Sokak – Bölüm 9

3

Her An Bir Olmadasın

Denize yakınız. Hemen hemen her evin çatısında martı yavruları. Sesleri içimi acıtıyor. Biliyorum doğal sesleri bu; ama yine de tuhaf oluyorum. Yol kenarlarına kuru mamalar konulmuş. Hayvanlarla birlikte yaşıyoruz. Kapma yarışında olan kedilerin, kargaların, martıların iç içeliği bu sokakların ortak görüntüsü. Bir bey var; çok erken saatlerde sırtında taşıdığı çuvalında sahildeki kuşlara ekmek götürüyor. 

Daima şuna inandım ve zamanla şahit olduklarım da bunu doğruladı: Hayvan sevgisi öyle bir şey ki, insanın tıkanmış manevî kanallarını açıyor. Önce hayvan sevgisi, sonra insan sevgisi ve bu duyguyla yumuşamış, incelmiş kalpteki ilahî sevgi. Bu yolculuk düz giden bir çizgiyi değil, derine inen ve yükseğe çıkan dikey bir çizgiyi takip ediyor. Çünkü derinde ben varım. Var olduğumu bildiğim kadar yücelirim. Önce sevmek için yaratıldığımı anlamak. Mideden ruha kadar uzanan ihtiyacımda benim için var olanları tanıyıp sevmek ve koruyup kollamak. Niçin? Çünkü sevgi ve koruma duygusu kalbimi ve vicdanımı arındırıyor, besliyor ve hakikatlerini bulduruyor. Ve bu hakikat elimden tutarak, en büyük sevgiye götürüyor beni. Evet. Ben buna yürekten inandım. 

Sahilde yürüyüşün en güzel tarafı, seviyeli sıcak ilişkilerin oluşturduğu manzaralarla karşılaşmak: Önlerinde yürüyen çocuklarına bakan genç anne babalar. Elele heyecanla yaşamı karşılayanlar. Bir kenarda oturmuş hem elindeki kitabı hem gözündeki tabiatı okuyanlar. Hele omuz omuza birbirlerine destek olarak yürüyen yaşı ilerlemiş çiftler… Hiç tanımadığı birine gülümseyerek günaydın diyenlerin sayısı hayli fazla. Şefkati, heyecanı, okumayı, sadakati, nezaketi harmanlayan bu yolda insanlarla yürümek hoşuma gidiyor. 

Yunus gibi siz de öfkeden, endişeden vaz geçin. Bunlarla uğraşıp kendinize huy edinmeyin. Gerçek yiğit olan önce sevgiye sarılmalı. Hakkın aşkı ve varlık sevgisi her şeyden önce gelmeli.

Nur Hanım’ın sözlerindeki gerçek, zaten benimsediğim bir tarz. Ancak bazen olaylar kafa karıştırıp, iç dünyamızı sarsabiliyor. İşte böyle zamanlarda hikmetli konuşmalar ışık oluyor. 

Elif! diyorum… Güzelleş! Güzel ol! Hep güzel düşün! Yerinde sayma! Yoksa her ürkek adımında çirkine çevrilir yüzün. Çünkü fıtratın sıfır noktası kaygandır. İraden tam o noktadan meyleder. Ya artıya ya eksiye. Şeytan bir yanında, melek bir yanında. Meleği bırakırsan şeytan yaklaşır. Nefsin avlar, vicdanı unuttuğunda. Ya karasın ya ak. Ya bir şey alınır senden; eksilirsin. Ya bir şey verilir sana; çoğalırsın. Neden? Çünkü sıfırın, kaygan nokta. Doğruyu, iyiyi, hep artı olanı gör. Yoksa eksi, eksiği getirir; eksilir artı olan. Eğriye eğilme, artar gittikçe sende kalan.

Unutma ki, her an bir “dolma”dasın.
Oluklar dolar, kalbe akmak için.
Farkına var; her an bir “olma”dasın.
Kemâledir içten dışa çemberin.

Teknolojik gelişmelerden öğrendiklerimi düşünüyorum: İnsan elinin 30 dakikada hazırladığı ayakkabı kalıbını bir robot 6 dakikada üretebiliyor. 2 saatlik beyin ameliyatı sadece 2.5 dakikada gerçekleşebiliyor. Bilgisayarda robot yazılım, ortalama bir çalışandan 3 kat daha hızlı çalışabiliyor. 7 gün 24 saat yüzde 100 verimlilikle işlemler hatasız olarak gerçekleşiyor. Yorgunluk yok, şikâyet yok, zaman kaybı hiç yok. Ama yine yorgun, yine tatminsiziz. Neden? Çünkü hiçbiri yüreğe hizmet etmiyor. 

Şu an eminim ki, bu manzarada çoğumuzu memnun eden şey ne ayakta spor ayakkabı, kulakta müzik cihazı ne de etrafta çoğalan elektrikli Scooterler. Bizi memnun eden; yalnız olmadığımızı gösteren yakınlıklar. İnsan olduğumuzu hatırlatan sıcak bakışlar. Ve hayatı sevdiren varlıktaki güzellik.

Yavaş yürümeme rağmen sıcak etkiliyor; yorulmuşum. Bu günlük bu kadar yeter! diyorum. Ağaçların serin gölgesinde varoluşun anlamı buram buram tütüyor. Aldığım her nefes, atabildiğim her adım ve güzel ağacım, seni bu kadar sevebilen yapım için Rabbime şükrediyorum.

Nerede ağaç çoksa o sokağı tercih ederim. Tabii bu semtin en gölgeli yeri benim sokağım. Yaşım ilerledikçe yerin yeşilini denizin mavisinden daha çok sevmeye başladım. Toprağa yaklaşmanın sezgileri mi bunlar? 

.Elif Hanım!  Elif Hanım!

Hiç tanımadığım bir ses. Tam sokağı geçerken arkamdan sesleniyor. Dönüp bakıyorum. Arif Bey’in oturduğu apartmanın kapısında bir hanım gülümseyerek bana bakıyor.

.Elif Hanım. Kusura bakmayın. Sizi tedirgin ettim. Ben Arif’in halasıyım. Terastan sizi görmüş. Telefon ederek haber verdi. Maide Hanımlarla oturuyoruz. Müsaitseniz buyur etmek isterim. 

Bahçe bayağı geniş. Bir tarafı apartman sakinlerine oturma yeri olarak ayrılmış. Baştan başa çim. Masa bir ıhlamurun altında. Ağacın gölgesi, ıhlamur çiçeklerinin kokusu kadar içimi ferahlatıyor. Sahildeki güneşten sonra serinlik adeta soğuk limonata gibi. Mümtaz Bey, Maide Hanım ve Nur Hanım. Günün ikram ettiği güzellikler… Hala müsaade isteyerek yanımızdan ayrılıyor. Adı Arife. Maide Hanım kendisinden sitayişle bahsediyor. Mümtaz Bey arka bahçeyi anlatırken çok heyecanlı. Toprağın ıslahı, yeni dikilen güller, harabe kameriyenin yenilenmesi ve bahçenin sonundaki sebze bölümü. Kısaca hayli yol kat edilmiş. Bunları anlatırken bir delikanlı gibi gözleri sık sık eşinin üzerinde. Onun hali Maide Hanımı da etkilemiş. 

O arada Arife Hanım yanımıza geliyor.

.Arif biraz sonra gelecek yanınıza. Özür diledi. Önemli bir iş için birkaç yere telefon etmesi gerekiyormuş.

Ufak tefek bir hanım. Sevimli ve son derece sade. İnsanı ilk görüşte rahatlatıyor. Çünkü nasılı, niçini düşündürmeyecek bir yapısı var. Olduğu gibi. 

