeniyetin çöküş anında bulacaklardı.

The Lost Road hikayesi her ne kadar sürekli (Tolkien tarafından da) yarım kalan, tamamlanamayan şeklinde tanımlansa da, bunun eksik bir sonuç olduğunu düşünenlerdenim. Tabi ki ortada tamamlanmış bir The Lost Road kitabı mevcut değil, ama bu hikayenin getirdikleri Efsane-i Tolkien içerisinde yayılmış bir biçimde görülebiliyor. Númenor’un batışı, dünyanın artık yuvarlak oluşu, düz yol (straight path) gibi çarpıcı kavramlar biraz da bu yarım kalan hikayenin getirileri gibi geliyor. Bunun yanında belki gözden kaçan bir husus ancak, Tolkien ısrarla Atlantis ve Númenor’u özdeşleştiriyor. Hatta kendisi bunu bir ‘curious chance’ yani ‘merak uyandırıcı bir denk gelme’ olarak belirtse de, Númenor dilinde Akallabêth olan Númenor’un Batışı’nın, Quenya dilinde  Atalantë haline geliyor olması bile bu özdeşleştirmenin ne kadar güçlü olduğunu gösteren bir unsur.

Atlantis Efsanesi, Platon marifeti ile insanlığın gündemine isim olarak giren bir kavram. Plato’nun Timaeus ve Critias isimli eserlerinde geçen Atlantik Okyanusu’nda yer alan bu kıta üzerine Plato’dan günümüze değin onlarca spekülasyon yapıldı. Ancak aşağı yukarı her kültürde yer alan Tufan Efsanesi gibi, denize batan büyük bir medeniyete dair hikaye de sanki insanlığın zihnine kazınmış bir metin gibi yabancı hissettirmeyen bir yana sahip. Bence bu özdeşleşmenin önemi, Tolkien’in bu yolla Efsane-i Tolkien ile dünyanın efsaneleri arasında bir geçit açıyor olmasıdır. Bu geçit, bu dünyanın kadim tarihinde olmuş, gerçek mi efsane mi bilinmez bir hikayeden çıkıp, Efsane-i Tolkien’e geçmeyi sağlıyor. Bu geçit sadece iki dünya arasında değil, aynı zamanda bizimle, yani okuyucuları ile Tolkien arasında da açılıyor, çünkü Tolkien kendinden de bir parçayı bu şekilde Efsane-i Tolkien’in içine koymuş oluyor.

Faramir ve Eowyn

‘Neye bakıyorsunuz Eowyn?’ dedi Faramir.

‘Kara Kapı o tarafta değil midir?’ dedi kız. ‘Ve o artık o tarafa varmış değil midir? Ayrılalı yedi gün oluyor.’

‘Yedi gün,’ dedi Faramir. ‘Lâkin size şöyle dersem benim hakkımda kötü düşüncelere kapılmayın: O günler bana, hiçbir zaman aklımın köşesine gelmeyen bir sevinç ve acı getirdiler. Sizi görme sevinci; acıya gelince, artık bu kötü zamanların korkusu ve kuşkusu gerçekten iyice karardı. Eowyn, bu dünyanın şimdi bitmesini ya da bulduğum şeyi bu kadar çabuk kaybetmek istemezdim.’

‘Bulduğunuz şeyi kaybetmek mi beyim?’ diye cevap verdi kız; fakat ona temkinli bir tavırla bakıyordu ve gözlerinde müşfik bir ifade vardı. ‘Bu günlerde, kaybedebileceğiniz ne gibi bir şey buldunuz bilemiyorum. Fakat haydi dostum, gelin bundan söz etmeyelim! Gelin hiç konuşmayalım! Ben korkunç bir şeyin kıyısında duruyorum, ayaklarımın önünde tamamen karanlık bir çukur var ama arkamda bir ışık var mıdır, yok mudur bilemem. Çünkü henüz arkama dönemem. Bir hükmün verilmesini bekliyorum.’

‘Evet bir hükmün verilmesini bekliyoruz,’ dedi Faramir. Ve başka bir şey söylemediler; onlara öyle geldi ki sanki onlar surun üzerinde beklerken rüzgâr durdu, ışık zayıfladı, Güneş karardı ve hem Şehir’deki hem de civardaki topraklardaki bütün sesler sustu: Ne bir rüzgâr, ne bir insan sesi, ne bir kuş cıvıltısı, ne kıpırdayan bir yaprak, ne de kendi nefes sesleri duyulabiliyordu; kalp atışları dahi susmuştu. Zaman duraksadı. Ve onlar böylece dururken elleri birleşti ve kenetlendi, onlar farkında olmasalar da. Ve hâlâ neyi beklediklerini bilmeden bekliyorlardı. Sonra hemen, uzaktaki dağların zirvelerinin gerisinde, karanlıktan oluşan başka bir koca dağ yükselmiş, bütün dünyayı kaplayan bir dalga halinde kabarmış gibi geldi onlara; dağın etrafında şimşekler çakıyordu; sonra toprakta bir titreme geldi geçti ve Şehir’in surlarının sarsıldığını hissettiler. Etraflarındaki topraklardan bir iç çekme sesi yükseldi; kalpleri aniden yeniden atmaya başladı.

‘Bu bana Númenor’u hatırlattı,’ dedi Faramir ve konuştuğunu duyunca kendi kendine hayret etti. 

‘Númenor mu?’ dedi Eowyn.

‘Evet,’ dedi Faramir, ‘Batıilleri’nin o çöken ülkesini, yeşil topraklarla üzerlerindeki tepelere tırmanan koca kara dalgayı ve yaklaşan kaçınılmaz karanlığı. Sık sık bunu görürüm rüyamda.’

J.R.R. Tolkien / Yüzüklerin Efendisi / Kralın Dönüşü / Vekilharç ve Kral

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply