Sokak – Bölüm 3

1

Arif

Mübarek günleri yaşıyoruz. Gündemde olaylar aynı sevimsizlikle sürüp gitse de kalbe yücelerden gelen komut, bizi sırlıyor. O zaman sırlanmış küp gibi iç âlemimizi koruyabiliyoruz. Yaşadığımız her şeye, ortama can katabiliyoruz. Ramazan’ın kendine has rengi, her yönümüzü güzelleştiriyor. Kısacası zamanın ruhu, mekânı değiştiriyor. 

Bir tek insanoğlu, kendi şarkısının hem güftesini yazar hem de besteler. Kendini bilmek, o şarkının bestesi. Demek ki insanın hakikati, yaradılışının bestesi. Notaya ne kadar güzel dökülmüşse hayatı da o kadar güzel ses verir. Yazdıkları güfteyi yine birlikte besteleyen ve bir ömür boyu terennüm eden o güzel çift, aklıma düşüyor. Epeydir uğrayamadım. Gelenleri olabilir diye rahatsız etmek istemiyorum. Yine de -kapıdan da olsa- uğrayacağım. 

Her zamankinden erken çıktım. Çünkü eve zamanında dönebilmeliyim. İçeri davet ederlerse yapılacak işlerim riske girebilir. Bahçenin karşısındaki apartmanın bahçesinde mimozalar açmış. Güneş gibi ışıldıyorlar. Akasyalar da yeşillenirse güneş ışığına gölgeler düşmüş gibi olacak. Kapı açık. Biranda çok farklı bir hava, tepeden tırnağa sarıveriyor. Taşlarda akseden adımlarımdan olsa gerek, binanın sol yanından çıkan Maide Hanım’ı görüyorum. Ellerinde bahçe eldivenleri var. 

.Elif’cim! Ne hoş bir sürpriz. Sevindirdin. Şöyle otur; şimdi geliyorum.

.Verandanın iki yanı yeni ahşap kafeslerle çevrili. Bir yanı kafesin rengine uygun oturma köşesine ayrılmış. Kabartılmış minderler. Renkleri bahçenin çiçekleriyle adeta kaynaşmış. Hava güzel. Kendimi kabarık yastıklara bırakıveriyorum. Orta sehpadaki vazoda şebboylar. Yoğun ve güzel kokuları verandayı sarmış. Perdeler takılı. Pencerelerin boyu çok uzun olduğu için yeni perde siparişinden söz edilmişti. Tavanlar yüksek. İnsanın içi ferahlıyor. Ruhu eskilere götüren, şifa veren huzuru hissedebiliyorum. 

.O… Şeref verdiniz Elif Hanım!

.Estağfurullah, Mümtaz Bey. Kapıdan bir merhaba demek istemiştim.

.Öyle şey olur mu? Daha yeni bahsiniz geçti. Memnun ettiniz bizi.

Görmeyeli neler yapıldı? Neler oldu? Gelenler, gidenler… Ordan burdan konuşuyoruz. Keyfime diyecek yok. Oldum olası kendimden büyüklerle muhabbet etmeyi severim.

.Burası çok güzel olmuş, bayıldım. Etrafa huzur getirmişsiniz.

.İç huzuru olmayan biri, emeğine huzur katamayacağı için eserinde de huzur olamaz. Buradaki huzur, gönülden geliyor. Çok şükür böyle nasibimiz var. 

.Evet, huzur… Aynı duyguyu bugün ben de çok erken saatlerde yaşadım. Fecir vakti ezanı beklerken gökyüzüne baktığımda sizin gibi aynı şeyleri düşündüm. 

O anda Mümtaz Bey’in gözlerinde bir ışık fark ediyorum. Tebessüm ederek yanımıza gelen eşine bakıyor:

.Bak Maide’m temennimiz gerçek oldu. Fecir vaktini yaşayan bir gönülle karşılaştık. 

