Sokak – Bölüm 5

2

Sayın İlhan Akıncı’nın “Ümit, İkna, Dua” yazısından esinlenerek yazıldı.


Anlatılar ve Kafes – Bölüm 2

Sessizce sohbet ediyor her şey. Kiminle? Kendi kendisiyle. Ben de sohbetteyim. Her halde bencilliğin ak yüzü bu olsa gerek. Tabii bu, “kendini düşünme” değil. İç âlemine dalarak ruhunla baş başa kalmak demek. Onu dinlendirmek; hatta ondan özür dilemek, kırılgan kanatlarını okşamak ve “Ufukların ardına uçurmak.” demek. 

Yanıma kitabımı ve defterimi aldım. Oturduğum yerden dışarıya bakıyorum. Hava hayli ısınmış. Sokağın kedileri; her biri bir arabanın üzerinde kendisiyle sohbet ediyor. Tam karşımdaki ıhlamur ağacı; o da sohbete dalmış. Bu dünyalarda sürgün yalnızlıklar yok. Sadece kendini dinlemek var. Ortam sessiz bir alışverişte. 

Kendinle konuşmanın bir türü daha var ki, o acı veriyor. Kendi sürgününde yalnızlık. Çok acı veriyor; çünkü sürgüne kararı veren, kendi değildir. Bu sürgünde dünya tek boyutludur. Eni yoktur, derinliği yoktur. 

Güneş paylaşıyor saatleri
Yaprakta böcekte yer yer;
Kalpler kımıldanır
Gökyüzüne…

Herkes
Kendi sürgününde azalırken
Zaman zaman,
Öyle sessiz öyle yalnız.
Bulut güler ansızın
Dağ eğilir, ırmak olur sevgiler.
Derinlerden çözülür
Aşılırız.

Mesafeler yoktur artık
Anlaşınca gözbebeklerinde.
Ne var ki sözcüklerde
Hayret!
Üşür, ısınır, çoğalırız.

Başka bir varlığa el veren; kendi boyutuna bir boyut ekler. İki boyutlu dünyasına bir çizgi çizer. Çizgi yoldur. Gidişin gelişi olur. Ancak derinliği olmayan ilişki, çabuk biter. Suretten içe girebilmek için bir boyut daha eklenmelidir. Ve üç boyutlu beraberlik kalpleri fetheder. Sevgi uzun soluklu olmalı; ses yankılanmalıdır. O vakit yeni bir boyut açar kapısını: Zamandır adı. Geçmişten anılar ve hasret doğar. Gelecekten hayaller, ümitler… Ümidin, hayalin olduğu yerde her ufuk bir davettir. 

Peki ne vardır ufkun ardında? Başka boyutlar… Görülmeyen, sadece ruhun hissedebileceği ilahî damlalar… Dil susmuş, göz görmez; ama gönül kokusunu alır. Benzemez diğerlerine. Havası başka kokar. Bilinmez; nedir, nasıldır? Ama sevda bilir. Bahar çekirdeğin, goncanın açılma vaktidir, irfan ise sırların açılma vakti. Toprak altında kemâle eren, gün gelince yüzünü açar. Onun için vakti dolmadan gonca yüz vermez! Bahçıvana düşen, sabırla beklemektir.

Sürgününe karar verilmiş yalnızlıklar… Ve “Yoğun anlatı ile doyan bir zihin, sanki muhayyile ve tefekkür becerileri körelmiş bir hale geliyor.” sözü.  

Mümtaz Beylerdeki yarım kalan yazının can alıcı yerlerinden biri. Defteri açıp tekrardan göz geçiriyorum. Yazan, genç. İrdelediği insanlar, genç. Nasıl bir haldir ki bu, kelimelerin beli bükülmüş, sözlerdeki şevkin direnci alınmış. Ne çok şey söylemek isterim sebep olanlara. Peki bu durumdan uyanmanın çaresi yok mu? Neden bir şey yapılamaz? 

Çünkü:

Gündelik yaşamda ezilen bir kişi, bir kurmaca karakterin raconunu seyrederken ya da mutsuz olan bir kişi başka bir kurmaca karakterin mutluluğunu seyrederken kurdukları özdeşlik ile tatmin olabiliyorlar ve bu kendi ile tatmin olamayan, kendisinden uzaklaşan bir insan türü oluşturuyor.

İnsan kendi kendini böyle hale sürükler mi? Hayır, sürüklemez. Karşısında kurulu bir düzen var. O sürükler. Gencin ihtiyaçlarını çok güzel tespit eder ve her şeyi önceden hazırlar. Vakti gelince de sunar. Modayla, filmlerle, kitaplarla, paket programlarla sinsice sunar.

Bu kişiyi, bir madde bağımlısı gibi o kurulu anlatıları arar hale sokuyor.

Anlatı yoğunluğunda artık korku, çoşku, sevinç, hüzün ve aşk gibi daha çok kalple ilişkilendirdiğimiz temel duygular da öğrenilmiş tepkiler haline geliyor. Kurulu bir anlatıdaki keskinleştirilmiş duygu çağrısı ile ancak bu duygular etkinleşebiliyor. Bu kişiyi, bir madde bağımlısı gibi o kurulu anlatıları arar hale sokuyor.

Taze zihinleri kandırmak bu kadar kolay mıdır? Nelerle dolar ki dünyalar, gerçek ihtiyaç olan aranılmaz ve bu öğrenilmiş çaresizliğe düşer? Diyeceksiniz ki olanakların geniş dünyasında nasıl bir çaresizliktir bu? Yediği önünde yemediği ardında. Bu; hayallerine, umutlarına, kendi olmasına izin verilmeyen bir ruhun çaresizliğidir. Gökyüzünü her an görebilen; ama uçamayan kuşun çaresizliğidir.

Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.

Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Edip Cansever / Mendilimde Kan Sesleri / Yerçekimli Karanfil 

Nasıl düşülür bu duruma, nasıl kabullenilir peki? Damarlara usul usul, yavaş yavaş zerk edilen ikna ile:

…anlatılar inancı değil, iknayı temel alıyor. İkna kelimesi, kökeninde doyma fiilini içeriyor. Doymak ise kabaca, bir kabın dolması ve daha fazla alamaması gibi bir durumu tanımlıyor.

İnsan sofraya oturduğunda midesinin aldığı kadarını yer ve doyar. Yediği şeyin kalitesine, temizliğine dikkat eder. “İkna”nın servis edildiği sofrada mide neden hiç düşünmeden yer? Yer; çünkü kendi evinde, kendi sofrasındadır. Neden şüphe etsin, tedirgin olsun? 

Çünkü bu günümüzün anlatısı, kişiyi kendi anlatı dilinin ve görsel kütüphanesinin hâkim olduğu bir kafese sokuyor.

Ancak kendi sofrasına konanların hiçbiri sıcak, lezzetli büyükanne yemeklerine benzemez. Hepsi yabancı kökenlidir. Sen dersin: Alıp getirene, pişirip kotarana hiç mi bir şey öğretilmemiş?

Efsane, mitoloji, dinler; bunların hepsi bugün bağlam dışında kalan konular gibi gözüküyor. Tabii ki varlıklarını sürdürüyorlar, ama popüler ve güncel anlatılara karşı en azından patinaj yaptıklarını kabul etmek gerekiyor. Çünkü bu kavramların hepsi inanç talep eden kavramlar, fakat karşısında mevzi kaybettikleri anlatılar inancı değil iknayı temel alıyor.

Neler olur da geçmişten gelene bu kadar uzak kalınır? Çünkü parmaklar geçmişe perde çekip hep ileriyi göstermektedir. Hep ileri, sadece ileri. Bu; şevk verilerek, ruh gayrete getirilerek, yaşamın tadını yavaş yavaş aldırarak yapılmaz. Süratle verilir, süratle istenir, araba sürer gibi zihinlere ve kalplere süratle hız kazandırılır ve radyoda çalan şarkı hep aynıdır:

Anlatılanlardan biliyoruz ki, ya bir sona doğru gidiyoruz ya da uzayı kolonileştireceğiz, hastalıklara çare bulacağız, bedenimizi değiştireceğiz, zihnimizi sentetik bileşenlerle güçlendireceğiz ve benzeri pek çok ilerlemeci olumlama durumları meydana gelecek. 

Ve arabalar hep aynı vitestedir:

İkna
.

İlerlemeci bir kültürün içinde olduğumuz için bugünün dünden daha iyi olduğunu düşündüğümüz gibi, yarının da bugünden daha iyi olacağını düşünüyoruz. Ama bu ümit kavramı üzerinden okunacak bir bakış değil, bilakis ümit kavramının var olmadığı, anlatılanların bizi ikna ettiği bir bakış.

Onun için sofraya oturulduğunda çok şey yenilmesine rağmen tat alınmadan kalkılır. Araba sürülür; ama hızından etraf görülmez. Kısacası zamandan ve mekândan uzak, hazırlanmış bir sanal boyutta yaşamaya itilir insan. İşin en acı tarafı; zamanla buna alışılır. İşte budur öğrenilmiş çaresizliğin konforlu yüzü.

Kurulu anlatı ya da modern anlatı olarak sayılabilecek ve şu anda bir anda erişebileceğimiz tüm içerikler, bizi ikna edilmeyi bekleyen edilgen bir halde yakalıyor, çünkü mecranın doğası bu ve tabii ki insanda da ikna edilmeyi tercih eden bir yan, belki de bir zaaf mevcut. Şeytan insanı düşürürken, ikna etmeyi başararak düşürüyor.

Oysa insan ne tamamıyla bir beden ne de tamamıyla bir ruhtur. Hayatın tadını ancak ikisinin uyumuyla alabilecek yaradılıştadır. Yeni düzen ise ruha hiç yer açmaz. Ama insan, yine de yerin neden açılmadığını düşünmez. Akıl almaz bunu: Ruhunu hiç mi düşünmez? 

Düşünmez değil, düşünemez; çünkü düşünmek için ona fırsat tanınmaz:

Modern anlatının oluşturduğu kafes, hele de günümüzde içeriğe ulaşmak bu kadar kolayken, dışarısına çıkması pek kolay olmayan bir hale gelmiş halde.

Bir mekâna alın teri damlamıyorsa, zamana bir emek sunulmuyorsa yaşamın vereceği; ancak “Sorgulamadan kullan, ye ve yaşa” olacaktır. Oysa yaratılış kanununda “Çalışmanın ve emeğin içine lezzet koymak.” vardır. Onun için insan dışında her varlık, yaptığından memnundur. Gözü başkasındakinde kalmaz, kıskançlık, hasetlik bilmez. İnsan bunun neden dışındadır? Çünkü hep nefsinin peşine takılır. Nefsini dinledikçe, ona itaat ettikçe kıskançlık damarı kabarır, haset eder. Çünkü manevî değerlerinden uzaklaşır. Neden uzaklaşır? Maneviyat emek ve sabır gerektirir. Nefis ise tembelliği sever, sabretmenin yanına yaklaşmak bile istemez:

Kadim anlatıların, modern anlatının nokta vuruşu oluşturduğu etkiye karşılık, emek verilmesi gereken yanları var. Bu emek sadece maddi bir emek değil, inancı, imanı da ihtiva eden manevi taraftan da talepkar olan bir emek türü.

Kadim anlatılar, inanç, iman, modern dünyanın planlarını bozacak birer tehlike. Modern anlayış kanaate, tevekküle, tevazuya yer vermez. “Azla yetinme, sen büyüksün, dik dur, çalımla yürü.” sloganıdır. Rengarenk yapılmış 1+3, 1+5, 1+8 daireler; modern kafesler… “Sadece birini seç, içine yerleş.” denilir.

Kafes güvenli, yemin ve suyun olduğu ama sürekli daralan bir hal alıyor, ancak dışarıda ikna yok, inanç var ve bunu seçmek günümüzde pek de rahat yapılabilecek bir seçim değil.