Aniden bir şeyin farkına varıyorum: Yeni tanıdığım insanlardan oluşan bu tablo, bu sokak; her şey sanki benim ihtiyaçlarıma göre hazırlanmış. Olabilir mi? Pekâlâ olabilir. Çünkü yıllarca uğranılmayan harabe bir yer, nedense aniden elden geçerek çok güzel bir mekâna dönüşüyor. Oturanlar kim? Özlediğim bir karışım. Mümtaz Bey, Maide Hanım ve Nur Hanım. Arifane düşünceyi, ruhsal hekimliğe karıştır ve bu karışımı Yunus’un şekillendirdiği bir kişilikle sun. Sonra bir delikanlı var; Arif. Muhitine taban tabana zıt. Aynı Mehmet Akif’in Asım’ı gibi. Yurduma şifa verecek gençlik modelim. Bugün de hala. Bir bakışta içi görünen, kibirden, sun’i havadan uzak. Hatta bu ihtiyaç tablosunda ıhlamur ağaçları da var. İlk defa aynı alanda bu kadarını yan yana görüyorum. Özel bir istek olmasa dikilmezdi herhalde. Bakalım bu sokaktan daha neler çıkacak karşıma? 

– Daldınız bir yerlere. Sahilden mi dönüyordunuz? 

Maide Hanım’ın sesiyle toparlanıyorum. Çünkü daldığım düşünceleri izah edemem. Esasında etsem gerçekten en iyi onların anlayacağını biliyorum; ama Rabbimle benim aramda kalmalı. O, öyle bir Rab ki, denizde kırık bir tahta parçası üzerindeki aciz, yaşlı adamın duasıyla şilepleri, büyük gemileri sallayan fırtınayı durdurur. Niyetini elinden geldiğince halis tutmaya çalışan ve sadece kendisinden isteyen bu kulu için de kim bilir neler yapar?

Buralardaki insanî ilişkilerin güzelliğinden söz açılıyor. Nur Hanım’ın nazarı üzerimde. Geçen günkü halinden farklı bu kadını izlerken acaba ne düşünüyor? 

.Elif Hocam, dediğiniz doğru. Hocam diyorum. Arif, emekli öğretmen olduğunuzu söyledi. Bizde ilim, hocalar çok değerlidir. Arife, Arif. Adımızdan da belli değil mi? Evet, buraların hali hep farklı olmuştur. Gerçekten sahilin kişiliği kendine özgü. 

.Çünkü mekânların da kişiliği var Arife Hanım. Kişilik dediğimiz değer, merkezine neyi almışsa ona göre şekilleniyor ve bu da bir farklılık meydana getiriyor. Mesela sizce sahilin kişiliğinin merkezinde ne var?

.Elden geldiğince sadeliğini koruyabildiğimiz doğanın kendisi Mümtaz Bey. Mesela: Özel tasarlanmış yollar, banklar, çocuk bahçeleri var; ama yeşilin bütünlüğünü bozan abur cubur şeyler yok. Köpekler, kediler, kuşlar, martılar, karabataklar rahat. Onları tedirgin eden gürültüler yok. Çiçeğe, yaprağa, çime zarar veren eller yok. Varsa da tek tük.  Kısaca varlık sadece kendini yaşıyor. Kediye bakıyorum; kendini sergiliyor. Ağaç, karabataklar dalgalar, gökyüzü… Her şey kendinde ne varsa onu gösteriyor.

.Ve insan varlığın arasında yürüdüğünde gözü sadece onların hakikatini görüyor, kulağı hakikatini işitiyor. Diğer duyularında da böyle. Sun’i, taklit bir şey yok. Tabii bu söylediklerim, kalpleriyle seyredenler için geçerli.

Varlık âlemi, yaradılıştaki sadakatin sergilendiği mükemmel bir ortam. Siz de her duyunuzla onlara temas ede ede halleniyorsunuz. Ve onların Sahibi bu beraberliğin mükafatı olarak size onların eliyle bir huzur ikram ediyor.

.Doğru. Doğa iç-dış bütünlüğüne ermiş bir şahsiyet gibi. Her şey kendini saf fıtratıyla sergiliyor. Ve bizler de onlardan nasibimizi alıyoruz, etkileniyoruz.