Bana dönerek:

.Sizi kendimize yakın bulmuştuk. Şimdi ise çok daha başka bir yakınlığı bahşettiniz bize. Fecri yaşayan, bizim ruhumuza yakındır. Şimdi hayatımıza yeniden hoş geldiniz, Elif kardeşim.

Hanımlıktan kardeşliğe geçiş. Kimse gönülden verilen bu hediyeyle benim kadar sevinemez. Sanki boğazıma bir şey takılıyor, sesim titriyor:

.Hoş buldum efendim, yeniden hoş buldum.

.Ahmet Haşim ne güzel söylemiş: “Fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır.” diye.

Bir anda ani bir heyecanla yaşından beklenmedik bir atakla kalkarak içeriye giriyor. Bende ise ses yok. Sadece ilahî nasibin şükrüyle karşımdaki asil hanıma aynı çocuk Elif gibi bakıyorum. Maide Hanım’ın bakışları ise “Duygularını olduğu gibi yaşa.” der gibi.

.Buldum!

Mümtaz Bey’in elinde klasör. İçinden bir dergi çıkarıyor.

.Dergâh Dergisi, yıl 1921. 16 Mayıs. Ve Ahmet Haşim. Bir sayfayı açarak okumaya başlıyor:

Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder.
….
Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi…

Bazı paragrafları belki de zamanımı almamak için atlayarak okuyor. Bir anda bir şeyi fark ediyor:

.Arif oğlum… Ne zamandır ordasın? Seni fark etmedik; kusura bakma. Hoş geldin.  

.Arif oğlum, buyur!  Elif’cim! Bu delikanlı bizim Arif’imiz. Çok özel bir komşumuz. Sokağın başındaki apartmanda oturuyor. Torunumuz olacak yaşta; ama iç âlemi taşıdığı adı gibi maşallah. 

Otuzlarında veya daha büyük. Bu semtlerin tipik modeli. Kendine güvenen, sosyal, sportmen ve şık. Eğitim düzeyi yüksek olmalı. Tam karşıma oturuyor. Onun öğrenci olduğu yıllarda ben de yabancı dilde öğretim veren bir okulda çalışıyordum. Bu tip yapıyı, özelliklerini az çok tanırım. Mümtaz Bey okumasına devam ediyor. Bazı yerlerde durarak yorumluyor:

Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.

.Ne ince, latif, anlamlı bir ifade. Müslüman ve fecir, kuş ve çiçek… İnsanla zamanın ve varlığın dostluğu ve yoğunlaşan imanî duygular. Zaman ile kurulan dostluğun huzur olduğunu insanlık ne zaman idrak edecek? Varlığın kalbe deva olduğunu acaba öğrenebilecek miyiz?

Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve muşaşa1 dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı ‘gün’ün getirdiği maîşet şekli de bizi fecr âleminden mehcûr bıraktı. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânâyı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir.

.Nerden görecekler Mümtaz amca? Uykular öyle rüyalarla dolu ki… O gözlerle taşa ilahî manayı veren, akılları hayrete düşüren mimariyi anlayabilmek mümkün değil.

Bakışlarında, halinde, sesinin renginde bir fark var. Bir yaşanmışlık, bir derinlik hissediyorum.

.Haklısın, Arif oğlum. Fecrin ilahî kokusundan mehcûr bırakıldık; ilk önce uzaklaştık. Uzaklaştıkça her ayrılık, vakitle aramıza bir gölge düşürdü, Gölge, gölge üstüne… ve nihayetinde unuttuk. İçimizdeki açmayı bekleyen tomurcuğu bu şekilde ziyan ettik. Kısacası kulluğumuzdan bedenen, kalben hicret ettik. Toplumdan hicret, aileden hicret ve kendinden hicret… Hicretin en hazini, öz yurtta olanı değil midir zaten? Hicretin sonu yabancılığın içine düşmek. Ve sonunda modern insanın, mekanikleşen zamanın boyunduruğuna girmesi kolaylaşıyor. Gün 24 saat. Neredeyse çoğu çalışmayla geçen bir tempo ve sonunda tükenmişlik… Artık fecri ne bilen ne gören ne de yaşayan var.

.Mümtaz Bey doğru söylüyor. Bu gerçek, sürecek olan bir ayrılış halidir ve sonunda duyulan acıların tedavisi zordur. Kısacası “hicran” Arif’im. Hicret eden mehcur bırakılıyor ve hicrana düşüyor. Hicret, mehcur ve hicran. Hepsi aynı kaynaktan çıkan kelimeler. Bizler, ayrıca bu güzelim anlam hazinesinden de uzak kaldık. Ve bu uzaklık maalesef dilimizi de kuruttu. 

.Sanılır ki kuruyan sadece dildir. Bilinmez ki gönül de kurur Maide teyze. Mevlâna, oğlu Sultan Bahaeddin Veled’e onun düşmanını sevebilmesi ve düşmanının da onu sevebilmesi için kırk gün düşmanı hakkında hayır konuşmasını söylemiş. Ve sebebini şöyle izah etmiş: “Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönle yol vardır.” Haklısınız Mümtaz amca. Neyi sık sık dillendiriyorsak, gönüldeki aksi de o oluyor. 

Maide Hanım tespitinde haklı. Bu delikanlı gerçekten farklı. Nasıl böyle yetişebilmiş bu muhitte? Kim yetiştirmiş? Kendisiyle konuşmaktan haz duyacağım bir değer daha.

.“Sadece başar, sen kazan, boş ver başkasını. O kadar derine inme!” diye diye geldiğimiz nokta bu: Manevî âlemden uzak, hırslı, ruhu aç ve yorgun bir yaşam. Sırtımızda taşıdığımız sosyal, psikolojik bir kambur.

Sözlerim üzerine yüzüme dikkatle bakıyor.

.Siz galiba Elif Hanım olmalısınız.

.Evet, Arif’im. Kendisinden övgüyle bahsettiğimiz Elif Hanım. 

Maide Hanım’ın kısa tanıtmasından sonra ben de hakkımda kısa bir açıklama yapıyorum. 

Arkasından Mümtaz Bey delikanlıyla nasıl tanıştıklarından, kısa zamanda onu nasıl benimseyip sevdiklerinden söz ediyor. Hava üşütmüyor, vakit daha erken. Biraz daha oturabilirim. 

Her bitki ancak kendine uygun toprak buldu mu, serpilir ve ürün verir. İlişkiler de böyle. Arif Bey de benim gibi toprağını bulduğunda serpilip ürün verenlerden.

.Bizim apartman, aile apartmanı gibiydi çocukluğumda. Arsa dedeme ait. Baba tarafım Konyalı. Dedem Arif Bey oranın eşrafından. Dedemi göremedim. Bana onun adını koymuşlar. Çok sevilen bir kişiymiş. Yoksulu korur, gençleri gözetir, okuturmuş. Halam dedeme çok düşkün. Birlikte olduğumuzda hep ondan söz eder. Eve ziyarete gelen âlim zatları nasıl saygıyla karşıladığını, sık sık yapılan arifane sohbetleri, evin bereketli günlerini anlatır. Çocuktum, halamın sözlerini anlamazdım; ama o ortam anlatıldıkça içim nedense hep bir tuhaf olurdu.

.Apartmanın yapıldığı yılları hatırlıyorum. Tatillerde hep buralıydım. Tahsil hayatı, iş, evlilik derken buradan uzaklaştım. Ailenizi bizim kuzen daha iyi tanır. Sizi tanıdıkça anne ve babanızın çok şanslı olduğunu düşünüyorum Arif oğlum.

.Ne kadar farkındadırlar, bilmiyorum. Babam çok okuyan biri. Pek konuşmaz. Sakindir, kibardır. İstanbul’da yatılı okumuş. Okulun etkisiyle batı düşüncesine yakın. Dedemi ben, halamdan tanıdım. Biz apartmanın en üstünde oturuyoruz. Dubleks bir daire. Terasla çevrili küçük bölüm, bana ait. Oradan bahçenizi rahat görebiliyorum. Terastan kuş bakışı muhteşem. Bahçenin, evin haline çok üzülürdüm. Hareket başlayınca merakla gelip gidenleri, sizleri merakla izledim. 

.İnşallah ailenizle de tanışırız bir gün.

Sadece babasından bahsetmesi ve annesinden tek kelime etmemesi dikkatimi çekiyor.

.Keşke sizleri tanısalar. Onlar artık Didim’de yaşıyorlar. Annemin okul arkadaşlarından birkaçı yıllar evvel oraya yerleşmiş. Gidenler hayran olup yerleştikçe Didim’de kendilerine has bir köşe oluşturmuşlar. Annem babamı çok zorladı, oradan bir yer almak için. Birkaç yıl sadece yazları gidiliyordu. İstanbul artık bizlikten çıktı diyerek kışları da Didim’de yaşamaya başladılar. Özlediğimde, acil bir şey olduğunda onları görmeye gidiyorum. Biz üç kardeşiz. Ablam İtalya’ya yerleşti. Abimin evi Arnavutköy’de. Bizim apartmanda bir tek halamlar var. Girişte bahçe dairesi onlara ait. Bir de ben en üst kattayım. Diğer daireler, zamanla başkalarına satılmış.

.Peki yalnız yaşamak zor gelmiyor mu oğlum?

.Hayır, Maide teyze. Beni hiç yalnız bırakmayan manevî bir ablam var. Babaannemin yanında yetişmiş. Harikulade bir insandır. Hem annem gibidir hem arkadaşım. Halamla da kafadarlar. Halam ailenin en küçüğü olduğu için iyi anlaşıyorlar.

Bazı yalnızlıklar vardır adeta hüma kuşu gibi hayatınıza konar. Sizin için bir devlettir; ama bilmezsiniz. Sert davranırsanız uçup gidiverir. Ve geriye sadece bir tüy kalır veya hiçbir şey… Yalnızlığım, benim hüma kuşumdur. Ürkmemesi için elimden geleni yapıyorum. Yani çevreme mesafeli olmam, benim tercihim.

.Sende yankısı olmayan gürültülü ilişkiler bu güzelliği yaşamana maniyse gürültüsüz yalnızlık hayırdır oğlum; haklısın. Esasında korkutucu olan, kendi gürültümüzle kaldığımız yalnızlık. O da hayır köşesi değil, bir hücredir.

.Hikmet öyle bir şey ki Arif oğlum, yaşananda bir abeslik bırakmaz. Kendiniz kalabilmeniz için belki de böyle kısmî bir yalnızlığı yaşamanız gerekiyordu; kim bilir?

.Yalnızlık denilen şey esasında benim için dolu dolu okumak demek, Maide teyze. Kimsenin meraklı bakışını üstüme çekmeden istediğim yerde ve zamanda okuduğumu dolu dolu yaşamak demek. Hele tefekkürün beni davet ettiği olmadık saatler yok mu? Kısacası yalnızlık benim için dopdolu bir âlemin içinde olmak demek. Nazlı ablam çok düşüncelidir. Bilir benim bu huyumu, yalnızlığıma saygı duyar; ilişmez. 

Kendim, kardeşlerim, annem ve babam… Geçenlerde düşündüm; onlarla değil de neden dedemle bu kadar çok ortak yanımız var? İşin tuhafı ailede dedeme benden başka da benzeyen yok. 

.Her şeyin olduğu gibi bunun da muhakkak bir hikmeti vardır. Annen, baban, deden birer sebep. Sebepler, Yaradan’ın perdeleri. Allah insanın merak etmesini dilemiş ve insan da bundan dolayı perdenin arkasını merak eder. Merak olmasaydı kim, neden, niçin, nasıl soruları da olmazdı. Ve sebeplerin arkası araştırılmaz; Yaradan’ın yaptıkları, ilahî isimleri fark edilemezdi. O zaman O’nu bilemez, sevemez ve verdiklerine şükredemezdik. Ve Arif oğlum, kalıtım dediğimiz soya çekim, irsiyet de bir sebep.

.Kalıtım olayı çok garip, Mümtaz amca. Adeta içimizde saklı bir çekirdek gibi. Zamanı geldiğinde, harekete geçirildiğinde canda kök veriyor ve filizleniyor. Babam dedeme hiç benzemez. Daha önce de belirttiğim gibi ben dedemi hiç görmedim; ama her şeyimle aynıyım. En yakınlarım benim hislerimden çok uzaklar. Okuduğum okullar malum. Muhit ise siz de biliyorsunuz. Peki, bu içimdeki dünyayı ben, nereden edindim? Neden sizlerle geçirdiğim saatler yaşıtlarımda geçirdiklerimden çok farklı? 

.Bunu sebeplere verirsek çözemeyiz. İşte o zaman ilahi yaradılış kanunları; kalıtım gündeme geliyor Arif oğlum.

Deden, dedenin dedesi… Bir silsile uzuyor geçmişe. Belki ailenin bile hatırlayamayacağı kadar geride kalıp unutuluyor. Ama unutulan kişiden sen içinde ortak bir şeyler taşıyorsun. Seni sen yapan, sadece babandan annenden aktarılmıyor. Yani sen sadece tenasül; dölleme yoluyla nesilden nesle bu özellikleri edinmiyorsun. Bir nevi babanın babasından miras intikal ediyor; yani tevarüs ediyor. Bu hakikat bütün varlık için geçerli. Bu mucize ancak ezeli ilmiyle Alîm, Hakîm, Kadir olan Yaradan’ın işidir. Alimler bu hakikati Allah’ın birliğine delil olarak gösteriyorlar. Bu delil Kur’an’da var. Hangi ayette şu an hatırlayamadım. Müsaade edin Kur’an’a bakmam lazım.

Goncası açıldıkça gülün güzelliğinin ortaya çıkması ve kokusunu her yana yayması gibi bu insanların da konudan konuya değindikçe iç dünyaları, zenginlikleri tek tek ortaya çıkıyor. 

Mümtaz Bey kütüphanenin en üst rafından Kur’an’ı alıyor. Başka bir raftan bir kitap seçiyor. Fahrettin Razi’nin tefsiri, seçtiği. Yanımıza geldiğinde -bizde de olduğu için- tanıyorum. 

Kur’an’dan ve tefsirden birer sayfa açıyor: 

Furkan Suresi 54. ayet:

Ve huvellezî halaka minel mâi beşeren     Ve sudan beşeri yaratan, O’dur.
fe cealehû neseben ve sıhrâ,                        Sonra ona neseb ve sıhriyyet kıldı.
ve kâne rabbuke kadîrâ.                                Ve senin Rabbin Kadir’dir.

Ayeti okuduktan sonra mealini vererek açıklıyor.

– Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir’inde bu ayetle ilgili şunları belirtiyor: 

Allah Tealâ nutfeden insanı yarattı. İki sınıfa ayırdı yani erkek ve dişi olarak sınıflandırdı. Erkeği nesebin sebebi, dişiyi de hısımlığın ve yeni akrabalıklar kurmanın sebebi kıldı. Nesep ve hısımlığın her biri akrabalıktır ve Ademoğulları arasında genel bir yakınlık meydana getirir.

“Ve sudan beşeri yaratan, O’dur.” Bu ayet “tenasül” ü; yani dölleme yoluyla nesilden nesle aktarılan özellikleri anlatır.  “Sonra ona neseb ve sıhriyyet kıldı.” ayeti ise “tevarüs”ü; nesilden nesle intikal eden mirası belirtir.

.Bunlar Allah’ın kudretini gösteren ayetler. Yaradılışımız bir mucize. Gafil insan ise kendinden başka her yerde mucize arıyor. Senin kalıtım dediğin, hayret ettiğin, bu.