Dışarıda madem inanç sunuluyorsa neden sunulan rahatça seçilemez? Seçilir seçilmesine, faydalanılır; ama yine de açlık devam eder. Çünkü seçtim zannettiğimiz bizim gıdamız değil, seçmemizi arzu ettikleri şeydir:

Hatta bahsettiğim kadim anlatıları da kendisine malzeme yaparak, onları da kendi mecrasında, kendi diliyle yorumlayıp aktararak bize inanma yerine iknayı sunuyorlar.

Yine de açım demeler bir türlü bitmek bilmez. İç âlem bir şeylerin ters gittiğini anlar. Bütün bu tür sıkıntılar insana bir uyarı da olabilir. O zaman şu soru sorulmalı: Uyarıysa neden bu aldanışa baş kaldırılamaz? Çünkü baş kaldırmak, gayret, coşku ister. Ve ümidin, hayalin olmadığı yerde bunlar direncini teker teker kaybetmiştir.

Bir şeyi ümit edebilmek, inanmak ile sırt sırta duran bir tavır. Fakat iknanın doğası aynı zamanda o ümidi ortadan kaldırıyor.

Dert biliniyorsa devası için gayret gösterilmeli. Fakat hep vazgeçilir. Ruhun sancısından başka tepki verilmez. Oysa dert, iç âlemin anahtarı. Açılsa yücelere uzanan tayflar görülecek. Açanlardan birine kulak verilse “Derdi veren, dermanı derdin içine gizlemiş.” dediği duyulacak. Yine de vazgeçilir. Hem de neden vazgeçilir?

Bu iknaya açık yanımızın bizim tarafımızdan öncelenmesi aslında bir değiş tokuş. Biz ümit kavramından vazgeçiyoruz. Burada bir ümitsizlik ya da bir yeis bile yok, ümit kavramının kendisi boşa çıkmış durumda.

İman bir sofra, ümit sofranın baş yemeği. Onsuz sofraya oturulmaz. Oturulsa da doymadan kalkılır.

Ümit etmek, belirttiğim gibi, inanmak ile çok ilişkili. Ümidin perdeyi yırtan, madden mevcutlara ve imkanlara başkaldıran, aşkın olanı çağıran halet-i ruhiyesi, insan olabilmek için elzem gibi gözüküyor.

İnsan kendine sormaz mı? Aramam gereken, elzem bir şeyse neden aramıyorum? Hâlâ doğru adresi verenler varsa neden onlara başvurmuyorum? Çünkü başvurmak için bulmak, bulmak için de aydınlık bir zihin, arınmış kalp gerekir:

İnanç bağlamında yukarıda belirttiğim efsane, mitoloji ve din anlatıları ise bu kopmuşluk içerisinde yankılanacak bir zihin ya da kalp bulamıyorlar.

Ve işin en trajik yanı: Doğru adresten ya haber yoktur ya da adrese ihtiyaç duyulmaz.

Furkan Suresi’nin 77. Ayet’inde geçen ‘Rabbim size ne kıymet verir duanız olmasa?’ bölümü bize önemli bir ışık tutuyor. Dua etmenin kolaylığı, ümit edebilmekte gizli galiba.

…dua bir kişinin yapabileceği en zahmetsiz eylem ve daha da önemlisi, kişinin Yaradan nezdinde kıymetinin gerek şartı olarak beyan ediliyor.

Avuçlarımızdan göklere uzanan yolu aşmak kolaydır; ama nefsin zoruna gider ve aşamayız. 

Rahmet Sahibi bize hep sevgiyle bakar, hep gözleyip korur; ama benlik kördür ve göremeyiz.

Oturduğum yerde bunları düşünerek ne kadar kaldım, bilmiyorum. Eşimin sesiyle kendime geldim:

.Yine nelere daldın?

Kendisine konudan bahsettim. Bazı yerlerinden okudum.

.Demek ki hâlâ bunları hissedebilen ve fark edebilenler var. Ve biri, kaleminde dile getirmiş ve sen okumuşsun. Bu ümit etmek için yeterli değil mi sence?