.Çünkü sirayet denilen bir şey var. Farkında olmadan iç dünyamızda sular gibi ilerler ve her yanımızı besler. Ancak bunun yanında bir de farkında olduğumuz sirayeti yaşarız. Bu daha ziyade taklit etmektir. Kendimizden üstün olana meyil. İdeal gördüğümüze irademizle yaklaşır, onun gibi olmaya çalışırız. Ortam sağlıklıysa çok güzel. İyiden daha iyiye, güzelden en güzele, doğru olana meyletmek. Ama ortam sağlıksızsa yanlışa gitmek, batıla meyletmek. Sonuç, hasar.

.Çok özür dilerim sizden. İşim biraz uzun sürdü.

Arif, yanında ablasıyla -galiba adı Nazlı’ydı- geliyorlar. İkisinin de elleri dolu. Ne güzel alışkanlıklarımız, kültürümüz var. Sadece sohbetle yetinmiyoruz. Söze tat katacak nelerdir, çok iyi biliyoruz. Tarçınlı kurabiyelerin kokusu mis gibi. Ihlamurların gölgesi altında çayın demi ışıl ışıl. Bazı kültür elden, bazısı dilden dokunur. Bazısı sazdan, kalemden dökülür. Sohbet ve çay ise gönülden dokunanı ve demlikten döküleni temsil ediyor. Düşünüyorum da… Zamanın anlamını bulduktan sonra mı çay istiyoruz? Yoksa çay içtikten sonra mı anlamı buluyoruz?

.Mümtaz Bey! Neden çay denince sohbet, sohbet denince çay aklımıza geliyor?

Tebessüm ediyor.

.Aynı şeyi düşünmüşüz demek ki. Peki ben sorayım:

.Nazlı kızım, çay yapmak için neleri kullandınız? 

.Su, ateş, demlik ve çay. 

.Peki Arife Hanım, sizce sohbet için ne lazım? 

.Zaman, insan, muhabbet ve anlam.

.Şimdi ikisini birleştirelim. Su dediniz. Zaman da su gibi akıcı. Ateş dediniz. Muhabbet de kalbi ateş gibi kaynatır. Şimdi sıra geldi dolan şeye. Demlik ve insan. Peki burada en önemli olan ne? Bizler ne için toplanmış olabiliriz Arif? 

.Bence insan olmanın, kurulan ilişkilerin ve şu anın anlamını yaşamak için. Tabii bir de çay. Ve ayrıca servise değer katan düzeni ve mekânı da unutmamak lazım. 

.Güzel… Yani zamanın tadını alabilmek için ilk önce anlamını bulmak lazım. Bulduk diyelim. O vakit her anlamı içten hissetmeli, her ana o hisle bakmalı. Görülenin değeri bilinirse, işitilenler düşünülüp sevilirse geçirilen zaman iç âlemde demlenir. Sonra kan gibi damarlarda dolaşır. Ve sonra demlikten dökülür gibi dilden döküldükçe dökülür.

Sohbetin de tadını almak için önce anlamını bulacağız. Sohbet, arkadaşlık yapmak demek. Peki, nasıl arkadaşlık bu? Hastalık gibi saran önyargıdan kurtulduğumuz, görüntüsüne takılmadan karşımızdakinin dünyasına açıldığımız ve o dünyayı anlamaya ve duymaya ehil hale geldiğimiz bir arkadaşlık. Söylenemeyenler söylenir, dökülemeyenler dökülür. Ne olur o arada? Hiç farkına varmadan yükün alınmış, rahatlamışsındır.

Sohbet biraz güven, biraz edep, biraz sanattır. Esasında sohbet daha çok, pişmek ve olmaktır. “Çayı neden çok seviyorsunuz?” diye sorulan bir tasavvuf ehlinin verdiği “Biz suyun bile pişmişini severiz.” cevabında olduğu gibi. Kaba, saba kalıplardan çıkan edebî olmayan sözlerin, göz gülerken içinde tilkiler dolaşan aklın ortamında sohbet olmaz. Olduğu zannedilen, sadece laf kalabalığıdır. 

Demliğin yüreği ateşte yanar.
Sakindir çay, usul usul demlenir.
İnsanın yüreği sohbette yanar.
Kavrulur can, için için dillenir.