Ayetteki “sıhriyyet” karıştırmak, yaklaştırmak manasında “shr” kökünden geliyor. “Sihr” evlilikten oluşan yakınlık. Evlilik yoluyla meydana gelen bu yakınlığa sıhriyyet denmiş. Çünkü evlilik bağı, iki tarafı ve iki tarafın yakınlarını birbiriyle kaynaştırıyor, birbirine karıştırıyor. 

.Ve bunun sonucunda Mümtaz amca, anne ve babamın evlilikleriyle oluşturdukları soy zinciri sonucu ben, babamdan çok dedeme benziyorum. 

-.Evet, lakin şunu unutmamalısın oğlum. Dedenin güzel özelliklerini taşıyabilirsin; ama bu imtiyaz, seni imtihan hakikatinden alıkoyamaz. Yoksa kötü dedeye benzeyen kötü torunu mazur görmemiz gerekir. Sana verilen iradenin bir hükmü var. Miras edindiğini; yani irsiyet yoluyla sende olanı kullanmak aklının, şuurunun, iradenin elinde. Sen aklınla düşünüyor, şuurunla görüyor, iradenle yol alıyorsun. Zihin çok bilir, el çok şey yapar, ayak her yere götürür; ama hayrı şerden ayıran şey senin aklın ve şuurun, hayrı şerre tercih eden de senin iradendir. Kaybettiğimiz insanlığımıza bizi tekrar kavuşturacak olan da işte bu kuvvetler.

Hiçbir varlık birbirinin aynı değildir. Çünkü her varlıkta Yaradan’ın tecellileri farklıdır. Sen apayrı bir âlemsin. Yani şuurunla ve iradenle “Arif”sin. İnşallah ömrün boyunca böyle kalırsın oğlum.

.Tabii bunun yanında irsiyet, nankörlüğe meyilli bizleri geçmişimize de bağlıyor. Unuttuğumuz nineleri, dedeleri ancak kime benzediğimizi merak ettiğimizde gömülen yerlerinden çıkartıyoruz. 

“Gözlerinin güzelliğini dedenden almışsın.” “Aynı anneannen gibi akıllısın.” “Bu asil davranışlar babamın dedesi filanca paşadan geliyor.” “Bizde sanata hiç yatkınlık yok. Sen kime çektin acaba? Dedemin amcası ut çalarmış… Herhalde ona çekmiş olmalısın.”

Maide Hanım bu hususta çok haklı. Geçmişinden kopuk olan, yarınından ne bekleyebilir?  Kökünden bir kere ayrılmış gövde. Onun dallarından da yaprak ve çiçek beklemek artık beyhude. Çünkü ölümü yakındır.

Ruhlar kaynaşınca, zaman da mekâna uyunca dakikalar ne kadar verimli oluyormuş. Onları devam edeceğini tahmin ettiğim bir muhabbet ortamında bırakıyorum. Muhabbetin “hub”dan türediğini öğrenmiştim. “Hub”un anlamı ise “kap”. Birlikte yaşanılan bu muhabbet de zamanı ve anlamı kendi kabında kendi rengine çeviriyor. Ayrıca burada gördüğüm bir hakikat daha var:

Bir araya gelenler, insan gibi insan iseler aradaki yaş farkı ortadan kalkıyor. Çünkü kendine yolculuğu devam eden genç, şahit olduklarıyla olgundur. Kendine kavuşan yaşlı ise bulduğu özün tazeliğiyle genç. Ve her ikisi tek hakikatte birleşir: 

Yaradan bizi “insan” olarak yarattı.
.

1. Müşa’şa: Parlayan, gösterişli, şaşaalı.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. mehmet aydemir on

    Güzel bir bayram hediyesi. Son günlerde okuduğum şeylerle ilgili bazı tevafuklar da isabet etti yazıda. Elinize sağlık.

Leave A Reply