Eşim haklıydı. Birileri vardı. “Ümitten vazgeçmiş, iknaya teslim olmuş bir zihin ve bir kalp, dua ile ilişkisi zayıflamış bir kişi”nin hali benim derdim diyen ruhlar vardı.

Eşime gülerek

.Sana bir soru soracağım: Neden ilkel şartlarına rağmen semt pazarları insan için caziptir? Hatta terapi gibi gelir?

.Çünkü pazarda kalıplar, katılık yoktur. Sadedir, olduğu gibidir. Herkes kendine göre muhakkak bir şeyler bulur. Eli boş çıkmaz. Pazarlık edebilir. Şartları kısıtlı da olsa bir şeyler alabileceği ümidi taşır. Yüzü güler ve imkânına göre aldıklarıyla evdekilere sürpriz yaparak yüzleri güldürür. Satıcıların sıcak esprilerine karşılık verirsin; onlarla çekişirsin. İstersen hiç konuşmaz sağa sola bakarak pazarın renkli, cümbüşlü dünyasında kendini yaşarsın. 

Bu soru da nerden aklına geldi şimdi? Pazarda dolaşmayı özledin galiba. Epeydir sokağa çıkmadın. Yarın pazara gidelim, ne dersin? Hava almak için bahçeye iniyorum. Gelir misin?

Canım hiçbir yere gitmek istemiyor. Epeydir ağrıyan sırtımı yastıkla destekleyerek dinlendiriyorum. Pazarın kendine has içten dünyasının yanında büyük alışveriş merkezleri, mağazalar gözümün önüne geliyor. Temiz, kaliteli, şaşaalı; ama tepeden bakmalar, riyakâr ticarî ağızlar -herkesin etmese de- benim ruhumu rahatsız ediyor. 

Eşime sorduğum sorunun sebebi, elimdeki yazı. İhtimal, ümit ve ikna konusu pazar ve mağaza örneğiyle değişik açıdan değerlendirilmiş.

Bir satıcının almak istediğiniz bir şeyin fiyatını düşüreceğine olan ümidiniz sizi pazarlık yapmaya itiyor, ancak kurumsal bir mağazada ya da bir süpermarkette satın alacağınız herhangi bir ürünle ilgili pazarlık yapmıyor olmanız, o fiyatın değişmeyeceğinize ikna olmanızdan dolayı oluşan bir durum. 

Ancak semt pazarındaki fiyatların sabitliği konusunda o ikna seviyesinde olmadığınız için fiyatı indirebileceğinizi düşünerek bir pazarlık çabasına girebilirsiniz. Pazarlık başarılı olur ya da olmaz, ama 5 liralık bir şeye 3 lira olmaz mı demek o ihtimalin olabilme durumuna inanmakla da alakalıdır. İnanıyorsanız, ümit edebiliyorsunuzdur.

Ümit, ihtimal denince bir manzara şekilleniyor önümde: Bir çocuğun eline tel, tahta gibi şeyler versem, “Bundan tekerlek yap.” desem ve kendi haline bıraksam ne yapar? 

Çocukluğun saf özünü ortaya koyar. Yanıma geldiğinde elinde tuttuğu eğri büğrü tekerleği yüzündeki muzaffer ifadeyle bana uzatır. “Bak ben neler yapabilirim.” der gibidir. Bu ifadede ümit, hayal vardır. Kapasitesi sınırlı, el becerisi zayıf, bilgisi olmasa da bu duygular çocuğa yaşama sevinci verir. 

Peki bu ifadeyi oyuncakçıdan tam teşekküllü araba alan bir çocuğun yüzünde neden göremeyiz? Görürüz, ama gördüğümüz başka şeydir. Bu sadece “Onun varsa benim de var.” gururudur. Kısadır, çok çabuk gider. Piyasaya sürülen yeni bir modele kadardır ömrü. 