O dakikaya kadar sesi çıkmayan ağızdan dökülen bu sözler komşuları şaşırtıyor. Mümtaz Bey, Maide Hanım ise aşina oldukları -belli ki yeni doğan- bu akışı tebessümle karşılıyorlar.

Demek bugün nasibimizde “çay”dan konuşmak var. O zaman bu güzel sözün üzerine çayın demine dair bir şeyler söylemek de olmalı. Değil mi Dervişim?

Çıt çıkmıyor. Sessizlik… Sadece ıhlamurun inceden inceye sesi. Gölgelere dalan rüzgârın ise bizimle ilgisi yok. Bakalım nasip olan, kimin sözünde dile gelecek? 

.Ne zaman bir araya gelip sizlerle sohbet etsem o günün tadı başka oluyor Mümtaz amca. Halam da Nazlı ablam da etkisini bende görüyorlar. Çünkü sohbetteki her kelimeyi kalbim öyle hissediyor ki, sesimin rengi, her şeyim değişiyor. İçimde bir yerde adeta bir mercek var. Gördüğümü, işittiğimi büyütüyor ve netleştiriyor. İdrak etmem kolaylaşıyor.

.Yani o anda her şeyin değerini daha farklı değerlendirebiliyorsun. Hiç daha önce işitmemiş gibi farklı işitiyor, çok başka türlü görüyorsun. Öyle mi?

.Evet, Maide teyze. Dediğiniz gibi oluyor. Ve daha da önemlisi kalbim içten içe titriyor. Çalkalanıyor sanki. 

.İçin için, usul usul demleniyor denir buna. Yani içinde zaman demleniyor, mekân demleniyor, eşya demleniyor ve çevrende mercan renginde bir âlem oluşuyor değil mi? 

.Nerden bildiniz? 

.Ben de zaman zaman bu halleri yaşarım. Mercan rengi, sabahın kızıllığıdır. Sana yeni heyecanlar, hayaller, aşklar sunar. Mercan, akşamın hüznü, gaybe hasretindir. Nereye gider dakikalar, kimler karşılar? Bilemezsin. 

.Hele kendi köşeme çekildiğimde öyle bir şey yaşıyorum ki… Sanki sohbet beni dinlemeye geliyor. Zihnimde, kalbimde sayısız düşünce, his coştukça coşuyor. Yazma tembeliyim. O anda düşündüklerimi, hissettiklerimi yazacak olsam kendim bile inanamam yazdıklarıma. 

.İşte bunu yapmamalısın oğlum. Emanete yüz çevirmek olur mu? Emanet senin nasibin. Onun kapısını açan anahtar; göstereceğin gayret, vereceğin emek. Gayret etmez, emek vermezsen küstürürsün. Verilen her şey sana emanet. Neden verilmiş? Kullanasın diye. Kimler için? Bizler için. Onun için alacaklı durumuna getirme bizi. Halbuki o anda hissettiklerinin değerini bir bilsen, ruhunun işittiklerini düşünüp sevsen… Eminim; hepsi sevginle daha da çok demlenecek, sonra kan gibi damarlarında dolaşacak. Ve kim bilir dilinden demlikten dökülür gibi neler neler dökülecek? 

.Bildiğim kadarıyla sohbet, aceleye getirilen, eğilip bükülen sahte sözcüklerden uzak kalmalı. Sadece gönülden gelene tabi olmalı.

.Evet, Arife Hanım doğru söylediniz. Neden “aceleye getirilen” dediniz?

.Çünkü akıllar ya geçmişe takılı ya geleceğe. Çünkü duygular ya geçmişten elem çekiyor ya gelecekten korkuyor. Yaşanılan anın farkında değiller. “Nasıl bunları yaşadım, neden böyle oldu?” ve “Ne yapacağım, nasıl yapacağım? arasında “Şimdi burada, bunu yaşıyorum”a yer veremiyoruz. Çünkü günün şartları zamanı en hızlıya ayarlanmış. Hızlı yaşaya yaşaya mekanik aletlere döndük. Akıl karıştı, hisler körelmeye başladı. Ve olmayan duygular varmış gibi davranmaya başladık. Biraz evvel nasipten söz ettiniz. Babam şöyle derdi:

Dünle meşgul olur ve yarına hep endişeyle yaklaşırsanız Hak’tan uzaklaşırsınız.

O zaman yaşam dağılıyor. Ruh allak bullak oluyor. Geçmişten yüklenilen pişmanlıklar, gelecekten beklenilen kaybetme, ölüm gibi korkular perişan ediyor. Hayatın anlamını bulan, bu perişanlığı yaşamaz, karşılaştığı zorluklar karşısında bunalıma sürüklenmez.

“Hayatın anlamını bulabilmek için bulunduğunuz vakti layıkıyla değerlendirin.” nasihatini dilinden düşürmezdi babam. Eve gelen alim kişileri kapı aralarından dinlerdik. İbnü’l vakt gibi tabirler işitirdim. Sonra anlamını babama sorar, öğrenirdim. Zamanla kavramaya başladım bazı hakikatleri. Geçmişle, gelecekle irtibatı koparan ve içinde olduğu anı anlamıyla yaşayana, neden vaktin çocuğu; ”ibnü’l vakt” denildiğini anladım. 

Annem de çok okurdu babam gibi. Hitabı güzeldi. Hanımlar bir araya geldiklerinde ondan hep bir şeyler talep ederlerdi. Bu konuşmaları ise kapı arasından değil dizlerinin dibinde dinlerdim. O günlere çok şeyler borçluyum. Evdeki diğer çocuklar, ağabeyim meraklı değildi. Ben diğerlerine pek benzemezdim. Aynı bugün Arif’in başkalarına benzemediği gibi. 

Aşk eteğin tutmak gerek akıbet zeval olmaya,
Aşktan bir elif okuyan kimseden sual olmaya.
Ariflerden nişan budur, her gönülde hazır ola,
Kendini teslim eyleye, sözde kilükal olmaya.

Nur Hanım’ın gönlü ve dili belli ki demini almıştı. O söyledikçe evladını dinleyen bir baba gibi Mümtaz Bey’in gözleri ışıldıyordu.

.Dökül Dervişim, tam zamanı. Yaşadığı anı değerlendiren sarrafa benzer. Sarraf altın, gümüşün saflık derecesini ölçer. Sen de aynı Arife Hanım gibi gıybetle, boş lafla kirlenmemiş şu anın derecesini ölçüyorsun. 

.Estağfurullah babam. Arife Hanım’ı bilmem; ama benim bir şey ölçtüğüm yok. Sadece bildiklerimi okuyorum. 

.Peki o zaman şu okuduğunu bir de gönlüne dök bakalım. Ne diyecek? Unutma! Şimdi nasip sana.

Gözleri dalıyor, yüz ifadesi al al perdeleniyor. Sanki kayboluyor aramızdan, sadece sesi kalıyor:  

.Gönül bir kez aşkın eteğini tutup, onun peşine düştü mü, İlahî aşkın tadını aldı mı, “Aşktan bir elif okudu mu” ne olur? O ateşin ışığıyla her yeri aydınlık görür, içinde şüphe kalmaz, suali olmaz. O ateşle her yanlışı yanar, külü kalır. “Akibeti zeval olmaz.” Sonu kötü olmaz.

“Arif olanı gösteren nişan,” Mevlâ’sını zerreleriyle hissetmesi, “Kendini O’na teslim etmesi.” Arif olan, zamana ve mekâna tecelli edenleri görür, onlardan nasiplenir. Nasiplenen gözü harama bakmaz, dili haramı konuşmaz, “sözünde kilükal olmaz,” dedikodu bilmez. 

Mevlâ’sı her an ayrı bir tecellide, yeni bir oluş üzerindedir.1 Yaratır, öldürür, diriltir, zengin eder, fakir kılar, hasta eder, şifa verir, affeder, cezalandırır. Bunu idrak eden, kem söz söyler mi? İnsanın hakkına girer, gönül kırar mı?