Yapabildim sevinci ve benim de var duygusu birbirinden ne kadar farklı. Yaşama sadece zihniyle bakan, bunu göremez. Bir tek kalp ve ruh görür. Armut piş, ağzıma düş. Başta hoşa gider; ama fıtrata uymadığı için zamanla sıkmaya başlar. Çünkü çalışmanın özünde lezzet vardır. Gayret etme, kendine ve hedefine inanç vardır. Ümit etme, hayal kurma, ihtimalleri düşünme, olabilir mi heyecanı vardır. 

Hazıra konmak, bütün bunlardan mahrum bırakır. Zamanla bu mahrumiyet zihni kurutur; düşünemez. Kalbi kurutur, sevemez, merhamet edemez, iman edemez. Ruhu kurutur; içten içe pörsür, çöker olduğu yere ve bir daha kalkamaz. Artık yürüdüğünü, tuttuğunu, konuştuğunu gördüğün sadece içi boş kalıbı renkli bir bedendir. 

Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi.

Edip Cansever / Mendilimde Kan Sesleri / Yerçekimli Karanfil 

Zaman, bir tren gibi içimizden hayatımızı zangır zangır titreterek geçiyor. Geride kalan, canda yaşanılanlar. Yüzümüzde ifade, gözümüzde anlam, yaşanılanın ağırlığına göre çizgileniyor. Bazen çizgiler belli belirsiz, bazen çok derin. Şimdi çizilenler ise kat kat.

Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. İlhan Akıncı on

    Bu yazıları okumayı bile geciktirdim anlattığım sebeplerden. Lütfen bağışlayın. Derdimi anlatabilmenin mutluluğu içerisinde okudum iki yazınızı da. Nazik ve zarif üslubunuz ile açtığınız pencereler ve verdiğiniz cesaret için teşekkür ederim, Allah razı olsun.

  2. Sayın Akıncı,
    Allah sizden de razı olsun. Halisane, elinizden geldiğince insanlığın derdiyle dertlenebiliyor, çözüm için düşüncelerinizde, duygularınızda yola düşebiliyorsanız muhakkak niyetinizin, gayretinizin, emeğinizin anlamını takdir edenler ve derdinizi anlayanlar karşınıza çıkar. Ve yalnız olmadığınızı anlarsınız. İnsan insandan alır kuvvetini, cesaretini. Böyle yaratılmışız.
    Kimimiz sözümüzle, kalemimizle, sazımızla, kimimiz imkânımız, canımız, duamızla “Ben de varım.” deriz. Önce siz açtınız pencereyi; ben gördüm. Sonra ben açtım; siz gördünüz. Dileğimiz başka ellerin de pencereler açması.

    Tarık Kaya, 27 Kasım 2014 tarihli “Sutu Boğda Peşinde Bir Ömür” adlı yazısına
    “Bir insan hayatının neredeyse tamamını sadece bir hikâyeye adıyorsa” diye başlar. “… çok iyi bir aile babası, arkadaşları için canını vermeyi göze alabilecek kadar onlara düşkün vefakar bir dost…” diye devam ederek Tolkien’in hikâyesinin ardına neden düşüldüğünden söz eder. Ve Sutu Boğda’nın doğuşunun nedenini bu hikâyeye bağlar.

    “…Bu hikâye esnasında bizler de çok farklı sürprizlerle karşılaştık ve bu peşe düşme yolculuğu, bizim kendi “arayış” (quest) hikayemize dönüştü. Bu yolculuk sürecinde bir araya gelmiş bir arkadaş grubuyuz biz.” “…Sutu Boğda ekibi olarak J.R.R. Tolkien’in bir misyonu olduğuna, bu misyonun tam olarak keşfedilemediğine ve dolayısıyla tamamlanmadığına inanıyoruz.” diyerek grubu tanıtır.

    “Bundan dolayı hem Tolkien’i hem de Sutu Boğda hakikatını anlamak için bir yolculuğa çıktık …” sözüyle sitenin felsefesini özetler.

    Sutu Boğda hakikatını anlamak için çıkılan bu yolda arkadaşlarınızla çok güzel şeyler gerçekleştirdiniz. Dileğim ve duam devam edebilmesi.
    Elif Kaya

Leave A Reply