Rasulallah (sav) 

“Her gün O bir iştedir” ayetini okudu. Biz “Ya Rasulallah bu iş nedir?” deyince O “Bir günahı affetmesi, bir sıkıntıyı gidermesi, bazılarını yükseltip diğer bazılarını zelil etmesidir.” diye cevap verdi.2

O zaman kâinatta her an yepyeni şeylerin yaratıldığını öğrenen biri -yaşadığı neyse- o halin uzun süre devam etmeyeceğini bilmeli. Sıkıntısı varsa geçebileceğini düşünüp ümitsizliğe düşmemeli. Veya imkânı çoksa elindekilerle gurura kapılmamalı. Bir gün elinden gidebileceği ihtimaliyle duygularını, davranışlarını kontrol altına almalı. Bütün olacakların, Mülk Sahibi’nin murad ederek bir “Kun fe yekûn”3 demesiyle gerçekleşeceğini aklından çıkarmamalı. 

Bunu idrak eden, böyle bir ilahî nazarın gözetiminde pervasızca davranabilir mi? Kem söz söyler, başkalarının hakkına girer, gönül kırabilir mi? Yükselme ve zelil olma… Hayat terazinin iki kefesi. Her an iner, çıkar. Ve teraziyi kullanan biz değiliz. Hâlâ neyin peşindeyiz?

Bugün de yine bir anlam peşindeydik. Bir ıhlamurun gölgesi altında zamanın anlamını arayarak ruhumuzda tattık. Paylaşanlar farklı yaşta da olsa sohbet, ruhun arkadaşlığıydı. Sohbet, aynı zamanda pişmek ve olmaktı. Güvendi, edepti ve insanlık sanatıydı.

İnşallah hepsinden azıcık da olsa nasiplenmişimdir. Evet, Mümtaz Bey çok haklı. Hiç farkına varmadan yüküm alınmış olmalı ki, rahatlamış olarak eve dönüyorum.

***


1. “Kulle yevmin huve fî şe’nin.” Rahman / 29
2. İbni Cerir, Taberani ve İbni Asâkir’in Abdullah bin Münib el-Ezdî’den rivayet ettikleri bir Hadis.
3. “Bir şey irade ettiği zaman O’nun emri, ona sadece: ‘Ol demektir, o da hemen oluverir.’ (Kun fe yekûn)” Yasin / 82
Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. Yazılarınızı okurken her cümleyle hare hare açılan,rengarenk kır çiçekleri arasında sevinç ve hüzünle yürüyorum gibi hissediyorum.Rüya gibi.. Keşke oralarda kalmak mümkün olsa
    Allah razı olsun…

    • Oya kızım. Adınızı görmek beni çok memnun etti. Uzun süredir yorumlarınıza rastlamayınca merak ettim. Tarık Kaya’ya sık sık sordum sizi. Kullandığınız kelimeler iç dünyanızı yansıtıyor. Çok hassas birisiniz. Böyle bir kalem arkadaşını kaybetmek istemem. Rüyaların gerçekleşmesi dileğiyle.
      Elif Kaya

  2. Çok değerli Elif Hanım,
    Yorumunuza çok mutlu oldum.Beni sorduğunuz için ayrıca teşekkür ediyorum..Bir süre sessizce takip etmeyi tercih ettim çünkü pek güzel sözler söylemeyi beceremediğimden ve evvelden de saçmalamış olabileceğimi düşündüğümden yazılarınıza yorum yapmayı hadsizlik ediyormuşum gibi hissedip çekindim.
    Bu yazınızda da sizle sahilde yürüdüm, sessizliğinizi izledim , bahçede gizlenip dinledim 🙂 ve yine sürüklediğiniz hayallerle, verdiğiniz derslerle,susmaya dayanamayıp nacizane yorum yazmak istedim.
    Benim için yazılarınızın , her bir cümlenizin kıymeti ifade edemeyeceğim kadar büyük…
    İnşallah nasiplenebilirim.

    Değerli büyüğüm Elif Hanım ,
    Başta size ve bu vesileyle tüm değerli Sutu Boğda yazar büyüklerime gönlümün en derininden gelen hürmetlerimi sunuyorum.

Reply To Oya Cancel Reply